Siyasetten Beklentiler ve Hayaller
Siyasi iktidarlar, kendi yandaş kitlelerini önceleyen düzenlemeleri yapmaktan, kendilerini destekleyen sermaye guruplarını kayırmaktan, hatta daha ileri gidip nepotizme sapmaktan asla vazgeçmezler ve bunu kendilerine adı konulmamış bir hak olarak görürler. Bu sakat yaklaşım, kurumsallaşmasını tamamlayamamış toplumların karakteristik özelliklerinden biridir.
Genellikle siyasetin kalitesine ilişkin beklentiler, toplumda siyasete gereğinden fazla önem atfedilmesini ve siyasetçilere gereğinden fazla değer verilmesini sağlar. Hiçbir toplumda siyaset, toplumsal yapıdan tamamen bağımsız değildir. Toplumun genellikle bundan haberi yoktur ve siyasetçilerin toplumsal işbölümü içerisindeki konumunu, işlevlerini anlamadığı için yanlış beklentilerin içerisine girer. Aslında siyaset, iktidar olan partinin toplumsal sorun olarak kabul edilen konularda kendi politikalarını uygulama dışında işlevi olmaması gereken bir yapıdır. Ancak siyasi iktidarlar, kendi yandaş kitlelerini önceleyen düzenlemeleri yapmaktan, kendilerini destekleyen sermaye guruplarını kayırmaktan, hatta daha ileri gidip nepotizme sapmaktan asla vazgeçmezler ve bunu kendilerine adı konulmamış bir hak olarak görürler. Bu sakat yaklaşım, kurumsallaşmasını tamamlayamamış toplumların karakteristik özelliklerinden biridir.
Hukuk devleti ilkesine bağlı demokratik toplumlarda iktidarın, yargı ve yasama denetimi yanında muhalefet tarafından denetimi de etkin şekilde işler. Böyle bir ortamda iktidarlar kendisini sınırlayan belirgin bir çerçeve içerisinde görev yaptığından, iktidarın kamu kaynakları üzerindeki tasarrufu da son derece sınırlıdır. Muhalefet denetimi ise, yargı, yasama ve sivil toplum olmak üzere üçlü sacayağı üzerinde konumlanmaktadır. Demokratik ilkelerin siyasi iktidar tarafından içselleştirilemediği toplumlarda, yargı ve yasama denetimleri etkin şekilde işlemeyebilir. Bu durumda muhalefetin örgütlü sivil toplumla birlikte hareket ederek iktidarı anayasal sınırlarına çekme sorumluluğu ve görevi vardır. Anayasal sınırlarını tanımayan bir iktidara karşı, “aman bir tatsızlık çıkmasın” deme lüksü, muhalefette de vatandaşlarda da bulunmamaktadır. Çünkü anayasa yoksa her şey anlamını yitirir. Yönetim biçimi ise açıkça tiranlığa dönüşür.
Nasreddin Hoca’nın eşeği çalınmış. Hoca’nın üzüntüsünü gören ahali, başlamışlar eleştirmeye: “Hoca neden düzgün bağlamadın?”; “Hoca kapıyı niye iyi kilitlemedin?”; “Niye bahçeye çit yaptırmadın?”. Hoca kızmış ve ahaliye çıkışmış; “Yahu tamam ben bunları yapmadım, siz kimden yanasınız? Hırsızın hiç mi suçu yok?”. Geride bıraktığımız seçimlerden sonra yapılan tartışmalar bana bu fıkrayı anımsattı. Öncelikle şunu açıkça ifade etmekte fayda bulunmaktadır; Siyasi iktidar, seçimleri adil ve demokratik bir ortamda kazanmamıştır. İktidarın demokrasiden, hukuktan, kuvvetler ayrılığından uzaklaştığı ve açıkça totaliter eğilimler sergilemeye başladığı bir ortamda, muhalefete yapılan eleştirilerin de belirli bir düzeyi ve amacı olması gerekir. Ancak toplum olarak her eleştiride ölçüyü çok kolay kaçırabilen, çok çabuk gaza gelen bir yapımız olduğu konusundaki tespitime çok fazla itiraz edilmeyeceğini düşünüyorum.
Elbette muhalefetin hatalarını gözden geçirip, kendi içerisinde yapılması gerekenleri tartışması önemlidir. Çünkü 20 yıldan fazla iktidarda olan ve artık totaliter eğilimlerini gizleme gereği bile duymayan, anayasayı işine geldiği biçimde esneten, eğen, büken bir iktidara karşı muhalefetin başarısızlığı siyaseten kabul edilebilir değildir. Ama muhalefete yöneltilen eleştirilerin, muhalefeti denetim görevini yerine getirmekten uzaklaştırmaması ve toplumda yılgınlığa ve umutsuzluğa dönüşmeye başlamış beklentilerin tamamen sönmesine yol açmaması gerekir. Hatta eleştirilerin saygı sınırlarını aşması, çok daha yıkıcı sonuçlar da doğurabilir.
Askeri stratejide temel bir ilke vardır. Stratejik alanda yapılan hatalar, taktik alanda düzeltilemez. Son seçimlere kadar olan süreçte, muhalefetin stratejik alanda yaptığı hataları, taktik alanda düzeltmeye çalıştığını düşünüyorum. Bunu şöyle açabiliriz; siyasi iktidar üzerinde yargı ve yasama denetiminin, muhalefet tarafından gereğinden fazla önemsendiğini söylemek mümkündür. Elbette demokratik bir ülkede bunlar çok önemlidir. Ancak özellikle 2018 yılından bu yana demokrasinin anayasada yer alan bir ilkeden başka öneminin olmadığının muhalefet tarafından anlaşılmış olması beklenir. Anayasaya ve yasalara aykırı uygulamaların yargısal denetimine çok fazla değer atfetmek de aynı nedenle muhalefetin stratejik hatalarından biridir. Mutlaka yasal olarak yapılması gerekenler yapılmalıdır ama bu yapılanların muhalefet etmenin temeli olduğunu düşünmek, mevcut ortamda ancak stratejik bir hata olarak kabul edilebilir. Geriye bir tek stratejik seçenek kalmaktadır; Örgütlü sivil toplum ve toplumun bütün kesimleriyle sıkı bir bağ kurmak ve siyasetin gündemini belirlemek.
Ana muhalefet partisi olarak CHP’nin siyasi gündemi belirlemek için bazı önemli adımları olduysa da bunlar hiçbir zaman halkla bütünleştirilemedi. Çünkü CHP yasama ve yargı konusundaki başarılı girişimlerini sivil toplum örgütleri ve toplum kesimleriyle desteklemeyi başaramadı. Burada Kemal Kılıçdaroğlu’nun liderliğinin büyük payı olduğunu düşünenlerdenim. Oysa yıpranmış bir iktidarın karşısında stratejik olarak en güçlü seçenek, toplumun sesi olabilmekti. Hatta anaysa ihlallerine karşı çok daha net, çok daha aktif tutum takınmak gerekiyordu. 2017 Referandumu, bu konuda en kritik kilometre taşıydı. Ama muhalefet, yasalara aykırılığın çözümünü olmayan adalette arama hatasına düştü. Belki de muhalefet, bu konuda sadece siyasetin tepki vermesinin yeterli olacağını düşünüyordu. Ama öyle olmadı. Sessiz kalınan darbe sonrası özgürlük alanları hızla daralırken, makro-ekonomik dengeler hızla bozulmaya başladı.
Son seçim özelinde baktığımızda muhalefet, aynı stratejik hatasını sürdürdü. Siyasi iktidarın medya üzerinde kurduğu tahakkümü bilmesine rağmen, bunu hafife aldı. Erdoğan, siyasi etiğe hiçbir şekilde sığmayan montaj videosunu “ama montaj ama bilmem ne” diye savunurken, muhalefet bunun Cumhur İttifakı seçmen kitlesi üzerindeki etkisini gerektiği kadar önemsemedi. Oysa çare de çözüm de halktaydı. Söylem bazında yapılan muhalefet yeterli görüldü ama söylem alanının bile iktidarın kontrolünde olduğu gerçeği göz ardı edildi. Toplumda geniş kesimleri etkisi altına alan değişim rüzgârı, muhalefetin yelkenlerini dolduramadı. Çünkü nereye gideceğini bilmeyen bir gemiye hiçbir rüzgâr yardımcı olamazdı. Eksik olan şey, eylemdi.
Toplumun geniş kesimlerini temsil ettiği düşünülen bir siyasi yelpaze siyasi düzeyde bir araya getirilince, tabanın da bir araya geleceği düşünüldü. Bu çok büyük bir yanılgıydı. İdeolojik farklılıklardan bir ortak politika metni üretmek çok takdir edilecek bir başarı olsa da, bunun uygulama alanının olmadığı görülemedi. Çünkü sorun yukarıda değil tabanda birleşmenin olmamasıydı. Bu körlüğü yaratan ise siyasi parti örgütlerinin yapısı nedeniyle liderlerin neler olup bittiğini doğru anlamasının mümkün olmamasıydı.
Nazım Hikmet, “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?” şiirinin özünde, devrimci bir liderin artık devrime katkı sağlayamayacağını düşünerek intiharını anlatmaktadır. Mücadelenin toplumsallığı bireyselliğin önünde olmalıdır. Bu çerçeveden bakıldığında, Kemal Kılıçdaroğlu’nun kişiliğini ve liderliğini eleştirmek anlamsızdır. Çünkü sorun Kılıçdaroğlu’nun iyiliği/kötülüğü sorunu değildir. Bu nedenle kendisinin, artık liderlikte ısrarcı olmasının toplumsal muhalefete zarar verdiğini görmesi gerekmektedir. Bu gerçeklik, Kılıçdaroğlu’nun söylediklerinin ve yaptığı her şeyin yanlış olduğu anlamına gelmemektedir. Kaldı ki, tespitlerindeki isabet ve çözüm önerileri konusunda tutarlılık, aksini söylemenin neredeyse mümkün olmayacağı kadar açıktır. Ancak toplumun büyük çoğunluğu değişime inanmışken, değişim için sandığa koşmuşken bu gerçekleşmediyse bu harekete önderlik etmiş olanın sorumluluğu kabul edip değişimi kendi koltuğundan başlatması gerekir.
Stratejik tercihleri nedeniyle toplumsal muhalefetin umutlarının azalmasına neden olan bir lider, eğer gerçekten liderlik ettiği harekete inanıyorsa, kendi varlığını ısrarla dayatması anlamsızdır. Bu durum kongrede delegelerin karar verebileceği bir konu olmanın çok ötesindedir. Kılıçdaroğlu’na düşen sorumluluk, yerel seçimleri beklemeden değişime önderlik etmesidir. Toplumdaki değişim talebinin iyi okunması ve bunun karşısında durulmaması, muhalefetin de, toplumun da, ülkenin de menfaatine olacaktır. Aksi halde CHP içerisinde sadece bir kesimin mutlu olduğu ve beklentileri ile hayallerini birbirine karıştırdığı bir sonuç ortaya çıkacaktır. Oysa bütün hayaller gerçekliğin duvarına çarparak yok olur…