Site İçi Arama

siyaset

Türk Siyasi Hayatında “İdeolojik Devlet” (Parti Devleti) Hastalığı Tedavi Edilebilir mi?

İttihat ve Terakki ile Türk toplum hayatına giren ve kendi “doğrularını” dayatan, baskıcı, sosyal mühendislik esaslı ‘ideolojik devlet’ aygıtı, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte CHP ve sonrasında merkez partilerin çoğunluğu tarafından kabul gören bir anlayış haline gelmiştir. Burada şunu belirtmekte fayda var: İdeolojik devlet, laik pozitivizm üzerine de kurgulanabilir dinci pozitivizmi de esas alabilir. Birinde laik dogmalar, diğerinde dini dogmalar egemendir.

Osmanlı Devleti’nin Son Yıllarındaki Siyasi Yapı:

Osmanlı Türkiye’sinde; Meclis-i Mebusan’ın 1908 yılının Aralık ayından, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin devlet yönetimini tümüyle kontrolü altına aldığı 1913 yılındaki Babıali Baskınına kadar geçen süre zarfında, büyük oranda demokratik bir çoğulcu ortama sahip olunmuştur. Devletçi-milliyetçi ana akım olarak adlandırabileceğimiz İttihat ve Terakkinin karşısında başlıca gruplar olarak Liberaller, İslamcılar ve Solcular yer alıyordu. 

Türk siyaset hayatındaki bu demokratik, çoğulcu ve tartışmacı yapı, İstiklal Harbi boyunca da büyük oranda korunabilmiştir. Birinci TBMM döneminde (23 Nisan 1920-Nisan 1923) korunmuş, hatta 5 Ağustos 1921 tarihinde Mustafa Kemâl Paşa’ya “Başkomutanlık” yetkisinin verilmesi bile bu Meclis tarafından hararetli tartışmaların neticesinde gerçekleşebilmiştir.

Cumhuriyetin Kuruluş Döneminde Türk Siyasi Sistemi:

Millî mücadelenin başarıyla sonuçlanması, henüz ismi Türkiye Cumhuriyeti olmasa da, yeni devlette, İttihat ve Terakki benzeri devletçi-milliyetçi yapıya dönüşün tekrar önünü açmıştır. Nitekim, 1923 yılının Nisan ayında alınan erken seçim kararı neticesinde yinelenen seçimlerin sonucunda, İkinci Gruba (muhalif kanada) mensup neredeyse hiç kimse yeni Meclise girememiştir. 

Yeni siyasal sistemde, devlet tedricen tek bir partinin “malı” haline gelmiş, Atatürk liderliğindeki inkılap ve modernleşme hareketinin bir parçası olarak, devlet kurumlarıyla birlikte toplumsal ve kültürel yapı da Batı tarzı bir yaşam için ‘sosyal mühendislik’ bakış açısıyla bir evrim sürecine tabi tutulmuştur. 

Bu dönemde, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) haricindeki güdümlü siyasal partilerin (1924-25 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930 Serbest Cumhuriyet Fırkası) ortaya çıkmasına yönelik denemeler yapılmasına rağmen, en nihayetinde sistem tek parti rejimi olarak 1946 yılına kadar devam etmiştir. 

Türk Siyasi Yaşamında Çok Partili Hayata Geçiş:

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyaya yayılan “demokrasi rüzgarından” Türkiye de etkilenmiştir. Batı dünyasının mutlak lideri haline gelen ABD’nin demokrasiyi adeta dikte ettiren tavrı, Türkiye’nin güvenlik endişeleri nedeniyle yanaşmak zorunda kaldığı bu ülkenin güdümünde bir demokrasiye geçişin yaşanmasına neden olmuştur. Böylece, Cumhurbaşkanı İnönü’nün verdiği icazetle, CHP’den ayrılan Bayar, Menderes, Köprülü ve Polatkan’ın önderliğinde kurulan Demokrat Parti’nin (DP) 14 Mayıs 1950 tarihinde gerçekleşen seçimleri kazanması ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa farklı bir ekolün hükümet kurma hakkını elde etmesi mümkün olabilmiştir.

İnönü liderliğindeki CHP’nin asli amacının kontrollü ve kısmi bir yarışmacı siyasete geçmek olduğunu söyleyebiliriz. CHP’nin beklentisi; DP karşısında galip gelinmesi veyahut seçim kazanılamasa bile, 1923 yılından beri hukuki, ideolojik ve fiili olarak CHP’lileşmiş “Cumhuriyet” çerçevesinin dışına DP’nin de çıkmamasıydı. 

Öte yandan Amerikan yanlısı tutumuyla iktidarını perçinleyen DP de zamanla kendini CHP’den daha fazla “devlet” olarak görmeye başlamıştır. Bunun üzerine CHP; DP iktidarının dini özgürlüklere daha fazla yer veren bir devlet anlayışına yönelmesini fırsat bilmiş ve Menderes Hükümetlerinin ekonomi, askeri ve siyasi yaşamda yaptığı bazı hatalardan yararlanmıştır. Neticede CHP, gayri resmi olarak, 27 Mayıs 1960 ihtilalinin yapılmasına bir bakıma öncülük etmiştir.

“Kontrollü Demokrasi” Dönemi:

1960 ihtilaliyle birlikte iktidarı yeniden “ele geçiren” CHP öncülüğündeki devletçi seçkinler (yüksek bürokratlar, aydınlar, bilim adamları ve silahlı kuvvetlerin üst kademesi), ülkenin DP benzeri iktidarlar elinde ‘rayından çıkmamasını’ garanti edecek liberal yönü de olan bir anayasa üzerinde uzlaşmaya varmışlardır. Böylece Türkiye, adeta “kontrollü demokrasi” rejimine geçiş yapmıştır. 1971 müdahalesi anayasanın “liberal” özelliğini rafa kaldırmış, 12 Eylül 1980 darbesi ise 1960 anayasasını kökten değiştirmeyi, anayasal düzeni yeniden kurmayı gerekli görmüştür. 

Sağ-Sol kavgalarının ve bozulan ekonomik düzenin bir uzantısı olarak yönetime el koyan 12 Eylül rejimi, devletçi-seçkinci yapıyı korumaya odaklanmış, siyasal süreci kontrol altında tutmak istemiş ve bu uğurda gerektiğinde ‘veto’ mekanizmasını kullanmak suretiyle, ‘devlet tarafından istenmeyen aktörleri’ devre dışı bırakmıştır.

Yine de Turgut Özal tarafından kurulan muhafazakâr (sağcı) bir partinin iktidarına engel olunamamış ancak kısmen askerî vesayet sistemi ve ideolojik devlet çatısı, Özal’ın avuca sığmaz renkli ve liberal kişiliğine rağmen, Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in uhdesinde korunmaya gayret gösterilmiştir. 

1989 yılında Evren’den sonra Özal’ın Cumhurbaşkanı koltuğuna oturmasıyla birlikte, daha çok da Soğuk Savaş’ın sona ermesinin dünyada yeni düzen arayışlarının önünü açmasının etkisiyle, Türk siyasi ve devlet yapısındaki neredeyse tüm mekanizmalar, askeri vesayet dahil, tartışılır hale gelmiştir. Bu arada, 1993 yılında Özal’ın vefatı sonrasında Demirel, Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Demirel’in partisi Doğru Yol (DYP)’un başına gelen Tansu Çiller ile Refah Partisi’nin başkanı Necmettin Erbakan birlikte koalisyon hükümeti kurmak durumunda kalmışlardır. 

Dindarlık Vasfı Öne Çıkan Partilerin ve Kişilerin Mağdur Edilmesi:

Bu dönemde, devletçi-seçkinci yapı özellikle Refah Partisi’nin iktidara ortak olmasından ve ayrıca 1984 yılından itibaren PKK terörünün dayanak noktası olarak görülen etnik yapının da demokratik siyasal sürecin bir parçası olmaya başlamasından rahatsız olmuştur.

‘Şeriat ve Bölünme’ korkusuyla hareket eden ‘devletçiler’ bir refleks olarak “Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Bölünmez Bütünlüğünü” korumaya odaklanmışlardır. Türkiye’de neredeyse suni bir şekilde, devletçi bürokratik yapı ve yargı elitleri eliyle demokratik sistem baskı altına alınmış, “ideolojik devletin” doğruları adına birtakım dayatmaların ve tedbirlerin hayata geçirilmesine gayret gösterilmiştir. Batı Çalışma Grubu ve 28 Şubat Kararları ile simgeleşen bu dönem, özellikle toplumun dindar kesiminin “mağdur” edilmesi algısına hizmet etmiştir. 

Bu Laik esaslı tez görünürde büyük ölçüde başarılı olmuş olsa da, esasında siyasal sistemde belirgin bir ölçüde, Dindar esaslı anti-tezinin ortaya çıkmasının da önünü açmıştır. Bu dönmede devleti kutsayan partilerden oluşan hükümetler, 2002 yılına kadar Türkiye’yi idare etmişlerdir. Askeri vesayet söylemiyle özdeşleşen ve Ecevit’in Demokratik Sol Partisi (DSP) ve Devlet Bahçeli’nin Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) dahil ortak siyasi paydada buluşan merkez partileri, “devletin yüksek çıkarları” bağlamında bir siyaseti takip etmeye öncelik vermişlerdir. Bu arada, ekonominin işleyişindeki temel dinamikleri yönetememişler ve 2001 krizinin çıkmasına neden olmuşlardır. Üstelik, Türk toplumunun taleplerini yakalamayı, toplum içindeki farklılıkları temsil etmeyi de ıskalamışlar, neticede toplum nazarında neredeyse karşılığı bulunmayan sistem partileri haline gelmişlerdir.

Mağdurların Partisi AKP İktidar Oluyor

Bu ortamda, tek-tipleştirmeye karşı yeni bir ses olarak ortaya çıkan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), “ideolojik devlet” tarafından mağdur edilen AKP başkanı Erdoğan’ın liderliğinde, başta kendini dindar ifade edenler olmak üzere, toptancı sosyal mühendisliğe karşı bir duruş sergileyen neredeyse tüm siyasi kesimlerin de oyunu alarak, 2002 yılının Kasım ayında iktidara gelmiştir. 

Türk demokrasi tarihinde İttihat ve Terakki’de bu yana devam eden siyasi yapıya gerçek manada bir alternatif olarak ortaya çıkan AKP; sözde Atatürkçü olan devletçi-seçkinci eski yapıyla, iktidarını perçinledikçe, adı konulmamış ancak “askeri vesayeti ortadan kaldırmak” söylemiyle mücadele etmeye başlamıştır. 

AKP; iktidarının ilk döneminde (2002-2007) Avrupa Birliği üyelik kriterlerini kendisine çıpa olarak belirlemiş ve AB’yi manivela olarak kullanarak, Türk devlet yapısının Batı sistemine entegre edilmesinin önünü açmaya çalışmıştır. Ekonomik yaşamdaki olumlu gelişmelerle birlikte AB’ye üyelik umudu, Türk toplumsal yaşamında olumlu bir havanın esmesine yol açmıştır. Bu ortamda 2007 seçimlerini de kolaylıkla kazanan AKP, bundan sonrasında belirli bir hayat tarzını egemen kılmak isteyen Laik esaslı devletçi-seçkinci kesimin üzerinde titrediği ‘kuralları’ bir bir rafa kaldırmaya yönelmiştir. 

Bu arada askeri vesayetin önde gelen temsilcileri olarak ‘görülen’ askerler ve bazı bürokratlar, sonradan FETÖ denilen Gülen Cemaati mensuplarının hakimiyetinde olduğu anlaşılan bürokratik yapı kullanılmak suretiyle, “Balyoz, Ergenekon ve Casusluk” benzeri yargılamalarla tasfiye edilmişlerdir. Emekli Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları, muvazzaf subay ve astsubaylara kadar indirgenen tutuklamalar ve yargılamalar neticesinde, ‘askeri vesayet’ yerle bir edilmiştir.

Bu arada 2015 yılında yapılan Haziran ve Kasım seçimlerinden de başarıyla çıkan AKP iktidarı, FETÖ’nün 15 Temmuz kalkışmasına izin vermemiş ve darbecileri halkın büyük çoğunluğunun desteğini de yanına alarak bertaraf etmiştir. Bu noktadan itibaren, 11 Eylül 2001 İkiz Kulelere Saldırı olayından sonra neredeyse tüm dünyayı “Ya bizdensiniz ya da bize karşısınız!” anlayışıyla baskı altına alan ABD Başkanı Bush benzeri bir anlayış, başta Erdoğan olmak üzere, AKP iktidarına ve partisine de sirayet etmiştir. MHP’nin iktidar ortağı olmasıyla birlikte halkın darbeye karşı etrafında kenetlendiği “Cumhur İttifakı”, 15 Temmuz sonrasında kolaylıkla başkanlık sistemine geçiş yapmayı ve aynı zamanda adı konmasa da, din-milliyetçilik temelli “yeni ideolojik devlet” haline gelmeyi başarmıştır.

İdeolojik Devlet Nedir?

İttihat ve Terakki ile Türk toplum hayatına giren ve kendi “doğrularını” dayatan, baskıcı, sosyal mühendislik esaslı ‘ideolojik devlet’ aygıtı, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte CHP ve sonrasında merkez partilerin çoğunluğu tarafından kabul gören bir anlayış haline gelmiştir. Burada şunu belirtmekte fayda var: İdeolojik devlet, laik pozitivizm üzerine de kurgulanabilir dinci pozitivizmi de esas alabilir. Birinde laik dogmalar, diğerinde dini dogmalar egemendir.

İdeolojik devlet, belirli bir hayat tarzını egemen kılmayı amaçlayan ‘buyurucu’ yapısıyla, özgürlük, insan hakları ve temel hukuk devleti ideallerine pek sıcak bakmaz. Bunları siyasal sistemin temel normları olarak görmez. Eğer özgürlük ve insan hakları esas alınırsa, devletin baskıcı, dayatmacı, tek-tipleştirici politikaları geçersiz kalır. Yine hukuk devleti yaklaşımı; keyfilik, ayrımcılık, nepotizm, cemaatçilik ve benzeri imtiyazlı yapılarla bağdaşmaz. Oysa bu tür şeyler, herhangi bir ideolojik devletin temel özellikleri arasında yer alır. 

‘İdeolojik devlet’ anlayışına bağlı hükümetler, insanlar arasında inançlarına, siyasi anlayışlarına, dünya görüşlerine ve hayat tarzlarına göre ayrım yapmayı gerekli görürler. İdeolojik devletin kendi ‘doğrusu’ eğer dini inançlar ise dünyevi felsefe ve hayat tarzlarına; laik ise dini felsefe ve buna bağlı hayat tarzlarına hayat hakkı tanımaz.

Her iki kesim de, toplum içinde kendi ideolojik duruşunu benimseyenleri böyle olmayanlar karşısında kayırır, onları ayrıcalıkla hale getirir ve bu arada diğerlerini de ötekileştirir. İdeolojik devlet anlayışını öncelikli gören partiler ve bunların uzantısı hükümetler, tamamlayıcı ve koordine edici bir devlet ve siyasi işlev yerine, toplumun tümüyle devlet tarafından planlanıp, gerçek manada “yönetilmesine” odaklanırlar. Kendi ideolojik anlayışı doğrultusunda ‘devleti kutsayan’ bu siyasi yaklaşım, partiyi destekleyenleri ‘vatansever’, desteklemeyenleri ise ‘hain’ görme eğilimine kolaylıkla kayabilir.

Cumhur ve Millet İttifakları ile Diğer Partiler

Gelinen noktada, halihazırda Türkiye; içinde AKP, MHP ve Büyük Birlik Partisi (BBP)’nin bulunduğu Cumhur İttifakı tarafından temsil edilen ‘ideolojik devlet’ tarafından yönetilmektedir. 

Altılı Masa olarak isimlendirilen Millet İttifakı, esasında ideolojik devletin bazı kutsallarına özünden bağlı olduğundan ve/veya ideolojik devletin temsilcileri tarafından ‘hain’ diye damgalanmaktan çekindiğinden olsa gerek, etnik temelli Halkların Demokratik Partisi (HDP)’ni ittifak çatısının içine almadığını açık bir şekilde beyan etme ihtiyacını hissetmiştir.

Türkiye, 2023 yılında yapılacak genel seçimlerle, önemli bir tarihsel dönemeçten geçecektir. Devletçi-Seçkinci yapının temsilcilerinin yer aldığı laik esaslı ‘ideolojik devlet’ yanlısı partilerden bayrağı teslim alan AKP, günümüzde din-milliyetçilik temelli kendi ‘ideolojik devletini’, MHP’nin desteğiyle kurmuştur. 

Sonuç:

Türk insanı olarak; felsefi, dini, ahlaki inançlarımız, dünya görüşümüz ne olursa olsun, özgürlük, insan hakları ve hukuk devleti esaslı gerçekten özü demokrasi olan bir yapıya geçmeyi hedeflemeliyiz. Türk toplumuna yakışan gelecek budur.

Halihazırda '“Ya bizdensiniz ya da bize karşısınız!' şeklinde özetlenebilecek siyaset ve devlet yönetimi anlayışı, toplumu, siyaset yaşamını, iş dünyasını, bürokrasiyi ve hatta sokaktaki sıradan insanları "karpuz gibi ikiye bölmüştür, bölmeye de devam etmektedir!" Bu gidişat ve tutulan yol, hayra alamet değildir. Bölünerek değil, bir ve beraber olunarak bu ülkenin yönetilmesinin bir yolu mutlaka bulunması gerekir. Birbirimizi ötekileştirmeden, hainleştirmeden bunu yapabilmeliyiz. Bu ülkeyi artık bir barış ikliminin hakim olduğu, herkesi kucaklayan bir vatan haline getirmeliyiz. Çok zor olmasa gerek diye düşünüyorum...

Bunun için, Cumhuriyet’in kuruluş yılından tam 100 yıl sonra gerçekleştirilecek bu seçim; toplumsal bölünmüşlüğü ve ötekileştirmeyi ortadan kaldırılması, laik-din-etnik tüm fay hatlarına paye vermeyen bir anlayışın tesis edilmesi fırsatını bize tanıyabilir. Cumhur ve Millet İttifakları içinde yer alan partiler ile HDP dahil herhangi bir ittifak içine dahil olmayan tüm siyasi partilerin, artık Türk insanına yaraşır bir siyasi sistemi benimsemek ve totaliterliğe giden yolu açmaya meyilli ‘ideolojik devlet’ hastalığını kökünden kazımak noktasında bir araya gelmelerini beklemek, ne derece gerçekçi olur? 

Biliyorum gerçekçi değil, pek oluru da yok ama Türk Siyasetinin, dogmalara dayalı "ideolojik devlet" hastalığından bir an önce kurtulması bir zorunluluk olarak hepimizin önünde bir vazife olarak duruyor. Kimsenin kimseyi ötekileştirememesi, hain diye damgalayamaması için artık "ideolojik devlet" ve/veya "parti devleti" kutsamalarına son verilmelidir. Değilse, Türk toplumu olarak bir milim ilerlememiz mümkün olamayacak gibi gözüküyor.

Kaynaklar:

Erdoğan M. (1998). Siyasal Sistem, Devlet ve Rejim, (içinde Yeni Türkiye 98/23-24), ss.801-817.

Duverger M. (1974). Siyasi Partiler. (Çeviren: Doç.Dr.Ergun Özbudun). Bilgi Yayınevi, İkinci Basım, Ankara.

Çaylak A. vd. (2009). Osmanlı'dan İkibinli Yıllara Türkiye'nin Politik Tarihi. Savaş Yayınevi. 3. Baskı. Ankara.

Dr. Hüseyin Fazla
Dr. Hüseyin Fazla
Tüm Makaleler

  • 11.08.2022
  • Süre : 5 dk
  • 1084 kez okundu

Google Ads