“Son Emir: Batırın” Demek O Kadar Kolay mı?
II. Dünya Savaşı'nda Nazilerin, Sovyet donanmasına üstünlük kurmak için kara ve nehir yoluyla binlerce kilometre taşıyarak Baltık Denizi'nden Karadeniz'e getirdiği altı adet U-Boot’un (denizaltının) hikayesi insana ilginç çağrışımlar yapıyor.
Bu Pazar gününde size, öyküsü Karadeniz’de ve Türk topraklarında geçen ve bir deniz subayı olan Rudolf Arendt tarafından kaleme alınan ‘Son Emir: Batırın” kitabından bahsetmek istiyorum. Sınırlarımıza dayanan II. Dünya Savaşı'nın az bilinen yönlerine, günlerine ışık tutan, ülkemizin o zamanki durumundan kesitler sunan önemli bir kaynak kitap olarak okunmaya değer olduğunu değerlendiriyorum.
II. Dünya Savaşı'nda Nazilerin, Sovyet donanmasına üstünlük kurmak için kara ve nehir yoluyla binlerce kilometre taşıyarak Baltık Denizi'nden Karadeniz'e getirdiği altı adet U-Boot’un hikayesi insana ilginç çağrışımlar yapıyor. U-Boot terimi Almanca’daki Unterseeboot (İngilzce under sea boat) referans alınarak o dönemde kullanıma giren Alman denizaltılarına verilen isim olarak biliniyor. Yazının bundan sonrasında U-Boot yerine anlaşılırlığa katkı adına, Alman denizaltısı tabirini kullanacağım.
Almanların İkinci Dünya Savaşı’nda her yerde var olma arayışları var. Ruslarla mücadele edebilmek için Karadeniz’de de olmak istiyorlar. Su üstü gemilerini getirmeleri hem zor hem daha riskli olunca, çareyi denizaltı harbine başvurmakta buluyorlar. Karadeniz’de o yıllarda Alman müttefiki olan Romanya’nın Köstence limanında parça parça inşa edilen toplamda 6 adet Alman denizaltısı, Karadeniz’de 1942-1944 yılları arasında 57 adet operasyona katılmışlar. Bu denizaltılardan 3 adedi çatışmalar neticesinde savaşamaz hale gelmişler. Savaş seyri esnasında Romanya'nın düşmesiyle birlikte Alman denizaltıların da Karadeniz’de üs olarak kullanabilecekleri bir yer kalmaz. Alman denizaltılarını Karadeniz'den çıkarabilmek amacıyla o dönemde savaşın dışında kalan tarafsız Türkiye'ye yapılan teklifler de Türk hükümetince kabul görmez.
Bunun üzerine Alman Donanma Komutanlığı elde kalan üç denizaltının Türk sahillerinde batırılmasına, denizaltı mürettebatının da Ege Denizine, buradaki adalarında konuşlu Alman birliklerine ulaşmalarını emreder. Üç denizaltı sırasıyla Karasu, Ağva ve Zonguldak Ereğli’de batırılır. Ancak karaya çıkan Alman denizaltı personelinin hepsi Türk topraklarında teker teker yakalanarak savaş şartları gereği Türkiye’de enterne edilirler (1944-1946). Kitabın yazarı bu batırılış hikayesi yanında Alman denizaltıcılarının Türk topraklarında Ege adalarına ulaşmak için verdikleri uğraşı, macera dolu yolculuklarını ve nihayetinde başarısızlıkla biten serüvenlerini anlatıyor. Türk güvenlik güçleri tarafından yakalanan Alman denizaltıcılar, enterne edildikten sonra önce Konya’nın Beyşehir ilçesinde ve daha sonra da Isparta’daki savaş esirleri kampında ‘misafir’ edilirler.
Yazar Arendt kitapta aynı zamanda çocukluğunu, aldığı nasyonalist eğitimi, donanmaya katılma sürecini, Karadeniz'de yapılan denizaltı operasyonlarını, Türk kıyılarında tahrip kalıplarıyla batırılan denizaltıları, karaya çıkınca yakalanışlarıyla başlayan esaret sürecini ve sonrasını anlatıyor. Yani bir Alman subayı kendi gerçek bir yaşam öyküsüyle bizi buluşturuyor.
II. Dünya Savaşı sonrasında 1956 yılında yeniden faaliyete geçen (Almanlar 1955 yılında NATO’ya katıldıktan sonra) Alman Deniz Kuvvetlerine katılan ve 1983 yılında Tümamiral rütbesindeyken emekli olan Arendt kitabında (savaş yıllarında henüz Üsteğmen rütbesinde) Nazi döneminde neyi nasıl gördüğünü, güçlü Nazi propagandasının etkisiyle haklı bir savaş sürdürdüklerine inandığını, nihayetinde olan-bitenden habersiz olduklarını ve yıllar sonra askeri ve politik olarak durumu nasıl değerlendirdiğini de analiz ediyor. Savaş esnasında Türkiye'nin durumunu ve savaş dışında kalma çabalarını da değerlendiriyor. Bu yönüyle bizi de anlatması kitabı Türk okuyucu açısından daha da değerli kılıyor kanaatindeyim.
Sahillerimizde batırılan üç Alman denizaltısı yıllar sonra bulundu. Bu denizaltılardan U-20 1994 yılında Karasu’da, U-23, 2019 yılında Ağva açıklarında bulunmakla birlikte Zonguldak/Ereğli açıklarında batırılan U 19 ise hâlâ bulunamadı. Batık avcılarının yapacağı başarılı bir keşfi denizaltındaki yatağında sakince bekliyordur sanıyorum.
Arendt’in 1944-45 yıllarında gördüğü Türkiye, kaçış güzergahında geçtiği yerlerdeki yokluğu, mahrumiyeti, bulunduğu şehirlerdeki halkın genel durumunu ve Türk ordusunun kendilerine gösterdiği hüsnü kabulü olabildiğince objektif bir dil ile anlatmasını değerli buluyorum. Daha sonra ülkesine, Almanya’ya döndüğünde gördüğü Almanya’nın perişan virane halini de içinde taşıdığı acı duygularla betimlemesi, savaşın kötü yüzünü tüm çıplaklığıyla yansıtması, ders alınması yönüyle okuyucuya faydalı çıkarımlar sunuyor, değerli çağrışımlar yaptırıyor.
Bu kitapta Arent’in maceraları ve gözlemleri kadar dönemin Alman Yüksek Komutanlığının savaş ile ilgili aldığı kararlar ve bunların merkezindeki tartışmalarda önemli yer tutuyor. Örneğin Hitler, ünlü Barbarossa Harekâtı için (Rusya’nın istilası) Alman Genelkurmayını gerekli çalışmaların ve planlamaların yapılması yönünde talimat verdiğinde, kendisini ikna çabalarını anlatıyor. Büyük Amiral Raeder “Hitler’i ideolojik olarak ille gerekiyorsa Rusya’ya yapılacak riskli saldırıyı ana düşman İngiltere yenildikten sonra başlatmaya ikna etmeye çalışıyordu.” diyerek o döneme de ışık tutuyor. Bu çabalara karşılık Hitler’in talimatı ise “Alman Ordusu İngiltere’ye karşı yürütülen savaş sona ermeden de Sovyet Rusya’yı hızla zapt etmeye hazırlıklı olmalıdır!“ şeklinde olunca, Almanların acı sonu yaklaşmaya başlıyor. Yazara göre hedef Volga-Arkhangelsk hattına ulaşmak olmalıydı.
Almanlar bu savaşa da tıpkı Birinci dünya savaşında olduğu gibi, denizlerde İngiltere’ye karşı tam bir üstünlük kuramadan girmişler ve bu nedenle İkinci Dünya Savaşı’nın sonucu da aynı şekilde Almanlar için tekrar bir hüsran olmuştur.
Almanlar savaşta eksik olan su üstü hattı harp gemileri alanındaki açıklarını kapatmak için, ağırlık merkezi Atlantik’te olmak üzere, Akdeniz ve Karadeniz’de denizaltı savaşını başlatmışlar ama su üstü gemilerinin ve Hava Kuvvetlerinin desteği olmadığından denizaltı savaşlarında da bekledikleri başarıyı doğal olarak elde edememişlerdir.
Savaşın başında Alman Denizaltı Filosunun başında olan Amiral Dönitz’in elinde 50 adet denizaltı vardı ve bu sayı kesinlikle böyle büyük bir savaşın kazanılması için gereken sayının çok altındaydı. Bu nedenle gecikmeksizin savaş boyunca denizaltı yapımına soyunan Almanya, toplamda 1.500 yeni denizaltı yaptı. Bu denizaltıların 750 adedi ve bunlarda görev yapan yaklaşık 40.000 Alman denizaltıcısı kaybedildi. İngiltere’nin canının yakılmasına rağmen ada tam manasıyla abluka altına alınamadı. Yoğun hava bombardımanlarına rağmen Hitler’in beklediği İngiltere dizlerinin üstüne çökmesi mümkün olamadı.
Denizlere hâkim olan İngilizler sömürgelerinden her türlü gıda, hammadde ve insan kaynağını anavatana taşıyabiliyordu. Bu durumda ABD’nin de 1940 yılından itibaren önce ödünç verme ve kiralama yasası, daha sonra da doğrudan satış ve en sonunda da 7 Aralık 1941 tarihinde doğrudan İngiltere’nin yanında ve Almanların karşısında savaşa girmesi her şeyi değiştirmişti. İngiltere’ye ABD can simidi atmıştı. Almanların İngiltere karşısındaki üstünlüğünü artık sürdürme imkânı kalmamıştı.
Bu büyük savaşta Almanya’ya karşı İngiltere’ye yardım eden ABD benzer politikayı bugün de Ukrayna’ya yardım etmek suretiyle, Rusya’yı dize getirmeye çalışıyor. Üstelik tüm diğer Avrupalı ulusları da baskı altına alıp Ukrayna’ya yardıma zorlayarak Rusya ile onları hasım hale getirme politikasını bir yönüyle başarıyla uygulamamaya devam ediyor kanaatindeyim.
Kitapta Türkiye’nin savaşın tarafı olmamak ve savaş dışı kalabilmek için yaptığı tüm politik manevralar, siyasi zikzaklar, bütün çıplaklığı ile anlatılıyor. Türkiye’nin 1941 sonuna kadar Almanya’ya daha yakın durması, 1942’den itibaren müttefiklere doğru meyletmesi ama savaşın başından beri her iki taraf ile de saldırmazlık paktı imzalayıp durumu idare etmeye çalışması, her iki taraf ile de hem diplomatik ilişkileri yürütüp, hem de ticari faaliyetlerini olabildiğince devam ettirmesi bir Alman subayının gözlemleri olarak başarılı bir şekilde anlatılıyor.
Hitler’in İnönü’ye ve İnönü’nün de Hitler’e gönderdiği mektupların tam metni konuya liderlerin gözünden ve her iki ulusun birbirinden beklentilerinden bahsediyor. Bazı bilinmeyenlere ışık tutuyor, hatırlatıyor.
1944 yılının başlarında bile Türkiye, Almanya ile ticari ilişkilerini sürdürüp diplomatik ilişkilerini kesmezken, müttefiklerin artan baskıları, silah sevkiyatını durdurmaları ve Türk ihraç ürünlerine ambargo koymaları neticesinde; Türkiye mecburen 1944 yılının Nisan ayında Almanya’ya krom ihracatını durduruyor. Diğer malların ihracatında da %50 azaltmaya gidiyor. Nihayetinde savaş bitmek üzereyken 2 Ağustos’ta Almanya ile tüm diplomatik ilişkisini kesiyor.
Bu arada ocak ayında alman dostu olarak bilinen Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak görevden alınıp, yerine İngilizlerin çok beğendikleri, değer verdiklerini saklamadıkları Orgeneral Kazım Orbay getiriliyor. Haziranda da Almanlarla iyi ilişki kurmasıyla tanınan Numan Menemencioğlu da görevden alınıyor. Böylelikle Türkiye hem gelmekte olan müttefik zaferini görerek, hem de Balkanlarda artmakta olan Rus nüfuzundan çekinerek açıktan Batı ittifakına savaşın içinde oynamaya başlıyor.
Okunası bir kitap. İyi pazarlar.