Site İçi Arama

tarih

Türk Hava Kurumu Yararına İkinci Seyahat

Onlar soruyorlar, ben anlatıyordum. Efsaneler gibi, duygularında yer yapan havacılık konuları, onlara çok çekici bir öğretim konusu gibi geliyordu. Havacılık ilminin incelikleriyle, savaşlarda düşmanla yapılan boğuşmalara kadar, anlattığım şeyler Türk gençlerine etki ediyordu. Dinledikleri heyecanlı masallardan ziyade uçuculuk konularından sonsuz zevk alıyorlardı.

1931 yılı...

Uçmaya alışmış bir insanı yere bağlamak, bir kuşu kafeste tutmaya benzer gibi geliyor bana. Uçmak ve bu zevki her Türk yavrusuna aşılamak önüne geçilemez ilahi bir arzuydu bana. Fakat yalnızdım, temelsiz bir yolun fakir bir yolcusu idim. 1925 ve 1930 senelerinde hava sanayiine kazandırdığım iki eserim, Vecihi VI ve Vecihi XIV ile tam başarıya ulaştığım halde, bu pürüzsüz başarılarıma rağmen yine de yetimdim.

Emindim ki, kurum propagandası olarak düzenlenen bu hava seyahatleri, kurum amacını yaşatmaktan ziyade, kuruluşun devamlılığını sağlayacak gelir kaynaklarını temin gayesini hedefliyordu. Ama ben çok başka düşünüyordum. İdealime hizmet yolunda kavuştuğum bu imkânı değerlendirmek için bir fırsat sayıyordum. İşte bu ülkü ile ikinci seyahatimle yurdumuzun kahraman duygulu çocuklarına havacılık sevgisi ve inancı aşılamak için duramıyordum, nitekim birinci turnem, ulusal havacılık yoluna gönülden bağlı heveskarlarını tanımaya özel bir fırsat bulmuştum. Ziyaret ettiğim bütün bölgelerde medeni araçlara ruhen inanan insanlarla karşılaşmıştım. Yaradılıştan kahraman doğan gençlerimiz eğlence türünden gezi uçuşlarıyla değil, bizzat uçucu olmak için çırpınıyorlardı.

Onlar soruyorlar, ben anlatıyordum. Efsaneler gibi, duygularında yer yapan havacılık konuları, onlara çok çekici bir öğretim konusu gibi geliyordu. Havacılık ilminin incelikleriyle, savaşlarda düşmanla yapılan boğuşmalara kadar, anlattığım şeyler Türk gençlerine etki ediyordu. Dinledikleri heyecanlı masallardan ziyade uçuculuk konularından sonsuz zevk alıyorlardı.

9 Kasım 1931. Ankara’dan İkinci Seyahate Başladık

Yine emektar uçağım Vecihi XIV, makinistim Hamid ve bu cesur arkadaşımın kucağında konfeti çuvalları olduğu halde, tam ağırlığımızla, kalabalık uğurlayıcı halk arasında yükselerek güney yönüne uçuşa başlamıştık. 

Birinci seyahatten, özellikle iniş meydanları hakkında karşılaştığım zorluklar sebebiyle ikinci seyahat için daha esaslı önlemler almak ihtiyacı duyulmuş ve kurum şubelerine bu konu hakkında gerekli bilgileri ve önerileri içeren genelgeler gönderilmişti. Ben bu seyahatin tam emniyet içinde işlemesini düşünürken kurum idaresi de bu seyahat nedeni ile büyük bağışlar beklediğini belgelerde belirtiyordu.

Ankara’dan ayrıldıktan sonra ilk ziyaret Gölbaşı’ndaki ocağımız ve sonra Bala kasabamız olacaktı. Gölbaşı nahiyemiz Ankara’nın banliyösü durumunda olduğu için, bütün halkın programdan bilgisi vardı. Halk ellerinde bayraklarla yolları doldurmuştu, buraya kurumun şükran kartlarını yaydıktan sonra Bala kasabamıza doğru uçuşa devam ettik. Altımızda Ankara-Kırşehir yolu, tek tük ulaşım araçları ve pek seyrek köyler, bu çorak arazide gördüğümüz genel manzara. Fakat biz büyük küçük demeden her canlılığı selamlıyor ve kurum şükranını yayıyorduk. 

Yarım saat devam eden uçuşla Bala’ya vardık. Bu küçük kasabada deyim yerinde ise hükümet ve okul binaları dışında bütün binalar bir kerpiç yığınından ibaretti. Ortalıkta hiç kimse yoktu. Motorumuzun hırçın sesi ile insanların evlerinden dışarıya fırladıklarına şahit olmuştuk. Bu kerpiç yığınları üzerine tekerleklerimiz temas edercesine uçarak saçtığımız kurum ilanları havada türlü renklerle yapraklanırken, bize Bala’da semavi bir olay oluyor gibi gelmişti. Burada on beş dakika dolaştık ama Bala’nın altını üstüne getirmiştik. 

Bala’daki görevimizi bitirdikten sonra güneye dönerek rotamızda uçmaya başladık. Hep o çorak arazi üzerindeydik. Gözlerimiz önünde serilen bu bölgede kaynaklar civarında beliren yer, yer küçük yeşilliklerden başka ne bir ağaç ve ne de bir bina görünüyordu. Anadolu yaylasının hemen, hemen en ıssız sahrasını geçiyormuşuz hissi vardı duygularımızda. Bu uçuşta yegâne uğraşımız, ara sıra rastladığımız eşeksüvar köylülerimizle ve çobanlarla şakalaşmak ve onlara da kurum selamlarını ulaştırmaktı.

Biraz daha ileride bembeyaz Tuz Gölünü gördük, doğa mucizesi gibi bir serap halinde göz alabildiği kadar büyük. Sahili çevreleyen toprak koyu sarımtırak, bütün dikkatimi bu manzara üzerinde topluyorum. Haritamda Tuz Gölü diye yazılı bu beyaz denizin üstünde arabalar da vardı. Dikkatimi çeken özellik de bu idi. Meğer sonradan öğrendim ki, bizim bildiğimiz normal göllerin yaz, kış durumlarını Tuz Gölü aksine olarak yaşarmış, yani kışın sarı renkte su olur, yazın donarmış, su uçar altında süt kadar beyaz ve dümdüz bir pist gibi tuz tabakası kalırmış ve bu saha beton kadar sert olurmuş.

Evet aynı manzaraya şahit olmuştuk, göl üzerinde arabalar seyir halinde iz bırakmadan geçiyorlardı. Göl üzerine vardığımızda gölün kuzeydoğu sahilinde Şereflikoçhisar kasabamızı gördük ve kasaba ile göl arasında büyük bir kalabalık toplanmıştı. Halkımızı selamlamaya başlamıştık, onlar da ellerindeki bayrakları sallayarak karşılık veriyorlardı. Bu gösteriden sonra hazırlanan düz bir çayıra indim. Burada da halkımız uçağı ilk defa görüyordu ve çok coşkulu davranıyorlardı.

Şereflikoçhisar'da Konakladık

Bu küçük bir kasaba ama mutlu halkı bambaşka bir canlılığa sahip. Bu yerin jeolojik durumu çok enteresan, ıssız dağların altı linyit yatakları, sonsuz servet yuvaları, bu zengin maden işletilmiyor fakat kasaba halkının doğal yakıtı olarak kullanılıyormuş. Buradaki havacılık hakkındaki konuşmalarımız hayli hareketli devam etmiş ve yerin uçuşa elverişli olması birçok yurttaşımıza uçuş zevki vermek imkânı sağlamıştı. O gün ve geceyi kadir bilir halkımız arasında geçirirken, konularımız havacılık ve doğal ulusal servetlerimizin işletme imkansızlığı davaları üzerinde iken, Birinci Dünya Savaşı’nda Bağdat’a gidişimizde Dicle kenarında rastladığımız bir yerde petrolün yerden fışkırdığı hatırıma gelmişti.

Ne acınacak durumlarımız vardır: Musul-Bağdat ulaşım imkanı o tarihte Dicle Nehri üzerinde keleklerle yapılan tek yoldu ve galiba Musul’dan sonra üçüncü konaklama yeriydi. Kelekler gece yüzdürülmezdi. Keleğimiz sağ sahile yanaşmış ve bağlanmıştı. Karaya çıktığımız zaman ayaklarımızın yere yapışmakta olduğunu hissetmeye başladık. Evet, bu toprak başka bir madde idi, rengi de siyahtı. Hatırımda kaldığına göre, siyah tabakanın genişliği 100 metre kadar, uzunluğu nehre paralel devam halinde idi. Siyah tabakanın toprakla birleştiği yerde Araplar tarafından yerde kerpiç takozlar üzerine konulmuş eski bidonlar vardı. Araplar bu bidonların altında ateş yakıyorlar, etrafta çalı çırpı bir şey yok, bu ateş nasıl yanıyor diye merak etmiştim. Yaklaştım ve şu manzaraya hayretle tanık oldum. Arap elindeki küreği bu siyah tabakaya daldırıyor, kopardığı kara toprağı bidonun içine atıyor, sonra ikinci küreği bidonun altına koyuyor, yanan da bu kara topraktır. İşte ilkel petrol alım aracı.

Osmanlı İmparatorluğu devrinde bu topraklar da vatanımızın bir parçası idi, bu petrol bizim malımızdı ama yurdumuzun bütün petrol ihtiyacını biz Rusya’dan ve Romanya’dan ithal ediyorduk. Birinci Dünya Savaşı sonunda bu topraklar Irak’a bırakıldı. Şimdi bu topraklar Irak’a milyarlar sağlıyor!...

İşte bir kömür ve işte geçmişten hazin bir anı. Petrol gibi sahip olduğumuz nimetlere ne kadar ilgisizmişiz? Dahası var, ileride sırası geldikçe daha acı gerçekler açıklanacaktır.

İste anılarıma acı bir sayfa daha kattığım o geceyi, biraz da sarhoşluğun etkisi diyeceğim yapay neşe içinde geçirmiştik.

10 Kasım 1931. 

Sabah, meydanda toplanan Şereflikoçhisarlıların samimi uğurlamaları ile yerden kesildik ve güneye doğru uçuşumuza devam ettik. Doğanın kavurduğu boz ve çorak arazi dalgaları gözlerimiz önüne serilmiş, adeta zevksiz bir halı üzerinde uçuş ve Aksaray adı verilmiş bakir bir kasabayı görmek isteği ile güneye akıyorduk.

Aksaray

Hareketimizden bir buçuk saat sonra etrafı yeşilliklerle sarılı Aksaray’ı gördük. Bu manzaranın ilk anda duygularımda bıraktığı izlenim düşündüğüm gibi olmasıydı. Küçük Asya’nın büyük yaylasının tek incisi demek için neden yok. Yalnız bütün eski şehir ve kasabalar gibi eğri sokaklar, bu sokaklardaki düzensiz evler göze hoş gelmiyordu ama bu evlerin dış sıvaları o kadar beyaz ki özellikle uzak mesafeden görünüşü insana neşe veriyordu.

Bu kasabanın diğer şehir ve kasabalarla ilgisi zannedersem yalnız yaz mevsimiyle sınırlı, genel yollar adına bir şey göremedim. Fakat eski devir idarelerinin ilgisizliğine rağmen buranın halkında dikkati çeken canlılık, yokluk içinde varlık yaratacak kadar ileri idi. Hele yurt ödevi anlamında ilgi çok derindi.

Kasaba üzerine geldiğimizde halkın akın, akın kasabanın batı dışına doğru koşmakta olduklarını görmüştüm, demek iniş yerini o tarafa hazırlamışlardı. Ben de uçağını o yöne çevirerek kurum teşekkür kartlarını serpmeye başladım. Çok büyük kalabalığın toplandığı bu meydan bir ırmak ile su arkanın sardığı “Pamucak” adı verilen yeşil bir adacıktı. Bu meydana küçüktür denilemez, ancak baştan başa her noktası ondüle halinde bir saha. Fakat uçağımın özel niteliği beni cesaretten yoksun bırakmamıştı. Böyle yerlere çok inişler yaptığım için hiç çekinmeden birkaç turla yeri kontrol ettikten sonra motorumu durdurarak engebenin en hafif noktasına kısaca indim. Halkımızın coşkulu gösterisi ile karşılandık. Hemen her kasabamız halkı gibi bu yurttaşlar da uçağı ilk kez görüyorlardı.

Aksaraylıların sevincine diyecek yoktu, bu ilgi 1925 yılı ilk kurum faaliyetinin ve sonra da birinci ziyaret turnemiz hakkında gazetelerimizde yayınlanan yazıların eseri idi. Kadınlı, erkekli binlerce kişinin doldurduğu bu yerde yaptığım konuşmalarla havacılık ilminin ve uçağın yurt savunmasındaki önemini, uçuşla hava sporunun insan olgunluğuna yaptığı olumlu etkilerini anlatmış ve bu suretle halkımızın havacılık davasına bağlılığının temellerini atmıştık.

Araştırmacı Yazar ve Kaptan Pilot  Celal UZAR
Araştırmacı Yazar ve Kaptan Pilot Celal UZAR
Tüm Makaleler

  • 12.08.2022
  • Süre : 4 dk
  • 1313 kez okundu

Google Ads