Site İçi Arama

tarih

Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri ve Romanı

Osmanlı bakiyesi Anadolu topraklarında Türkçülük anlayışının yeniden canlanmasında ve işgalcilere karşı verilen İstiklal Harbindeki yüksek ruhun memleket sathında hayat bulmasında ve en nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında ana akım olarak, Türk toplumuna ulus inşa kimliğini, yeniden var olma şuur ve gücünü kazandırmıştır.

Osmanlı Dönemi Akımları ve Edebiyata Etkileri:

1839 yılında Batılı devletlerin baskısıyla ilan edilen Tanzimat Fermanı, devlet içindeki bütün vatandaşları din, dil ve soy farkı gözetmeksizin bir arada tutmayı hedefleyen Osmanlıcılık görüşünün yara almasına, çok kültürlü-çok dilli Osmanlı toplumunda özellikle Hristiyan ahalinin Batı koruması altına alındığının kabul edilmesi sonucunu doğurmuştur. Sonrasında Batılı devletlerin teşvik ve yardımıyla Balkan Savaşlarına kadar uzanan ulusçuluk akımları Osmanlıcılığı bitirmiştir.

Dönemin Osmanlı padişahları, ulusçuluğa karşı bir panzehir olarak, devletin dayanak noktasını Müslüman unsurları merkeze alan İslamcı devlet politikasına yönelmeyi gerekli görmüşlerdir. Müslümanları bir bayrak altında toplama politikası olan İslamcılık akımının edebiyat dünyamızdaki en önde gelen temsilcisi Mehmet Akif Ersoy olmuştur. Bu anlayış, Osmanlı yönetimi altındaki Müslüman unsur olan Arnavutların Birinci Dünya Savaşı öncesinde kopmasıyla yara almış, savaş sonrasında İngiliz politikalarının kuvvetli tesiriyle Türk kökenli Müslümanlara karşı haince saldırılar düzenlemekten çekinmeyen Arapların da kopuşuyla birlikte, 1920’li yıllara doğru, İslamcılık temelli fikir akımı büyük oranda rafa kalkmıştır.

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde devletin resmi politikası İslamcılık olmasına rağmen, aydınların çoğunluğu memleketin içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulması için yönetim sistemi ve toplumsal düzende Batıyı esas alan bir reformculuk anlayışına yönelmiştir. Böylece Batıcılık bu dönemin büyük bir fikir hareketi olarak öne çıkmıştır.

Türkçülük ise başlangıçta tüm dünyadaki Türkleri tek çatı altında toplamayı hedeflerken, ilerleyen dönemde, özellikle Cumhuriyet’le birlikte Anadolu topraklarıyla sınırlı olan ancak ulus-devlet temelini oluşturan bir fikir akımı olarak bugüne kadar varlığını başarıyla sürdürmüştür. Bu yönüyle de edebiyatımızda verilen eserlerin çoğunluğu Türkçülük anlayışını yansıtmıştır. Hamdullah Suphi, Refik Halit, Yakup Kadri, Yahya Kemal, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Enis Behiç, Rıza Tevfik, Ziya Gökalp, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer ve diğerleri, milli edebiyatın temellerini atan öncü şair ve yazarlar olmuşlardır. Bunlardan Tanpınar, Mahir Beste isimli eseriyle, medeniyet meselesini romanına konu yapmasıyla ünlenmiştir.

Yeni Cumhuriyet Döneminde Türkçülük ve Batıcılık Eksenli Edebiyata Bakış:

Ömer Seyfettin, Ali Canip ve Ziya Gökalp’in çıkarttığı Genç Kalemler (1911) ile Türkçü Akım, dilde sadeleşmeyi, aruz vezni yerine hece veznini kullanmayı Türk toplumuna benimsetmişlerdi. İttihat ve Terakki Fırkası üzerinde de etkisi büyük olan bu Türkçü akım, Balkan savaşlarıyla birlikte Osmanlıcılık ve Birinci Dünya Savaşının sonu itibariyle biten İslamcılık akımlarının ortadan kalkması neticesinde, memleket aydınlarının büyük bir kesimini içine alarak, Osmanlı bakiyesi Anadolu topraklarında Türkçülük anlayışının yeniden canlanmasında ve işgalcilere karşı verilen İstiklal Harbindeki yüksek ruhun memleket sathında hayat bulmasında ve en nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında ana akım olarak, Türk toplumuna ulus inşa kimliğini, yeniden var olma şuur ve gücünü kazandırmıştır. Böylece yeni kurulan Türk Devleti’nin dayandığı temel fikirlerin başında gelen Türkçülük, Atatürk’ün gösterdiği ‘çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak’ milli hedefine yön veren Batıcılıkla birlikte, Atatürk’ün desteğiyle devletin omurgasını oluşturan ana akım olmuştur.

Cumhuriyetle birlikte Turancılıktan ziyade Anadolucu bir kimlik kazanan Türkçülük, bu hareketin fikir babası olarak görülen ve Atatürk’ün de fikirlerine değer verdiği Ziya Gökalp’in eserleriyle yeni Cumhuriyet toplumunda pekişmiştir. Gökalp’in de daha önceleri Turancılığa varan görüşlerini yansıttığı eserlerini zamanla Anadoluculuk felsefesini yansıtan bir Türkçülüğe evirdiğini görüyoruz.

Memleketçilik ve Milliyetçi Romantizm Anlayışının Edebiyata Yansımaları:

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında milli edebiyat anlayışını esas alan yazarlar ve şairler, Anadolu’yu, bu coğrafyada yaşayan insan ve yurt özelliklerini, Türk inkılaplarını yansıtan eserleri vücuda getirmişlerdir. Özellikle yapılan devrimleri halka yaymayı ve benimsetmeyi amaçlayan erken Cumhuriyet dönemindeki yazar ve şairler yazdıkları eserlerinde, romantik bir anlayışla devrimlerin heyecanını ve Batıcılığın etkisiyle kaleme alınmış gelecek tasavvurlarını yansıtmaya öncelik vermişlerdir. Gerçekçilikten kopuk eserlerinde, yıkık dökük haldeki Anadolu’nun realitesinde uzak kalmayı yeğlemişler ve sadece hayallerinde kurguladıkları devrimle değişen/değişecek bir Anadolu özlemini yazmışlardır. Bu dönem, bu nedenle sonraları memleketçi ve milliyetçi romantizm dönemi olarak isimlendirilmiştir.

Kendilerinden önceki dönemin öncü isimleri Tevfik Fikret, Mehmet Akif, Yahya Kemal gibi sanatçılarda görülen fakir ve hasta insanlar, yıkık, harabe semtler, yanmış ekinler vb. temalar bu dönemin sanatçılarının eserlerinde görülmez. Onlarca Anadolu, gümüş ırmakların, yemyeşil ovaların, bereketli ekinlerin, şairane çobanların, çalışkan ve neşeli insanların yurdudur. Görüldüğü üzere, bu yazarlar tarafından akılcı bir milliyetçilik yerine romantik milliyetçilik özlemi esas alınmıştır. Bu dönemde edebiyat boyutuyla iz bırakan büyük şairlerin ortaya çıkmaması ilginçtir.

Şiirde Sosyal Gerçekçilik: Nazım ve Necip Fazıl

1940’lı yıllarla birlikte Cumhuriyetin değerleri oturmuş, romantizm yerini sosyal gerçekçiliğe bırakmaya başlamıştır. Bu akım, erken Cumhuriyet dönemi sanatçılarının her şeyi toz pembe gören ve gösteren anlayışına bir tepki olarak doğmuştur da denebilir. Şiir alanında, eşyaya ve olaylara yeni bir bakış getiren Nazım ve Necip Fazıl, farklı ideolojiler altında bu reaksiyoner kuşağın öncülüğünü yapmışlar, bu yönleriyle, günümüze kadar uzanan Türk Şiiri anlayışının kurucuları olmuşlardır. Sade dil ve hece vezni esaslı eserler bırakan, esasında 1930’lu yıllarda şekillenmeye başlayan Milli Edebiyat devri, Nazım ve Necip Fazıl’ın yanında Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Muhip Dıranas ile kuvvetli eserleri Türk halkına hediye etmiştir.

Milliyetçi romantizm akımının öncüleri Cumhuriyetin getirdiği yeniliklere ve toplumsal değişime adapte olmaya çalışırken, Milli Edebiyatçılar ise Cumhuriyet’le birlikte gözlerini dünyaya açtıklarından, artık Cumhuriyet’i yakından idrak eden bir nesil olarak, gerçek manada edebi eserler verebilecek bir anlayışa kolaylıkla ulaşabilmişlerdir.

Nazım Hikmet, Türk dilinin ritmik yapısını başarıyla kullanan, toplumcu bir dünya görüşünü yansıtan şiirler yazan, sol kesime hitap eden ideolojik duruşuyla öne çıkan bir şair olarak dikkatleri üzerine toplamıştır. Nazım’ın bir bakıma anti tezi olan Necip Fazıl ise sağ kitleye yönelmiş, insan, toplum ve eşyanın derinliğini irdeleyen ve mistik havada şiirler yazan bir şair olarak ünlenmiştir. Aynı yıllarda, Ahmet Hamdi Tanpınar, Avrupai bir kültürü esas alan ortak tarih ve kültürümüzü yansıtan şiirler kaleme almıştır. Ahmet Kutsi Tecer yeniden yorumladığı halk şiiri tarzıyla tanınmıştır. Bu dönemde şiir tekniğini farklı kullanan bir kişilik olarak diğerlerinden öne çıkan Ahmet Muhip Dıranas ise modern sembollerle yüklü, kuvvetli bir estetik yönü olan güzel şiirlere imza atmış, Türk şiirini Tanpınar ve Tecer’le birlikte adeta modernist akımlara hazırlamıştır.

Orhan Veli ve Arkadaşlarının Garip Hareketi:

Bu şairleri takip eden Cahit Sıtkı, Orhan Veli, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi şairler ise daha yenilikçi şiirleriyle Türk şiirine şekil vermişlerdir. Özellikle Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat Horozcu’nun 1941 yılında başlattığı Garip Hareketi, Türk şiirinin içeriğini çok genişletmiş, günlük yaşamı, sıradan ilişkileri, sıradan insan hayatlarını, dilini, günlük konuşmalarını değiştirmeden yalın bir şekilde yansıtmıştır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden şekillenmeye başlayan Türk toplum hayatında bu üçlünün ortak özelliği, halk dilinden ve halk edebiyatından faydalanarak yazılan sosyalist fikirleri yansıtmaları olmuştur. Garip Hareketi aslında 1920’li yıllarda Batı toplumunda başlayan devrimci şiir akımının geç da olsa Türkiye’deki yansıması olarak görülür. Garip Şairleri; “emekçi insan” tiplemesini konuşma diliyle yazdıkları şiirlerinde yaşatmışlardır.

Aynı dönemde Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Osman Saba, kişisel, lirik şiirler yazmış, Ceyhun Atıf Kansu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Necati Cumalı ise toplumcu özelliği olan çağdaş eserler bırakmışlardır. Cahit Külebi ise halk türkülerinden yola çıkan özgün modern şiirler kaleme almıştır.

1955 sonrasında, Atilla İlhan ve arkadaşlarının başlattığı Mavi Akım; bu dönem Türk şiirine damgasını vurmuştur. İlhan, ideolojik ve toplumcu şiirlerinde bile bohem hayat anlayışını, romantizmi ve kadın-erkek ilişkilerini yansıtmasıyla ün yapmıştır. Aynı yıllarda Orhan Veli şiirinden yola çıkan Metin Eloğlu kenar mahalle insanının hayatını şiir dünyasına taşımıştır. Behçet Necatigil ise felsefi derinliği olan şiirler kaleme almayı yeğlemiştir.

Türk Şiirinde Sol Rüzgârların Etkisi ve Günümüz Şiirine Yansımaları:

Bu arada, Nazım’ın yolunda giden çok sayıda sol görüşlü şairin ortaya çıkması, toplumun Nazım tarzı şiirleri sevdiğini göstermesi, neredeyse 80’li yıllara kadar Türk şiiri denince akla mutlaka şairlerin solcu olması gerektiği gibi bir kabulü ve zorlamayı, ‘toplumsal bir algı’ olarak beraberinde getirmiştir. Soğuk Savaş dönemini ve 1968 kuşağının dünya genelinde edebiyata olan etkilerini iyi değerlendiren bu yıllardaki Türk solu ve onunla birlikte gelişen Türk edebiyatı, toplum genelinde birçok edebiyat okuyucusu ve heveslisi gencin, solcu fikirlere sahip olmayı sanatın şartı gibi görmesine yol açmıştır. Bu Türk tipi ‘solculuk’ anlayışının şiire hâkim olması; Türk toplumunda muhafazakâr kesimini ve gelenekçi yaşam felsefesinden kopamayan halkın ekseriyetini, edebiyat okuyucusu olmaktan uzaklaştırıcı bir sonucun ortaya çıkmasında büyük rol oynamıştır.

1980 sonrasında Türk toplumu; ideolojik bölünmüşlüğün yerine, kendisini 12 Eylül yönetimin yadsınamaz etkisiyle, küresel ekonomik rüzgârlara, muhafazakâr ve liberal ağırlıklı görüşlere bırakmıştır. Böylece, her şeyde olduğu üzere sanatta da bireyci eserler, iktisadi dünya, maddiyat, çok çeşitlilik, çok kültürlülük öne çıkmaya başlamış, ideolojik şiirler geri planda kalmıştır. Buna rağmen, 2000’li yıllara doğru yükselen ‘Türk-İslamcı’ ve bazen de sadece ‘İslamcı’ zihniyetin hâkim olmaya çalıştığı Türk toplum yapısında, köklü bir şiir ve edebiyat anlayışının ortaya çıkması mümkün olamamıştır.

Roman Yazımında Cumhuriyetin Etkileri:

Şiir sanatını şekillendiren toplumsal değişimler, benzer şekilde Türk Romanına da yansımıştır.

1920-1946 yıllarında yazılan romanların çoğunda; Türk romancılarının geçmişi yargılayan, son dönem Osmanlı toplum düzeninin yıkılmasına neden olan çarpıklıkları öne çıkaran, çöküş sebeplerini irdeleyen görüş ve düşüncelere yer verdiklerini görüyoruz. Bu dönemde Yakup Kadri, Reşat Nuri, Refik Halit, Peyami Safa, Abdülhak Şinasi, Mithat Cemal belli başlı romancılar olarak öne çıkmışlardır. Bu romancıların büyük bir kısmı, yüksek idealleri romanlarında betimlemeye yönelmişlerdir. Toplumun geleceğini bu ideallerin kazanılmasında görmüşler, Anadolu ortak paydasını romanlarına yansıtmışlar ve hatta bilimsel sosyalizme yakınlık duyan eserler bırakmışlardır.

Köy Romancılığı ve Kemaller Dönemi:

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, şiirde olduğu üzere, Türk romancıları, sahip oldukları ideolojik görüşlerini romanlarına da yansıtmaya başlamışlardır. Sosyalizmin etkisi altında gelişen bu dönem romanları, köy romancılığı olarak ünlenmiştir. Anadolu’da feodal yapı varsayımından yola çıkan bu romancılar, tek ve vazgeçilmez bir tarzmış gibi, Türk romancılığını ‘köylüleştirmişlerdir’. Kendilerine yer bulmak için Kemal Tahir ve Orhan Kemal’in de bunlara katıldığı köylü roman ekolünde, Marksist düşünceleriyle Sabahattin Ali’nin köy yaşamını anlattığı eserleri öne çıkar. Aynı şekilde, eşkıya hikayelerini ve kan davalarını ağırlıkla kendisine konu edine Yaşar Kemal ile bu tür romancılık olgunlaşır. Ancak, Fakir Baykurt ve Talip Apaydın, ‘Kemaller’ dönemine nazaran daha basit eserler yazmaya başlayınca, Kemal Tahir bu ekipten koparak, tarih temalı romancılığa yönelir.

Türk romancılığında köylülük ve ‘Kemaller’ akımının hâkim olduğu bu dönemde, bazı romancılar ise Dostoyevski tarzı psikolojik gerçekçiliğe yer veren eserleri yazmaya koyulmuşlardır. Bunlar arasında en ünlü olanı Peyami Safa’dır. Kendisinin yazdığı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında ilk çağdaş ve hakiki roman örneği olarak kabul edilir.

Köy romancılığına bir başkaldırı niteliğinde kendi tarzı bir romancılık geliştiren Kemal Tahir, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılları ile Millî Mücadele ve öncesini yeniden ama soğukkanlı bir gerçekçilikle kaleme alan romanlarını 1960’lı yılların ortasından itibaren Türk toplumuna kazandırmaya başlamıştır. Bu alanda, Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı’sı ve Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sı dikkat çeker. Aynı rüzgâra Atilla İlhan da Bıçağın Ucu romanıyla katılmıştır. Aynı yıllarda, 1950’li yıllarda bir kangren gibi Türk şehirlerini saran gecekondu ve varoş hayatı, Türk romanlarına da yansır ve 1980’li yılların sonuna kadar ana temalardan biri olmayı başarır. Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanı bu kapsamda yazılmış en iyi örneklerden biri olarak biliniyor.

Kadın Romancılardan özellikle Alev Alatlı, sosyolojik analizler içeren romanlarıyla öne çıkmıştır. Kendisi gibi farklı temalarda, Tomris Uyar, Pınar Kür, Latife Tekin, Adalet Ağaoğlu gibi kadın yazarlar da güzel eserlere imza atmışlardır.

Türk Romancılığında Köklü Değişim ve Orhan Pamuk:

1970’li yıllarda kurgu olarak daha teknik çalışmalar yapmaya başlayan romancılar ortaya çıkmıştır. Dar bir zaman diliminde geriye dönüşlere ve çağrışımlara dayanarak eserlerini yazan, örneğin Adalet Ağaoğlu, bu yönüyle öncü olmuştur. Aynı şekilde Oğuz Atay, Cumhuriyet tarihinin en büyük romanlarından biri olarak kabul edilen Tutunamayanlar ile kültür ve medeniyet tercihleri arasında sürekli gezinmek zorunda kalan 1940 sonrası kuşakların iç bunalımlarını yansıtmıştır.

1980 sonrasında Türk romanında çeşitlilik artarken, sosyal gerçekçiliğin ve köy romancılığının yerini modernist iddialı romanlar, cemaat ve gruplara yakın görüşleri savunan eserler, tarihi konu edinen milli, hamasî ve entrika romanları, İslami, halkçı ve ideolojik romanlar, büsbütün dağınık yapılı, şifreli ve polisiye romanlar ve benzerleri almaya başlamıştır.

Böylece, 1980’li ve 1990’lı yıllardan günümüze ise, Türk romanında egzotik orta çağ, efsanelere dayalı geçmiş yaşamlar okuyucuyla buluşturulmuştur. Orhan Pamuk’un, büyük bir popülarite kazanmasına ve kendisine Nobel ödülü verilmesine katkısı olan romanlarında batıdan gelen bu anlayış ve teknik kullanılmıştır.

Dr. Hüseyin FAZLA
Dr. Hüseyin FAZLA
Tüm Makaleler

  • 05.06.2022
  • Süre : 7 dk
  • 2083 kez okundu

Google Ads