Bir Askeri Darbenin Ardından: Bir 12 Eylül Değerlendirmesi
Elbette siyasetin çözüm üretmekten uzak olduğu sorunların varlığını inkâr etmemiz mümkün değildir. Siyasi çatışmalar başta olmak üzere bu sorunlar çözülebilir miydi? Ağır aksak ilerleyen Türk demokrasisi, içine düşürüldüğü karanlıkta el yordamıyla yolunu bulabilir miydi? Bu sorular bugün bile ciddi şekilde tartışılmaktadır.
Bundan 44 yıl önce bugün Türkiye büyük bir belirsizliğe uyandı. Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koydu, diğer bir ifadeyle askeri bir darbe gerçekleşti. Genellikle 12 Eylül 1980 günü konusunda darbe öncesine yönelik olarak yapılan değerlendirmeler, darbeye hak etmediği meşruiyeti kazandırmak için yapılıyor görünmektedir. Kabul etmek gerekir ki, geriye dönüp baktığımızda bu askeri darbe hayatımızdan ve geleceğimizden çok şey alıp götürmüştür.
Elbette siyasetin çözüm üretmekten uzak olduğu sorunların varlığını inkâr etmemiz mümkün değildir. Siyasi çatışmalar başta olmak üzere bu sorunlar çözülebilir miydi? Ağır aksak ilerleyen Türk demokrasisi, içine düşürüldüğü karanlıkta el yordamıyla yolunu bulabilir miydi? Bu sorular bugün bile ciddi şekilde tartışılmaktadır. Ancak günümüzde ortaya çıkan sonuçlara baktığımız zaman, “Bizim çocuklar yaptı” ifadesinin yerine oturduğunu söylemek çok da yanlış olmamaktadır.
Her şeyden önce ABD’nin planlarında Türkiye’nin nasıl konumlandırıldığını iyi anlamak gerekiyor. 12 Eylül sonrasında ekonomik olarak 24 Ocak 1980 kararları ile başlayan dönüşüm, yeşermek ve büyümek için uygun ortamı bulmuştu. Buraya nasıl gelindi? 1971’de Bretton Woods sisteminin çöküşünden sonra 70’li yıllar, küresel yeni denge arayışlarına şahit olmuştur. Petrol kriziyle birlikte gelişmekte olan ülkeler kur şoku yaşamışlar ve borçlulukları artmıştır.
Bretton Woods ikizleri olarak anılan IMF ve Dünya Bankası (ilk kurulduğunda Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası-IBRD), gelişmekte olan ülkelerdeki kur şoku kaynaklı borçluluk için sonraki dönemlerde devreye girmiştir. Ancak bu kurumlardan IMF stand-by anlaşmaları ile siyaseti yönlendirirken, DB da ikraz anlaşmaları ile yeni küresel düzene uygun kurumsal yapıları oluşturmayı amaç edinmiştir. ABD Merkez Bankası eşgüdümünde adeta bütün dünyaya yön verilmeye başlanmıştır.
Neo-liberal yaklaşımlar 1970’li yıllarda ortaya çıkmaya başlasa da bunların 10 maddelik bir bütün halinde yayımlanması, 1989 yılında iktisatçı J. Williamson tarafından Washington Uzlaşısı adıyla gerçekleştirilmiştir. Eğilmez bu 10 madde için “Neo-liberalizmin 10 Emri”(1) ifadesini kullanmaktadır. Kısacası, askeri bir darbeyle demokrasiden otokrasiye geçen Türkiye açısından darbeyi takip eden dönem, bu yeni politika ihraç sürecine uyum sağlamak olarak belirlenmiş görünmektedir.
Yeni dönemin gerekleri, 1982 Anayasasına net olarak yansıtılmıştır. Kuvvetler ayrılığına ilk ve ölümcül darbenin vurulmasını sağlayan, 1982 Anayasasıdır. Senatonun kaldırılması ve yürütmenin güçlendirilmesi, parlamentoda uzlaşma kültürünü ortadan kaldırmış ve uzun yıllar içerisinde aşama aşama, yasama yürütmenin boyunduruğuna girmiştir. Tek başına iktidar olan partinin lideri, hangi kanunu istediyse çıkarabilme gücüne kavuşmuştur. Küçük bir sorun vardır; Anayasa Mahkemesi. O yıllar ülkede hukukun üstünlüğünün tanındığı yıllar olduğundan, Başbakanlar bir yerde durmak zorunda kalmıştır.
Her şey Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Başbakanının “Anayasayı bir kez delmekle bir şey olmaz” sözleriyle başlamıştır. Nihai aşamada dünyada eş benzeri olmayan bir “tek adam yönetimi”, ülkeyi koskoca sorunlar yumağının ortasına atmıştır. İşin daha kötüsü, başlangıçta yasama yürütmenin boyunduruğu altına girmişken, yeni sistemde yargı da tek kişi tarafından temsil edilen yürütmenin boyunduruğu altında kendisine “sıcak bir yuva” bulmuştur. Bütün kurumlarda hızlı bir çözülme yaşanmış, otonom karar mekanizmaları devre dışı kalmıştır.
Askeri darbe sonrası yaşananlar, adeta dinin sosyal hayattaki ağırlığının giderek arttığı bir dönemi işaret etmektedir. Bunların daha anlamlı hale gelmesini sağlayan olaylar dizisinin kavşağında AKP’nin Türk siyasi tarihinde eşi benzeri görülmemiş şekilde kuruluşundan kısa bir süre sonra 2002 yılı Kasım ayında tek başına iktidara gelmiş olması vardır. Diğer önemli bir olay ise, ABD’de 11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleştirilen saldırılardır.
ABD, 11 Eylül sonrası, “önleyici savaş doktrini” kapsamında Afganistan ve Irak’da oyun kurucu rolünü ve iradesini ortaya koymuştur. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak adlandırdığı ve Ortadoğu’daki bütün dengeleri yeniden şekillendirmeyi amaçladığı politikaları için Türkiye’nin çiçeği burnunda başbakanını “BOP Eş Başkanı” ilan etmiştir. Yine o zamanlarda ABD Dışişleri Bakanı (eski genelkurmay başkanı) Colin Powell, Türkiye’yi bir “İslam Cumhuriyeti” (2) olarak tanımlaması, bizim yerli ve milli basınımızda hak ettiği önemi görmemiş ve bunun bir gaf olabileceği tartışılmıştır. Oysa bir ABD Dışişleri Bakanı herhangi bir şeyi yanlışlıkla söylemeyecek kadar bilinçli olduğu gözlerden kaçırılmıştır. Zaten aksi olsa ABD’nin, dünyadaki konumu farklı olurdu.
ABD, küresel bir güç olarak dünyanın her yerinde kendi istediği yapıyı oluşturacak gücü kendinde görebilen bir ülkedir. Ortadoğu’da güçlü bir Türkiye’nin kendi planları için yaratacağı risklerin de farkındadır. Balyoz ve Ergenekon kumpas davalarıyla Türk Silahlı Kuvvetlerine büyük bir darbe indirilmiştir. Sahte delillerle vatansever subaylar ve değerli komutanlar hapse atılırken, ABD destekli bu FETÖ operasyonlarına hükümetin verdiği destek asla gözden kaçırılmamalıdır. Bu vatansever kadroların tasfiyesinin neye mal olduğunu henüz tam olarak idrak edememiş siyasetçilerin ülke yönetiminde söz sahibi olmaları ise büyük bir talihsizliktir.
ABD karşıtlığı üzerinden oy devşirmeye çalışanların ABD’de varlık gösterme adına kurumsal mülk satın alması, siyasetin ahlaki kurallarının son derece silikleştiğini göstermektedir. Bununla birlikte ABD’nin planları tıkır tıkır işlemektedir. Bu planların odağında Filistin halkına soykırım uygulayan İsrail devletinin bulunduğunun da iyi anlaşılması gerekmektedir. Devlet yönetiminde söz sahibi olması gereken insanların bu planların 40-50 senelik bir birikimi olduğunu bilmesi gerekir. Eğer bilemiyorlarsa ve devletin bu konudaki kurumsal kapasitesini de kullanamıyorlarsa, yanlış insanlar yanlış yerlerde demektir. Ancak elbette ki, hiç birimiz böyle olduğuna inanmak istemiyoruz.
Günümüzde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın artan önemi, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bilimsel eğitimden uzaklaşması, üniversitelerin süratle dünya sırlamasındaki yerlerini kaybetmeleri, tarikat ve cemaatlerin hem toplumsal yaşamda hem de devlet örgütü içerisindeki etkinliklerinin artması, aslında bize bir şeyler söylüyor. Keşke 15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan hain darbe girişimi, toplumun bütün kesimlerine ders olsa ama bu dileğin şu an için niyetten öteye geçmediği görülüyor. 12 Eylül askeri darbesinin ürünü olan Anayasanın sonuçlarını en ağır biçimde yaşıyoruz. İşin trajikomik tarafı bu Anayasa sayesinde Türkiye’de ülkenin geleceği adına söz sahibi olan makamlara gelenlerin şimdi bu anayasayı değiştirmeyi ülkenin en önemli sorunuymuş gibi anlatıyor olmalarıdır.
Latincede faili belli olmayan bir olayda sonucun kime yaradığını sorgulayan bir soru cümlesi vardır. “Cui bono” (kimin çıkarına) anlamındaki bu soru, belki de 12 Eylül askeri darbesi ve sonrası için her aşamada sorulması gereken bir sorudur. 12 Eylül askeri darbesi hem yapıldığı dönemde hem de sonrasında Türkiye’ye ve Türk toplumuna çok ağır bedeller ödetmiştir. Ancak ödenecek bedellerin sonu henüz gelmemiş görünmektedir. Bu yazıda amacım kişileri ve siyasi görüşleri eleştirmek değil, tarihsel bir olaya farklı bir perspektiften bakmaya çalışmaktır. Eleştirilerimin bu kapsamda görülmesini tercih ederim. Umuyorum, unutulan ve unutturulmaya çalışılan gerçekler, ülkenin ve toplumun birliği ve bütünlüğü adına yeniden hatırlanır. Başka bir Türkiye’nin olmadığını ve bu Türkiye’de bir arada yaşamak dışında bir seçeneğimiz olmadığını herkes anlamak zorunda…
(1) https://www.mahfiegilmez.com/2020/05/washington-uzlassnn-30-yl.html
(2) https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/derya-sazak/powell-abd-islam-5103810