Millî Türkistan Politikamız Ne Olmalıdır?
Acaba, bana mı öyle geliyor, Türkiye Cumhuriyeti dışarıdan bakılınca çok farklı; büyük, bölgesel lider, güçlü bir devlet; içine girilince insanın bir anda dünyası küçülüyor, daralıyor, güdükleşiyor gibime geliyor. Hiç unutmuyorum, Suriye’de bulunduğum zamanlar bir Suriyeli Arap dostum, “Halep’ten yukarı bakınca Türkiye’yi Rusya gibi görüyoruz” deyivermişti. Ne dersiniz, sizce de öyle değil mi? Ara sıra yurtdışından dönünce, en az on gün ya da on günden fazla dışarıda kalıp, memlekete girince bunu daha iyi anlıyor insan. Ne bileyim, belki de bana öyle geliyor. Durumumuz “bilmece bildirmece dil üstünde kaydırmaca” gibi bir şey, yani. Hadi şimdi, bunun üzerine biz de kendi kendimize bir bilmece soralım! “Dışardan baktım bir yeşil türbe, içine girdim bin defa tövbe.” Fazla kafanızı zorlamayın, bu bilmecenin yanıtı “ısırgan otu”. Baharla birlikte dağı, bayırı kapsayan bildiğimiz “ısırgan otu”. İşte bizler de maalesef son derece güdük ve elini ısırgan otuna sokmuşçasına yabancılaşan, başkalaşıma uğrayan elin değil, bizim “entel-dantel”imize bu durumu anlatmak zorundayız. Onların algı dünyasında, Türkiye’nin bölgesel güç konumuna gelebileceği, karşılaşabileceği soydaş meseleleri, onların zihninde, belleklerinde Türkistan gibi bir coğrafyanın varlığı zannedersem yok gibi bir şey. İnanın bilemiyorum. Bilen varsa bir adım öteye çıksın. Bu durum, düşünen file ‘Filozof’ denir gibi bir şey değil tabii ki, gerçekten denenmiş, tecrübe edilmiş bir hakikat gibi bir gülmece. Türkistan’da ‘Karakum Çölü’nü geçerken benzer soruları, durumdan vazife çıkardığımız sorunları tartıştık, değerli İlahiyatçı dostum Prof. Dr. Mevlut Uyanık ile. Sorunsallaşmış meseleleri tartışırken 1040 yılında Selçuklu ordusunun “Gazneli”leri yenerek devlet kurma sürecini başlattığı dünyanın en büyük çöllerinden “Karakum Çölü”nün bir kısmının nasıl bittiğini doğrusu anlayamadık. Bir film şeridi gibi, fonda “Karakum Çölü” akıp giderken “Yolculuk uzun, mevzu derin.” girdabına girer gibi olduk. Bu Türkiye’de önünüzden akıp giden trafikte bir kamyonun arkasında yazandan çok farklı, sanki “başka bir kamyon yazısı” gibi…
Türkiye olarak ne yapacağız? Gelin bu konuyu biraz irdeleyelim. Bildiğiniz gibi, bizleri bu coğrafyaya bağımlı kılan öncelikle ortak konuştuğumuz dil ‘Türkçe’dir. Aslında, konuştuğumuz dil de çok büyük farklılık yok, üç aşağı beş yukarı neredeyse aynı, lehçeler, ağızlar biraz farklı. Ama yazıya, yazı diline başvurunca, evet burası doğru, yazı diliyle birbirimize ötekileştirilmiş ve yabancılaştırılmışızdır. Benzerlikleri kurumsallaştıracağımız yerde, “ayrımsallıklar” alabildiğince genişletilmiş deyim yerindeyse bitişken, bütünleşik olmak yerine “modüler”leşmek benimsenmiştir. Oysa çok fazla şey söylemeye gerek yok, Büyük Türk Atası “Millî Türkistan Davası”nın yılmaz savunucusu müteveffa Mustafa Çokay’ın dediği gibi, “Halkın kanı bir, dili bir, dini bir, maksadı birdir.” Tasada kıvançta bir olan Türk milleti ‘İbn Haldun’un ünlü “Asabiyet Kuramı” ile ‘Maurice Halbwachs’ın “Kolektif Hafıza Kuramı” ile yoğrulmuş, ortak geçmiş imajının güçlü olma düzeyi ile sergilediği dayanışma düzeyinin doğru orantılı olduğunu hemen her katmanda sergilemiş ve günümüzde de sergilemeye devam etmektedir. Türkiye-Türkistan halkının DNA-RNA’sından bunu hiç kimse söküp atamaz. Ama gelin görün ki ayrımsallıkların kurumsallaştırılması sonucu, “modüler kültür” bağlamında öncelikle bir “ortak yazı dili” oluşturulamamıştır. Önce yabansılaşılmış, daha sonra yabancılaştırılmış ve başkalaşıma uğrayarak mutantlaşarak, ötekileştirilmişizdir. Kısaca Türk toplumunun kalıtsal özelliklerinin ortaya çıkmasını sağlayan genetik şifreleri hiç de öyle dolaylı yönden değil, doğrudan saldırıya uğramıştır. Ne yapalım bütün bunlardan sonra bir çıkarsama ortaya koyalım mı? Evet, koyalım. Yabancılaşma kavramı insanlık tarihinde diğer sosyal alanlarda olduğu gibi felsefede de bireyin ve toplumun en temel sorunlarından biri olmuştur. Bireysel ve örgütsel davranış biçimi olarak insan kendi kendine bile yabancılaşabilir. Yabancılaşma kavramı, özne ile nesne ya da bilinç ile tanımlanmış nesneler arasındaki ilişkinin bozulması ya da doğrudan doğruya öznenin ötekileşmesidir. Türkiye ve Türkistan arasındaki irdelenmesi gereken konu tam da budur. Öznenin ötekileşmesine izin verirseniz, bir de bakarsınız, buharlaşmışsınız, yok olmuşsunuzdur. Çünkü yabancılaşma kavramı genel olarak özgün anlamı içinde, bir şeyi ya da kimseyi başka bir şeyden ya da kimseden uzaklaştıran, başka bir şeye ya da kimseye yabancı hale getiren eylem ya da gelişmedir.
Unutmayalım, ‘ABECE’dilin; dil ulusal kimliğin gelişmesinde bir süreçtir. Türkler, günümüzde tespit edilebildiği kadarıyla, şimdilik 1300 yıllık yazılı tarihleri boyunca 13 ‘ABECE’ ile benliklerini, kimliklerini ifade etmişler geçmişlerini geleceğe aktarmışlardır. “13 ‘ABECE’ deyince, bunlar Köktürk, Soğd Uygur, Manî, Brahmî, Tibet, Süryanî, Arap, Ermenî, Grek, İbranî, Latin, Kiril “abece”leridir. Tam anlaşılamadı galiba, biz Türkler, “Süryani, Ermeni, Grek, İbranî, Kiril” alfabelerini de kullandık, hem de uzun süre. Peki, kendimize özgü bir alfabemiz var mıydı? Tabii ki vardı. Bunlardan biri de “Futhark” alfabesidir. Göktürk ve Germen kavimleri “Futhark” alfabesinden yola çıkarak kendi abecelerini en çok kullanılan alfabe olan Latinceyi oluşturmuşlardır. Bir kez daha vurgulayalım, en yaygın olarak kullanılan alfabelerden beşi; “Köktürk, Uygur, Arap, Latin ve Kiril” abecesidir. Nasıl ki, dil ulusal kimliğin gelişiminde önemli bir araç ise, ‘Abece’ de dilin gelişiminde dünya ile bütünleşmesinde oldukça önemli bir yer tutmuştur. Köktürk Abecesi M.S. VIII. ve IX. yüzyıllarda Köktürkler ve Uygurlar tarafından kullanılmıştır. M.S. VIII. yüzyılın ilk yarısında Köktürk bengü taşlarında kazınmış olan metinler, bu abece ile yazılmıştır. Uygur abecesi, M.S. IX. ve XVII. yüzyıllarda Uygur Türklerince kullanılmıştır. M.S. XI. yüzyılın ikinci yarısında Kaşgarlı Mahmut 18 harfli Uygur abecesini bütün Türk dillerinde kullanıldığını ve Türk yazısının bu harflerle yazıldığını kaydetmektedir. Bu kayıt, M.S. XI. yüzyılda Uygur abecesinin Türklerce kullanılan ulusal bir abece seviyesine ulaştığını göstermektedir.
Arap elifbası M.S. XI. yüzyıldan 1920’lerin sonlarına kadar kullanılmıştır. Dokuz yüzyıl boyunca bu abece Müslüman olan bütün Türk dünyasının ortak abecesi olmuştur. Ortak abece “Ruh, Nefs, Gönül ve Can” birlikteliğine hizmet etmiştir. 1920’lerin sonlarında Sovyetler Birliği’ndeki Türk Cumhuriyetleri ile Türkiye Cumhuriyeti Latin abecesine neredeyse birlikte geçmişlerdir. Ancak bir müddet sonra, özellikle Lenin öldükten sonra zorunlu bir biçimde “Kril”leştirilerek, Hegel, Marx ve öncüllerinin aksine Sovyetler coğrafyasına ithal edilen Türkistan, millilik vasfından uzaklaştırılmak suretiyle yazı dili çeşitlendirilmiş ve Türk kökenli Sovyet vatandaşları birbirlerine karşı ötekileştirilmişlerdir. Daha doğru bir ifadeyle, soydaşlarımız, Kiril alfabesine geçmiş olmalarına karşın, harflerin sesleri farklı harfler ile simgeleştirilerek birbirlerine yabansılaştırılmışlardır. Buna karşılık İran, Irak, Afganistan ve Doğu Türkistan bölgesindeki soydaşlarımız bugün hâlâ Arap abecesi kullanmaktadırlar.
Sovyetlerden alınan miras ile bugüne kadar olan dönem değerlendirildiğinde; soydaşlarımızın kurdukları bağımsız “Türk Cumhuriyetleri”nin kendi ortak kimliklerini arama yolunda adeta kıvranmakta olduğu gözlemlenmektedir. Türk Dünyası burada iki soru ile karşı karşıya bulunmaktadır. Bunlardan birincisi; “Acaba Sovyetlerin sorunlu kimlikler üzerine biçimlendirdiği devlet formasyonu içerisindeki millet-i hâkime (egemen ulus)mi devam ettirilmelidir?” İkincisi ise “Yoksa ulus bilincinin tek bir sözcükte birleştirilmesi mi gerekli ve zorunlu görülmelidir?” Zannediyorum sorun da tam olarak bu. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra neredeyse otuz yıldan bu yana cevabı aranan, yanıtlanması gereken sorun budur. Soruları çoğaltmak mümkün, tabii ki.
Acaba Türkistan coğrafyasında; İsmail Gaspıralı'nın Birinci Dünya Savaşı başına kadar devam eden “dilde, işte ve ülküde birlik” ütopyası yeniden bir uluslaşma projesi olarak ele alınmalı mıdır? Buna kısa bir yanıt vereyim. Bence evet. Eğer bu soruya verilecek yanıt, evet ise bunun meşalesini ya da bayrağını Kazakistan mı, yoksa Özbekistan mı taşımalıdır? Öncelikle "Kazakistan-Özbekistan iş birliği Türkistan'ın yeniden doğuşudur." diyelim. Özbek-Kazak ilişkileri İslam Kerimov’un vefatından sonra yeniden güçlü şekilde gelişmeye başlamış, bu bağlamda Özbekistan’ın yeni Devlet Başkanı Şavkat Mirziyoyev 2017 yılında resmi olarak göreve başladığında ilk yurt dışı seferlerinden birini kuzeydeki kardeş ülkeye yapmıştır. Aynı şekilde buna yanıt Nazarbayev’den sonra işbaşına gelen yeni Kazakistan Cumhurbaşkanı Kasım Jomart Tokayev de aynı şekilde ilk yurt dışı seyahatini Özbekistan’a yapmıştır. Bu RF’nın ağabeyliğinden gölgesinden kurtulmada önemli bir adım olmuştur. Bu cümleden olmak üzere, Türk Devlet Başkanları 21 Mart 2018 tarihinde Rusya’dan bağımsız olarak Astana’da ilk danışma toplantısını yapmışlardır. Özbek-Kazak ilişkilerindeki en önemli noktalardan biri son yıllarda her iki devletin Latin alfabesine kesin olarak geçme kararı almış olmalarıdır. İkincisi ise, Kazakistan ve Özbekistan’ın ortak girişimi ile Avrupa Birliği'nde yürürlükte olan Şengen vizesi gibi Türk devletleri arasında “İpek Yolu” vizesinin uygulanması gündemdedir. Zannediyorum, bu girişimlerin devamında Millî Türkistan’ın yeniden doğuşu için yollar birer birer açılmaktadır. ÇHC’nin desteğiyle yapılan “İpek Yolu”nun son derece mükemmel beton yollarında seyahat ederken, tüm bunlar tekrardan gözümün önünde canlanıyor, “Millî Türkistan İdeali”nin mimarları, ömürlerini “Pax Türkistan’a” (Türkistan Barışı) davasına vakfetmiş Veli Kayyum Han ve Mustafa Çokay’ın insanüstü çabaları aklıma geliyor, onların manevî şahsiyetlerinde saygıyla eğiliyorum.
Neyi söylemeye çalışıyorum, Sovyetler tarafından alt kimliklerin özendirilerek ortaya konulan ulus devlet modelinde ısrarlı olmak yerine, ortak bir ulus oluşturulması süreci öncelikle ve ivedilikle ele alınmalıdır. Çünkü denendi, tüm olumsuzlukları görüldü, sorunlar içselleştirildi. Efendim, unutulmaması gereken genel prensip, “Ulus inşa etmeden devlet inşa edilemez” ilkesidir. Hâlâ Sovyetleştirilmiş bir ülkede, devşirilmiş bir millet üzerine kurulan devlette ısrar edilmemelidir. Eğer ederseniz, kazanımınız hiç olmayacağı gibi, yapmaya çalıştıklarınız, sadece büyük bir sıfırla ifade edilebilecektir. Peki, o zaman ne yapılmalıdır? Sovyetleştirilmiş, ayrımsallaştırılmış yabancılaştırılmış ve otonomlaştırılmış eski Türkistan coğrafyasındaki “Türk Kültür Mirası”nın benzerlikleri mutlaka kurumsallaştırılmalıdır. Türkiye'nin bölgeye yönelik vizyonunda Kemalist Çağdaşlaşma modelinin üstün ve kalıcı kılan iki önemli özelliği bulunmaktadır. Bu özelliklerden birisi; koşulları ne olursa olsun, çağdaşlaşma süreci ile demokrasinin birbirinden ayrı düşünülmemesidir. Unutulmamalıdır ki, demokrasi batıdan ithal edilmiş bir sistem değil, bizim kendi geleneksel kültürümüze ve ölçülerimize uygun gelen ve eski Türk devletlerinde kullanılmış, örnek alınmış bir yönetim biçimidir.
Diğeri ise; ulusal birliğin etnik farklılıklar ya da sınıf farklılıkları üzerine değil, benzerliklerin kurumsallaşmasında kalıcılığın aranması birincil bir hedef olarak alınmış olmasıdır. Bölgeye uygulanacak Türkiye’nin ‘Millî Türkistan’ Politikasının ana hatları aşağıdaki biçimde özetlenebilir:
- Sovyetler tarafından alt kimliklerin özendirilerek ortaya konulan ulus devlet modelinde ısrarlı olmak yerine “Milli Türkistan” temelinde bir ulus oluşturulması süreci öncelikle ele alınmalıdır. Çok şükür ki, buna dönüş başlamıştır.
- Sovyetlerin sorunlu kimlikler üzerine biçimlendirdiği devlet formasyonu içerisindeki ulusu bütünleştirmeyen daha çok ayrıştıran millet-i hâkime (egemen ulus, core state) sür’atle terk edilmelidir.
- Millet inşasındaki ulus bilinci ne idüğü bilinmeyen “Türkî” değil; tek bir sözcükte “Türk” olgusunda birleştirilmelidir.
- Sovyetleştirilmiş, ayrımsallaştırılmış, yabancılaştırılmış, otonomlaştırılmış ve çok küçük coğrafyalarda birbirleriyle öteki duruma getirilmiş “Türk Kültür Mirası”nın benzerlikleri öncelikle kurumsallaştırılmalıdır.
- Sovyetler dağıldığında, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev tarafından ortaya atılan “Orta Asya Cumhuriyetler Birliği” geleceğin şekillenmesinde önemli halkalardan sadece ilki olmuştur. Sovyetler Birliği dağıldığında RF, ÇHC’ni ürkütmemek için böyle bir yola başvurulduğu malumdur. Otuz yıllık deneyimden sonra söylemek gerekirse, “Türk Ütopyası” coğrafyanın ve kültürel kimliğin bütünleştirdiği “Avrupa Birliği” modellemesi gibi “Türk Birliği” olmalıdır. Nazarbayev' in ifade ettiği gibi, “AB bile kuruluşunda bu kadar ortak noktayı hayal bile etmemiştir. AB'nin Avrupa Birleşik Devletlerine evrimle süreci “Türk Birleşik Devletleri” Türk'ün büyük ütopyası olmalıdır.
- Türk dünyasının doğu mihveri olan “Türk Cumhuriyetler Birliği” projesine “Türkmenistan” mutlaka ilave edilmeli ve batı mihveri olan Türkiye ve Azerbaycan arasında da acilen benzer bir birlikteliğe gidilmelidir. Bu bağlamda, batı mihveri ile doğu mihveri yakın gelecekte anlamlı bir entegrasyona hazır hale getirilmelidir.
- Türk dünyası edilgen bir araç olarak gören geleneksel soyutlamacı politikalar her ne pahasına olursa olsun terk edilmeli ve aktif bir politika benimsemelidir.
- Kazakistan’ın ‘Türkistan' eyaleti bir çıkış noktası olarak ele alınmalı, buna yönelik uzak görüşlülük vizyonunda Türkistan’ın manevî mimarları Hoca Ahmet Yesevî ve benzer biçimde hocası “Arslan Bab”ın öncül fikirleri ile birlikte İmam Buharî, İmam Maturidî, Şah-ı Nakşibendî, Necmeddin Kübra ve Farabî’nin fikir ve düşünceleri bir bütün olarak Türk coğrafyasının ‘Türkistan’a dönüştürülebilmesinde bir planlama rehberi biçiminde esas alınmalıdır.
- Türkistan’a özgü millet inşasında oluşturulacak olan ulusal birlik, aşiret ve sınıf farklılıkları üzerine değil, benzerliklerin kurumsallaşmasında “Millî Türkistan” algı ve düşüncesi esas alınmalıdır.
- Günümüzde benimsenen liberal ağırlıklı karma ekonomik model, yurt bilincini en üst düzeyde tutması gerekmektedir. Bu noktadan hareketle, yurt kavramı “Millî Türkistan”la özdeşleştirilmelidir.
- Türk Dünyası dışarıda üretilen, dayatılan ve aşılanan politikalara göre değil, çerçevesi ortak olarak saptanan “Millî Türkistan” seçeneğine uygun aktif bir politika inşa etmelidir.
- Çin’in “AVRASYA”; Rusya Federasyonu’nun “AVRUSYA” seçeneğine karşı “Türkiye ve Türkistan Jeopolitiği” benimsenmeli, bunun mücadelesi bilfiil ortaya konulmalıdır.
- Aynen RF gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrasya'da olduğu bilinci ile bu coğrafyayı ihmal ederek geleceğinin inşa edilemeyeceği gerçeği hiçbir zaman unutulmamalıdır.
- “Millî Türkistan Bilinci” oluşturulacak düzeye gelene kadar, Türk dünyasının ideoloji ağırlıklı “Ilımlı İslam”, “Selefî İslam”ve “Irk Milliyetçiliği”ne dayalı Türkçülük hemen her şekilde sadece hudutlar dışında değil, ülke içerisinde de “ötekileşme” argümanlarını beraberinde getirdiğinden bu tür politikalar süratle terk edilmelidir.
- 1933 yılında Mustafa Kemal tarafından önemle ve özenle vurgulanan “dil, inanç ve tarihin bir bütün olarak Türk Cumhuriyetleri ve topluluklarıyla bir köprü olarak kullanılması” gerekliliğini üzerinde durulmalıdır.
- “Millî Türkistan Bilinci” modeli hazır yapılmış biçimde ihraç edilirse yabancıya gösterilen tepkiye maruz kalacağı açıktır. Coğrafyanın üzerinde yaşadığı toplumla olan ilintisi mutlaka saptanmalı, temel ilkelerden sapmaksızın, değişik varyasyonları uygulanmalıdır.
- “Türkiye Türkleri ile Türkistan Türkleri”nin bölgesel olarak ilintisini saptayan alana yönelik çalışmalar üzerinde ağırlıklı olarak durulmalı ve buna çalışmalar desteklenmelidir.
- Siyasal kültürel değerler yerine, Millî Türkistan temelindeki ulusal kültürel değerlere önem verilmelidir. Unutulmamalıdır ki, bütün politik kültürel değerler diğer baskın modellere karşı duyarlıdır. Yabancı bir kültürden kopya edilen bir modelin politik kurtuluşu sağlama olasılığı zayıf görülmektedir.
- “Türk Dili ve Abecesi Birliği” ya da “Birleştirilmiş Yeni Türk Abecesi” bir vizyon olarak ele alınmalıdır. Büyük Türk Atası Veli Kayyum Han’ın Milli Türkistan dergisinde kullanmış olduğu Türkistancaya da Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Başkam müteveffa Prof. Dr. Turan Yazgan’ın veciz ifadesiyle “Kuzey Türkçesi”nde karar kılınmalıdır.
- Türkistan'ın Müslüman nüfusunun Tacikler de dâhil olmak üzere, Pakistan ve Hint Müslümanları neredeyse büyük kısmı “Sünnî Hanefî” mezhebe mensuptur. Mezhep farklılıklarının keskinleşerek Türkistan Türklerinin birbirleri için öteki olmasına izin vermeyen politikalar benimsenmelidir.
- Konar-göçer kültüründen yerleşik kültüre geçişi daha bir yüzyıl bile olmamış ve sosyo-ekonomik seviyesi düşük olan Türk nüfusunun aşırı dinî akımlardan etkilendiği gerçeğinden hareketle “sosyal adalet, sosyal dayanışmacılık” ilkeleri toplumun bütün katmanlarında yaygın hale getirilmelidir. Osmanlı Devleti’nin bu yöndeki “Vakıfçılık” anlayışı toplumları bir arada tutan önemli bir argüman olduğu gerçeği unutulmamalıdır.
- Türk Dünyasından hiçbir ülke “Millî Türkistan” vizyonunda, bir model olmamalı, oluşturulacak modeli desteklemeli ve böyle bir birlikteliğin içinde mutlaka yerini almalıdır.
- Türk Dünyasını oluşturan devletlerden hiçbirisi, bölgeye yönelik olarak uygulanan ne ABD'nin Pax-Amerikana ne de Rusya Federasyonun “Avrasya” tırnak içerisinde “AVRUSYA” politikasından etkilenmemelidir.
- Hiçbir Türk Cumhuriyeti, ABD'nin tüm dünyaya uygulamış olduğu küresel savunma duruşu (Global Defense Posture)'nun hemen arkasında yer alan İngiltere gibi itici bir güç haline gelmemeli ve getirilmemelidir.
- Tüm Türk Cumhuriyetleri eğitim politikaları, “Millî Türkistan “gerçeğinde geleceği inşa edecek diğer bir deyimle çağdaş ve demokratik kurumsallaşma ile demokratikleşmeyi gerçekleştirecek olan aklî, bilimsel, çağdaş ve eleştirel bakış açısı ile yetişecek olan gelecek kuşak üzerine kurmalıdır.
Eğer Türkiye’nin bir ‘Millî Türkistan’ Politikası olacaksa, en azından bunlar bu politikanın bir parçası olmalıdır diye düşünüyorum.