Ulus Devlet Yapıları Hangi Düşünürlerin Öncülüğünde, Nasıl İnşa Edilmiştir?
Küresel ölçekte bakıldığında üç grup ulus devlet mevcuttur. Birinci grubu, Avrupa tarzı ulus devletler, ikinci grubu Amerika kıtasında kurulan ulus devletler ve üçüncü grubu ise 20‘nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren sömürgecilikten sıyrılan devletlerin oluşturduğu ulus devletler oluşturmaktadır.
Genel
Ulus devlet 20’nci yüzyılın ilk yarısından itibaren küresel ölçekte yaygınlığa ulaşmış ve 18’inci yüzyılın sonlarından günümüze kadar oluşturulması için mücadele edilen siyasal örgütlenme biçimidir. Ulus devlet, meşruiyetini bir ulusun belli bir coğrafi sınır içindeki egemenliğinden alan devlet şeklidir. Devlet politik ve jeopolitik bir varlık, ulus ise kültürel ve/veya etnik bir varlıktır. Ulus devlet kavramı ise bu ikisini belli bir coğrafyada örtüştürür ve böylelikle kendisinden önce gelen devlet yapılarıyla büyük ölçüde farklılaşır.
Küresel ölçekte bakıldığında üç grup ulus devlet mevcuttur. Birinci grubu, Avrupa tarzı ulus devletler, ikinci grubu Amerika kıtasında kurulan ulus devletler ve üçüncü grubu ise 20‘nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren sömürgecilikten sıyrılan devletlerin oluşturduğu ulus devletler oluşturmaktadır. Ulusun sınırları belirlenirken kimlerin bu ulusa dahil edileceğini belirleyen kriterler, bu gruplar arasında mevcut bulunan farklılıkları ortaya koymaktadır. Örneğin Amerika Kıtasında kurulan ulus devletlerde göçlerin türdeş olmayan kitlelerden oluşan ulusu meydana getirmesi nedeniyle, doğumla kazanılan vatandaşlık ilkesi yaygın bir özelliktir. Böyle bir yapılanmada etnik köken, dilsel, kültürel unsurlar vatandaşlığın kazanılmasında dikkate alınmamıştır. Avrupa tarzı ulus devlet ise ilk olarak feodal nitelikteki siyasi düzenden, merkezi devlet yapısına geçişte kurgulanmıştır. Bu anlamda da siyasi iktidarın meşruiyeti, ulus devletin oluşumu ve gelişimi ile gelecekteki durumunu belirleyecek en önemli etkendir [1].
Ulus devletin ne olduğu açıklığa kavuşturulurken, üç temel yaklaşım ileri sürülmektedir. Bunlar sosyolojik, tarihsel ve hukuksal yaklaşımlardır. Sosyolojik yaklaşım ulus devleti kapitalist gelişme sürecinin bir türevi olarak ele alır. Sosyolojik yaklaşımda kapitalizmden sonra etkili ikinci unsur, Avrupa devletlerinde anavatan düşüncesinin belirmesidir. Sosyolojik yaklaşımda etkili olan bir diğer unsur ise düşünsel atılımın kitleselleşmesidir. Örneğin bir gazete okuru kendisiyle aynı gazeteyi okuyanlardan sadece birkaçını tanımakta ama, her sabah kendisi gibi on binlerce kişinin aynı gazeteyi okuduğunu bilmektedir.
Ulus devletin tanımlamasında dikkate alınan diğer bir yaklaşım tarihsel yaklaşımdır. Tarihsel yaklaşımda ulus devletin ortaya çıktığı dönem 16’ncı yüzyılın başlarıdır. Bu dönemlerde ulus devletin ortaya çıkmasında etkili olan ilk bulgu, tüm Avrupa geneline yaygınlaştırılan kültürel türdeşliktir. İkinci bulgu kırsal kökenli bir nüfus yapısının varlığıdır. Üçüncü bulgu ve ortak özellik ise her ne kadar adem-i merkeziyete yönelmiş olsa da, her bölgede aynı özellikleri taşıyan bir siyasi yapının mevcudiyetidir.
Klasik hukuki yaklaşıma göre ise ulus devletin varlığı için genelde dört unsurun mevcut olması aranmaktadır. Bu unsurlar kapsamında ülke ve insan somut unsurlar, iktidar ve devlet tüzel kişiliği ise soyut unsurları oluşturmaktadır [2].
Günümüz dünyasında farklı toplumsal ve siyasi süreçler neticesinde kurulmuş 200’ün üzerinde ulus devlet bulunmaktadır. Her ne kadar kuruluş süreçleri farklı da olsa, toplumsal ve siyasi zemin olarak devletin temelinin yapılanmasında ulusun oluşu, uluslararası uygulamalarda ulus-devlet politikalarının hayata geçirilmesi standart denebilecek bir yapı ortaya çıkarmaktadır. Bir ulus inşa etmek ve milli kimliği ortaya çıkarma süreci her ulus devlette yaşanmaktadır. Üniter bir mantık ve yapılanma ön plana çıkmakta, üniter bir yapının olmadığı yerde ise, ulus olmanın gereği olarak, tarih, üst kimlik ve paylaşılan değerler kesinlikle vardır. Merkezi bir siyasi çatı mutlaka tesis edilmektedir. Yaklaşık iki asırdır tüm ulus-devletlerde görülen bu özellikler üniter, entegre ve milli egemenlik esaslarına sahip siyasi bir düzeni ulus devletle adeta özdeşleştirmiştir [3].
Bir siyasi yapılanma biçimi olarak ele alındığında ulus devlet modelinin milli egemenlik ve milli kimlik temel unsurları ile ülkesel bütünlük, siyasi bütünlük ve idari bütünlük yapısal özelliklerinden müteşekkil olduğu söylenebilir. Temel unsurlar ve yapısal özellikler incelendiğinde, tamamının milliyetçi ideolojinin siyasi yapılanmaya yansımaları olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Buradan hareketle milliyetçilik için “ulus devletin ideolojisi, ulus devlet için de bu ideolojinin devlet şeklinde kristalize olmasıdır” demek abartılı değildir [4].
Tüm ulus devletler de parlamentolar anayasalarca en üst kurum olarak kabul edilmekte ve demokratik işleyişte farklılıklar olmakla birlikte siyasi sistem milli egemenlik ilkesine göre yapılandırılmaktadır. Ülke bir devletin egemenliğine tabi kılınmış olan yeryüzünün belirli kesimini, başka bir deyişle devlet egemenliğinin sınırlarını ifade eder. Ulus devletlerde ulus gibi ülkenin de bölünmez bütünlüğü esastır. Modern devlet aşamasıyla hiç olmadığı kadar netleşen ülke topraklarının milliyetçiliğin tesiriyle değer yüklü bir kavram haline getirilerek, adeta kutsallaştırılmış olduğu görülmektedir. Ulus devletin her bakımdan birleşmiş ve bütünleşmiş bir topluluk oluşturma amacı, kültürel bütünlük kadar siyasal bütünlüğü de gerektirmektedir. Bu doğrultuda ulus devletler, toplumu ortak bir siyasi kültür etrafında bütünleştirme ve bir siyasi topluluk haline getirme amacı da güderler. Siyasi bütünlük esas olarak vatandaşlık bağı denen bireyle devlet arasındaki hukuki bağ ile sağlanmaktadır. Birey bu bağ aracı ile ulusa dahil olmakta, sosyal ve siyasi haklardan oluşan haklar demeti ile siyasal yapılanmanın parçası haline gelmektedir. Bireyin birtakım hak ve yükümlülüklerle sorumluluklara sahip olmasını kapsayan “vatandaşlık”, toplumun siyasi ve hukuki bütünlüğünü sağlamakta, eşitliği ve katılımı içermesiyle de milli güvenlik ilkesine işlerlik kazandırmaktadır. Vatandaşlığın diğer bir özelliği ise, ulus devletin temel özelliklerinden olan milli kimlik ve kültür birliğine olan katkısıdır. Ulus devletler üzerinde yükseldikleri bütüncül mantık ve temel unsurlarından milli egemenliğin tesiriyle merkezi siyasal bir otorite etrafında teşkilatlanan idari ve siyasi birimlere sahiptirler. Bu bakımdan ülke içinde tüm halkın yetki vermesiyle oluşmuş kontrol ve denetim imkanları yüksek, nihai otoriteye sahip tek bir hükümet yapılanması tercih edilmekte, kamu hizmetlerinin merkez ve merkezin hiyerarşisi içinde yürütülmesi önemli bir idari prensip olarak uygulanmaktadır
“Siyasal düşüncenin evrimine bakıldığında ulus devletin oluşumunda, Machiavelli’nin ulusal birlik görüşü, Jehan Bodin’in egemenlik kuramı ve siyasal toplumun süreklilik unsuru, ulus devletin ilk yapı taşını oluşturmaktadır” denebilir [5]. Ardından Hobbes’un, Bodin’in geliştirdiği egemenlik kuramını Leviathan’da yeniden yorumlaması, sonrasında da Locke ve Rousseau’num toplumsal sözleşme ve egemenliğin kaynağı düşüncelerinin etkili olduğu söylenebilir [6].
Nicola Machiavelli ve Ulusal Birlik
XVI’ncı yüzyılda Nicola Machiavelli İtalya’da ulusal birliği savunan, merkezi güçlü bir devlet kurulmasını amaçlayan bir düşünür olarak karşımıza çıkar. Bu dönemde İtalya’da ulusal, merkezi bir devlet kurulamamıştır. İtalya kısa aralıklarla kurulup yıkılan prensliklerden oluşmaktadır. Bu prensliklerin kurulup yıkılmasında İspanyol ve Fransız ordularının bölgedeki istilasının da önemi büyüktür. Özellikle küçük prenslerin yöneticileri istilacı ordulardan, güçlerini artırmak topraklarını genişletmek için yardım istemektedirler. İtalya bu dönemde iç savaşların, mükemmel cinayetlerin ve ihanetlerin ülkesidir. Tüm bunların yaşandığı zamanlarda küçük bir çocuk olan Machiavelli, bu olaylara tanık olur ve bu olayların etkisinde kalır. Machiavelli yaşantısının ilerleyen zamanlarında devlet kademesinde görevler alır. 1520 yılında Floransa Tarihi adlı eserini yazar ve İtalyan birliğinin ulusal bir ordunun kurulması gerektiğine inanır ve bunun için projeler hazırlar. Machiavelli, İtalya’da ulusal birliğin İspanya ve Fransa’da olduğu gibi güçlü bir prens tarafından gerçekleştirilebileceğine inanmaktadır. Bir prens gereklidir, ama bu prens nasıl olmalıdır? Bunu “Prens” adlı eserinde açıklar. Machiavelli bu eserinde en iyi yönetim hangisidir? Hangi yönetim meşrudur? İktidar nedir? gibi sorunlarla ilgilenmez. Asıl ilgilendiği husus, İtalya’nın o gün içinde bulunduğu durumdur. Ulusal bir devlet ve ulusal bir ordu nasıl kurulur? sorularına cevap arar. 1870 yılında İtalyan Birliği kurulduğunda Machiavelli bu hareketin öncüsü olarak saygıyla anılır. XX’nci yüzyılda Mussolini ”Machiavelli bugün dört yüzyıl önce olduğundan daha canlıdır” diyecektir. Hitler yenildiğinde ise “Machiavelliler de bir gün dizginlenebilirmiş” denilecektir. J.J Rousseau “Toplumsal Sözleşme” eserinde Machiavelli’nin değişik bir yorumunu dile getirir, ona göre Machiavelli “Prens”i yazarken toplumları prens gibi yöneticilere karşı uyarmak istemiştir.
Jehan Bodin ve Egemen- Monarşik-Ulus Devlet
Fransa’da 1576 yılında “Devletin Altı Kitabı” adlı eser yayınlanır, yazarı Jehan Bodin’dir. Yazarın hayatı konusunda ayrıntılı bilgi yoksa da, hukukçu tarihçi ve filozof olduğu bilinir. Bodin devletin bir tanımlamasını vererek eserine başlar. Devlet birçok ailenin ve onlara ortak malların egemen güç tarafından yönetimidir. Bodin Machiavelli gibi devleti yalnızca siyasal olaylar düzeyinde ele almaz, devlet hukuka uygun meşru bir kurumdur, iyilik düzen mutluluk gibi değerlere yabancı değildir. Devleti devlet yapan temel öğe, toplumun birlik ve bütünlüğünü sağlayan egemen gücüdür. Egemenlik mutlak sürekli bir güçtür. Egemenlik süreklidir, çünkü değişen yönetimlerin ötesinde hep aynı kalır. Sürekli olan egemenlik mutlaktır. Egemenlik başkalarından emir almamaktır. Egemenlik her şeyden önce genel ve özel olarak herkes için yasa yapmak, yasaları değiştirmek iktidarıdır. Bodin’in bu egemenlik anlayışı feodaliteyi bertaraf ederek Fransız monarşisinin esas temel yapısını oluşturur. Bodin’e göre egemenlik parçalanamaz, bölünemez bir bütün olarak, bir prenste bir azınlıkta yada toplumda olabilir. Egemenliğin kral soylular ve halk üçlüsü arasında bölüşülmesi söz konusu olamaz. Bodin monarşiden yanadır. Bodin’e göre yöneticiler uyruklarının mülkiyet haklarına özgürlüklerine, yani doğal yasaya saygılı olduğu ölçüde uyrukların da yönetenlerin yaptıkları yasalara uygun davrandıkları zaman monarşi meşru olur [7].
John Locke, Devletin Kökeni ve Meşruiyeti
Locke devletin kökenini doğa durumu [8] tezinden çıkarak açıklamaya çalışmaktadır. Ona göre siyasi otoritenin kökenini tespit etmek için insanların doğal durumlarını göz önünde tutmak gerekir. Doğa durumu, insanların mülkiyeti paylaşımında ve kendi eylemlerinde yalnızca doğal hukuka bağlı olmalarıdır. Sadece doğal hukuka uygun hareket ettikleri bir özgürlük durumudur. Burada özgürlük herkesin her istediğini yapması değildir. Kişinin eylemlerini doğal hukuka uygun yerine getirmesidir. Özgürlüğün teminatı ve sınırı doğal hukuktur. Doğal durum tüm otorite ve yargılama hakkının herkese ait olduğu ve kimsenin kimse üzerinde herhangi bir egemenlik hakkının bulunmadığı bir eşitlik durumudur. Bu doğa durumu Hobbes’un bahsettiği şekilde herkesin bir diğerinin kurdu olduğu bir savaş durumu değildir. Buradaki doğal durum bir özgürlük durumudur, fakat kurallara dayanır. Doğal hukukun egemen olduğu doğa durumunda doğal hukuku kim uygulayacaktır? Bu durumda hiç kimse başkalarını temsil hakkına sahip olmadığından, masumları korumaya, suçları engellemeye, cezalandırma işlemini yapmaya herkes yetkili olacaktır. Dolayısıyla bu durumda herkes kendi yargıçlığını kendi yapmak durumundadır. Herkes herkesin üzerinde bir otoritedir. Bu otorite mutlak ya da keyfi anlamda bir otorite değildir. “Doğa durumunda suç nasıl belirlenecektir?” dersek suç aklın kuralları dışına çıkmaktır. Suç işlenmesi durumunda her insan doğal hukuku tatbik etme hakkına ve otoritesine sahiptir. Suçlar ölüm cezasını gerektirse dahi, doğal hukukun teminatı altında ceza gerçekleştirilir. O zaman böyle bir durum güvenli midir? Herkesin herkesi öldürebildiği bir durum güvenli midir? Bu durum Hobbes’un belirttiği gibi bir kargaşa durumu değildir. İnsanlar rasyonel varlıklar olduklarından açık, anlaşılır bir doğal hukuk vardır. Bu doğal hukuk devlet durumundaki pozitif hukuka karşılık gelir. Fakat Locke’a göre insanların kendi davalarının yargıcı olmaları noktasında bu duruma karşı çıkılabilir. İşte bu yüzden doğal halde yaşayan insanlar kendilerini politik toplumun üyeleri yaparlar [9].
Acaba sivil toplumsal yönetime nasıl geçilir? Locke’a göre bu duruma savaş tehlikesinin oluşması neden olmaktadır. Doğal durumda insanlar özgür, eşit ve bağımsız dünyaya gelirler ve yaşarlar. Emekleriyle elde ettikleri şeylerin başkaları tarafından zorla ellerinden alınmaya kalkışılması ve bu insanların köleleştirilmeye çalışılması savaş durumudur. Bu durumda olan insanların yardım çağırabilecekleri bir üst otorite yoktur. İnsanlar doğal durumun savaş durumuna dönüşmesini engellemek için doğal durumu terk ederler ve toplum halinde yaşamaya başlarlar. Bu durumda insanları bağlayan başka müşterek bir otorite, politik otorite haksız eylemlerde yardım çağırabilecekleri müşterek bir güç olacaktır. Locke için bu otorite doğa durumundaki herkesin doğal olarak sahip olduğu, fakat toplumu oluştururken ona ve onun yöneticilerine daha doğrusu kurdukları devlete devrettikleri bir otoritedir. Buradaki otoritenin varlık nedeni, insanların sahip oldukları yaşama, mülkiyet ve hürriyet gibi doğal ve temel hakların muhafazasıdır. Bu otoritenin gayesi bir bütün olarak toplum üyelerinin korunmasıdır. Bu otorite mutlak ve keyfi bir otorite değildir. Bu durumda devlet sınırlı bir devlet olup, herkesi temsil eder ve mutlak ya da keyfi yönetimler meşru devlet formları değildir. Rızai ve hukuki yönetim meşruiyetin zorunlu formlarıdır. Despotik olan her türlü otorite gayrı meşrudur. Halkın rızasına dayanmayan bir devletin insanların itaatini talep etmeye hakkı yoktur. Rızaları olmaksızın insanların temel ve doğal hakları üzerinde kimse tasarrufta bulunamaz. Herhangi bir devletin yönetimi altında bulunmak insanları hukuka bağımlı kılıyorsa da, insanlara köle muamelesi yapmak onları tekrardan savaş durumuna sokmak demektir. Kölelikten ve savaş durumundan kurtulmaya çalışmak, elbette ki insanların hakkı ve doğal bir tavrıdır [10].
Locke’a göre Tanrı yeryüzünü insanların müşterek kullanmaları için bahşetmiştir. Bütün meyveler hayvanlar müşterek olarak insanlara aittir. İnsanlar emekleriyle bunlar üzerinde tasarrufta bulunabilirler. Emek bu hayvanları ve meyveleri doğaya ait olmaktan çıkarır ve özelleştirir. Meyveyi toplayan veya av hayvanını vuran ona sahip olur. Çünkü emeğiyle ona bir değer katar. Locke’a göre insanın emeğiyle özel mülkiyete sahip olması, doğal ise de hayatının çok ötesinde özel mülkiyete sahip olması doğal değildir.
17’nci yüzyılda Locke mutlakiyetçiliğe şiddetle karşı çıktığı için, liberalizmin kurucusu olarak görülmektedir. Hobbes ve Rousseau gibi Locke’da toplumun bir sözleşme temeline dayanması gerektiğini savunmaktadır. Locke İnsanların hukukun veya iktidarın sağladığı avantajlardan yoksun olarak birlikte yaşadıkları hipotetik bir doğal durum düşüncesinden yola çıkmıştır. Böyle bir doğal durumun dezavantajları, İnsanların hukukun ve devletin yönetimi altına girmeleri için bilerek ve isteyerek bir sözleşme yapmalarını fazlasıyla haklı kılmaktadır. Toplumsal sözleşmenin amacı, düzeni ve yasayı ihdas etmek, doğa halinin belirsizliklerini ortadan kaldırmak ve bireyin haklarını koruyacak kurumları yaratmaktır.
John Locke, siyasal düşünceler tarihinde oldukça önemli ve seçkin bir yere sahiptir. Doğal hukuk düşünceleri arasında yer alan Locke’a seçkin bir yer kazandıran şey ise, oldukça sağlam bir mantıkla işlemiş olduğu teorisidir. Locke’un teorisi, birçok bakımdan günümüzde de büyük bir önem taşımaktadır. Her şeyden önce John Locke, çağdaşı olan Hobbes’tan farklı olarak orta sınıfın iktidardan pay alabilmesinin bir anlamda sözcülüğünü yapmış ve teorisini hazırlamaya çalışmıştır. Buna karşılık Hobbes ise, yavaş yavaş ortaya çıkan orta sınıfın, iktidarın koruması altında gelişmesini hedeflemişti. Bu bakımdan klasik liberal anlayışın köklerinin birçoğunu Locke’da bulabilmek mümkündür. Locke, aynı zamanda liberalizmin öncülerinden ve kurucularından birisi olarak kabul edildiği gibi, Amerikan Devrimini ve ilk yazılı Anayasanın ortaya çıkışını fikirleriyle önemli ölçüde etkilediği de savunulmaktadır.
Locke’un mülkiyete verdiği anlam ve önem, teorisinin temel taşını oluşturur. O’na göre mülkiyet, insanların canlarının, özgürlüklerinin ve mal varlıklarının bir bütün olarak ifadesidir. Her şey, bu mülkiyetin korunması ve geliştirilmesi esasına dayanmaktadır. Bunu sağlayacak en önemli unsur ise, yasama gücünde odaklaşmaktadır.
Hobbes ve Rousseau’da olduğu gibi, Locke’da uygar toplumun kuruluşunu sözleşmeye dayandırmaktadır. Her ne kadar Locke doğa durumunu bir gerçeklik olarak savunsa da, Hobbes ve Rousseau’da olduğu gibi, “doğa durumu” ve “toplum sözleşmesi” varsayımını siyaset teorisinin kuruluşunda sadece bir çıkış noktası olarak aldığını kabul edebiliriz. Bu düşünürlerin asıl göstermek istedikleri şey, devletin kaynağının ne olduğu sorusuna cevap bulmak değil, devlet denilen siyasal topluluğun temelinin ne olması gerektiğidir.
John Locke, “tamamen yeni, daha önce hiç bilinmeyen şeyler söylememiştir. Orijinal görüşleri mülkiyet konusunda odaklaşmakla beraber, fikirlerini etkili ve oldukça sistematik biçimde ortaya koymaya çalışmıştır”. Locke’un mülkiyet kavramına verdiği geniş anlam ve bunun yasama gücü ile esas olarak korunabileceğini savunması, daha sonra iyice yerleşecek ve yaygınlaşacak olan parlamenter meşruiyet anlayışına oldukça büyük katkılar yapmıştır.
Thomas Hobbes, Leviathan ve Devlet
XVII inci yüzyılda siyasal çalkantılar içerisindeki İngiltere’de 1651 yılında Thomas Hobbes Leviathan adlı eserini yayınlamıştır. Hobbes eserinin hemen başında Leviathan’ın ne olduğunu açıklar. Leviathan Latincede Civitas diye adlandırılan devlettir. Bu devlet insan eseri yapay bir yaratıktır. İnsana benzer ama ondan daha büyük ve güçlüdür. İnsanları korumak ve savunmak için yaratılmıştır. Bu canavarın “ruhunu” egemen güç temsil eder. Hakimler, memurlar ve diğer görevliler yargı ve yürütme görevini yaparlar bu yaratığın “eklemini” oluştururlar. Egemenlik kavramı içerisinde yer alan cezalandırma ve ödüllendirme yaratığın “sinir sistemini” oluşturur, toplumda herkesin zenginlik varlığı onun “gücüdür.” Halkın selameti “solis populis” onun görevidir. Danışmanları onun “belleği,” hakkaniyet ve yasalar onun “aklı ve iradesidir.” Uyum onun “sağlığı”, kargaşa hastalığı iç savaş ise onun “ölümüdür”. Bu yaratığın içeriğini ve yapıcısını insanlar oluşturur [11].
Hobbes‘a göre insanlar arasında rekabet güvensizlik ve herkesten üstün olma tutkusundan kaynaklanan sürekli bir mücadele ve savaş hali vardır. Bu savaş herkesin herkesle, herkesin herkese karşı savaşıdır. Böyle bir ortamda güvenlik olmayacak, tarım bilim ve sanayi de yapılamayacaktır. Toplum hayatı da devam edemeyecektir. Sürekli öldürülme tehdidi altında bulunan insanın hayatı da kısa verimsiz zorluklarla dolu ve yarı hayvansal bir yaşam olmaya mahkumdur. Herkesin herkesle savaş halinde olduğu ortamda benimki seninki ve mülkiyet kavramı da yoktur. İnsanın doğal yapısı insana böyle bir yaşam hazırlar, fakat insan bu durumdan kurtulmak zorundadır. Bu durumdaki insanların diğer insanlarla anlaşması gerekir. Bu anlaşmanın koşulları “doğal yasadır”. Bu doğal yasa kurallarının temel ilkesi “kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi sende başkasına yapma”dır. Bu ilkeye uygun olarak herkes, her şey üzerindeki mutlak hakkından vazgeçmelidir. Bu vazgeçiş başkasının hakkı olmasına engel olma özgürlüğünden vazgeçiştir. Bu vazgeçiş sorunu tümüyle çözmez. İnsanların yaptıkları bu anlaşmaya uymalarını sağlayacak bir “otoritenin” varlığı şarttır. Anlaşmaya uyulmasını sağlayacak bu karşı konmaz gücün sahibi kim olacaktır. İşte bu güç devlettir yani Leviathan’dır. Bu devleti insanlar aralarında yapacakları sözleşme ile kuracaklardır [12].
Hobbes insanları savaş durumundan kurtaracak bu gücün iktidarın tüm insanların yetki ve güçlerini bir “kişiye” ya da bir “meclise” devretmeleri ile kurulacağını söyler. Bu devir sözleşmesinin ifade ettiği anlam şudur. “Ben şu kişi ya da şu meclise kendi kendimi yönetme hakkımı devrediyorum, ancak sende aynı kişi yada meclise aynı haklarını devredeceksin.”
Bu egemen güç yasayı yapan kaldıran değiştiren tek güç olacaktır. Egemen güç yapılan sözleşmeyle bağlı olmadığı için sözleşme hükümleri ile bağlı değildir. İnsanlar haklarından vazgeçince, bu vazgeçiş mutlak vazgeçiştir. Geriye dönüşü yoktur. Mülkiyet hakkı egemen gücün verdiği bir haktır. Egemenin yaptığı hiçbir iş uyruk tarafından cezalandırılamaz ve eleştirilemez. Uyruklara hangi düşüncelerin öğretileceğine egemen karar verir [13].
Devletin görevi barış ve güvenliği sağlamaktır. Bunun için adil olmalı adalette eşitliği sağlamalı, çalışamayacak durumda olanlara yardım etmeli tüm bunları yerine getirmek için iyi yasalar yapmalıdır. Yıkıcı doktrinler, devlet otoritesinin mutlak nitelikte olmaması, egemen gücün belirli yasa ya da kişilere tabi olması, kişilere tanınan mülkiyet hakkına mutlak bir nitelik verilmesi, egemen gücün bölünmesi devletin sonunu oluşturur.
Hobbes devlet biçimlerini monarşi, demokrasi ve aristokrasi olarak ayırmıştır. Bunu belirlerken egemen gücün kimin elinde olduğuna bakarak bir ayrım yapmıştır. Hobbes’un totaliter devlet sistemi çağımızda iki şekilde değerlendirilmiştir. Bir görüşe göre çağımızın faşist, nasyonal –sosyalist ve komünist devletleri Hobbes’un Leviathan’ını anımsatmaktadır. İkinci görüşe göre Hobbes’un bireyci ve rasyonalist doktrini ile modern totaliter devletler arasında önemli ayrılıklar vardır [14].
Jean Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi ve Devlet
Jean Jacques Rousseau’da toplum düzeninin temelini sözleşmeye dayandırmaktadır. Rousseau’ya göre en eski toplum ailedir. Çocuklar bakılmak ve korunmak gereksinimiyle aileye bağlı kalırlar. Bu ihtiyaç ortadan kalkınca istekleriyle ailede kalırlar. Böylelikle ailede kendi varlığını sözleşmeyle sürdürmektedir. İnsanın ilk uyacağı yasa varlığını korumak yapacağı ilk şey de, kendine borçlu olduğu özeni göstermektir. Toplumlarda baş bir baba halk da çocuklar gibidir. Hepsi eşit ve özgürdürler ve bu özgürlüklerinden ancak kendi çıkarları için vazgeçerler. Ailede babanın çocuklarına olan sevgisi onlara gösterdiği özeni karşılar, devletteyse devlet başkanının kendi halkına beslediği bu sevginin yerini hükmetme zevki alır. Rousseau’ya göre her türlü insan gücü yönetilenler yararına kurulmuştur. Ona göre insanlar Aristoteles’in belirttiği gibi kimi köle, kimi efendi olarak dünyaya gelmez. Köle olarak doğanları köle olarak tutan şey onların korkaklıklarıdır. Rousseau’ya göre herkes eşittir. [15]
Toplumu yönetenler arasında en güçlü, gücünü hak, boyun eğmeyi de ödev biçimine sokmadıkça hep egemen kalacak kadar güçlü değildir. Güç maddesel bir şeydir. Bir öncekini alt eden güç, önceki gücün hakkını da elde eder. Öyleyse güç hak yaratmamaktadır. İnsan sadece haklı güce boyun eğmelidir. Öyleyse haklı yetkinin temelini sözleşme oluşturmaktadır. Rousseau’ya göre “bir insanın özgürlüğünden vazgeçip bir efendinin kölesi olabildiği gibi, bir ulusun da kendi özgürlüğünden vazgeçip kralın buyruğuna girmesi” düşüncesi yanlıştır. Krallar geçimini toplumdan sağlarlar. Bir insanın kendini karşılıksız, kendi aleyhine olacak şekilde krala bağlaması saçmalıktır. Herkesin kendisini krala bağladığı durumda bile çocuklarını bağlamaları mümkün değildir. Çünkü insanlar özgür doğarlar özgürlükleri kendilerinindir, hiç kimsenin onların özgürlüğünü kullanmaya hakkı yoktur. Baba çocuklarının özgürlüklerini geri dönülmezcesine başkasına veremez. Böyle bir bağış doğanın amaçlarına aykırıdır [16].
Rousseau’ya göre bir kalabalığı boyunduruk altına almak ile bir toplumu yönetmek arasında her zaman bir ayrım olacaktır. Dağınık yaşayan insanlar bir kişinin buyruğu altına girdikleri zaman, artık ortada bir ulusla başkanı değil efendi ile köleleri vardır. Bu durumda ortada bir toplum yok olsa olsa bir topluluk vardır.
Rousseau toplumsal sözleşmeyi izah ederken insanların öyle bir durumda olduklarını kabul ediyor ki, “insanların doğal yaşama halindeyken korunmalarını güçleştiren engeller, diretme güçleriyle, tek tek her kişinin bu durumda kalabilmek için harcayacağı çabalarla baş edemeyeceği engeller olacaktır” diyor. Rousseau’ya göre doğal yaşama hali ile ilgili “araştırmaları tarihsel gerçekler” olarak kabul etmemek gerekir [17].
Doğal yaşama halindeki bu ilkel durum içerisinde insanlar yaşamlarını düzeltmek zorundadırlar. İnsanlar yeni güçler yaratamayacaklarına göre güçlerini birleştirerek kullanmak zorundadırlar. Bunun için diretme gücünü alt edebilecek, bir güç birliği kurmak ve bu güçlerini tek bir dürtücü güçle yönetmek zorundadırlar. Bu güç birliği birçok kimsenin bir araya gelmesiyle kurulabilir. Bu durumda “üyelerin her birinin canını malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine de kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun. İşte bu ancak toplumsal sözleşme ile başarılabilir. Kısaca toplumsal sözleşme şöyle özetlenebilir. Her birimiz bütün varlığımızı ve bütün gücümüzü bir arada genel istemin buyruğuna verir ve her üyeyi bütünün bölünmez bir parçası olarak kabul ederiz.[18]
Rousseau kişilerin birleşmesiyle oluşan bu tüzel kişiye bireyler edilgen olduğu zaman “devlet”, etkin olduğu zaman “egemen varlık”, öbür devletlere karşı da “egemenlik” diyor. Egemen gücün üyesi olarak teker teker herkes yurttaştır ve yurttaşların hepsi birden halkı oluşturur. Bu sözleşmede kişiler egemen varlığın üyesi olarak kişilere karşı, sonra da devletin üyesi olarak egemen varlığa karşı bağlanmaktadırlar. Toplumsal sözleşme ile insan toplum düzenine geçişte önemli değişiklik yaşar. Davranışlarındaki içgüdünün yerine adaleti koyar. Topluluğun her kişisi varı ve yoğu bütün güçleriyle birlikte kendini olduğu gibi topluluğa verir. Bu demek değildir ki, işlem sonunda el değiştirmekle mal sahipliği özünü de değiştirir.[19]
“Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip, “bu benimdir” diyen ve çevresinde buna inanacak kadar saf insanlar bulan kişi toplumun kurucusu olmuştur” der Rousseau. İnsanların yetenekleri ve becerileri eşit olmayınca zeki az zamanda daha çok iş yapmış, becerikli daha iyi iş çıkarmış, eşit çalıştıkları halde bazıları çok kazanmış diğerleri ölmeyecek kadar kazanmıştır. Bu durum karşısında insan önceleri özgür ve bağımsızken yeni ihtiyaçları nedeniyle hemcinslerinin ve doğanın kölesi bir insan ortaya çıkmıştır. Toplum savaş alanına dönmüştür. Rousseau’ya göre bu durumda toplumsal sözleşme ortaya çıkmıştır. Ama “Güçlerimizi birbirimize karşı kullanmak yerine, onları bizi yasalara göre yönetecek, topluluğun tüm üyelerini koruyacak, savunacak, ortak düşmanı yok edecek üstün iktidar içinde toplayalım diyen insanların böylece özgürlüklerini güvence altına aldıklarını sanarak köleliğe doğru koştuklarını” söyler Rousseau. Bu nedenle toplumsal sözleşme eserine başlarken “İnsan Özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur.” diyerek başlar.[20]
Toplumsal sözleşme ile insan doğal özgürlüğünü canının çektiği gücünün yettiği her şey üzerindeki sınırsız hakkını kaybeder. Kazancı ise toplum içinde özgürlük ve sahip oluğu şeyler üzerindeki mülkiyet hakkıdır.
Rousseau’ya göre egemenlik genel iradenin kullanılmasıdır, devredilemez ve bölünemez. İktidarın devri mümkündür, ama egemenlik devredilemez. Rousseau’ya göre egemenlik bölünmez, çünkü irade ya geneldir ya da halkın bir kısmınındır. Rousseau egemenliğin yasama, yürütme gibi bölünmesine kuvvetler ayrılığına karşı çıkar. İrade genelse ve halkın bütününe aitse bu egemenliğin ifadesidir ve yasa gücündedir. Buna karşılık irade genel değilse, özel bir iradedir ve yasa gücünde değildir. Rousseau’ya göre yasayı, yasaya tabi olan halk yapacaktır. Yasaları kaleme alan yasa yapma iradesine sahip değildir. Yasaların hedefi herkes için en büyük iyiliği gerçekleştirmektir. Bu büyük iyilik iki temel ilkede toplanır. Özgürlük ve eşitlik [21].
Rousseau’ya göre yönetim biçimleri yöneticilerin sayılarına göre belirlenir. Egemen toplum yönetim görevini azınlığın elinde bırakmışsa buna aristokrasi, halkın tümü ya da büyük bölümüne bırakmışsa demokrasi, bir kişinin eline bırakmışsa monarşidir. Rousseau “En iyi yönetim hangisidir sorusuna cevap verilemez ama bir ulus iyimi kötümü yönetiliyor buna cevap verilebilir” der. Ülkede her şey aynı kalmak kaydıyla nüfus artıyorsa yönetim iyidir azalıyorsa kötüdür” der, Rousseau.
Ulusal Devletin Ortaya Çıkışında Merkantilizmin Etkisi
XVII’nci yüzyıl ekonomide merkantilizmin geliştiği yüzyıldır. Merkantilizm bir ülkenin zenginliği ve gücünü o ülkenin sahip olduğu altın ve gümüş gibi kıymetli madenler stokuna bağlar. Bunun için bir yandan ülkeden altın ve gümüş çıkışı önlenmek istenmiş, diğer taraftan ülkeye altın ve gümüş çıkışı sağlamak için tedbirler alınmıştır. Bu yüzyılda Batı Avrupa toplumlarını ilgilendiren başlıca sorun merkezi ulusal bir devlet haline dönüşebilmektir. Yalnızca zengin devletlerin güçlü olabileceğine inanıldığından, siyasal iktidarlar ekonomik hayata altın ve gümüş birikimini sağlayacak şekilde yön vermelidirler [22].
Fransız İhtilali
Fransız İhtilali krallık rejimine karşı yapıldığı için, tek adam iktidarına son verilmiş, onun yerine burjuvazinin önderliğinde bir ulusal yapının ülkede kendi kendini yönetmesi istenmiştir. Kentlerde örgütlü ve zengin burjuvazi, tek adam iktidarına karşı çıkarken, kendisi yalnızca tek başına bir siyasal varlık olarak devlet yönetimine el koymaktan çekinmiş, ama ulusun bütününü temsil eden bir ulusal egemenlik düzeninin kurulmasına giden yolu açmıştır. Tek adam iktidarından çok adam iktidarı olan ulusal egemenlik düzenine geçerken, ulusal devlet modeli geliştirilmiştir. Ulus devletler ve uluslar kurumsallaşmış siyasal iktidar biçimlerinin somut görünümleri olarak dünya sahnesine çıkmışlardır [23].
Ulus Devlet ve Milliyetçilik
Milliyetçilik genellikle, ortak bir tarih ve kültür bağı ile birbirine bağlanmış, potansiyel olarak kendine yeten bir insan topluluğu olarak tahayyül edilen bir ulusa karşı duyulan güçlü bağları içine alan düşünceler, ideolojiler ve toplumsal hareketlerle özdeşleştirilir. Milliyetçilikte yurttaşlar ve hükümetler kendi devletleri, kültürleri ve insanlarının hayatta kalması ve gelişmesine, yabancı devletler, kültürler ve insanların hayatta kalması ve gelişmesinden daha fazla önem veririler veya kendi devletinin vatandaşlarının maruz kaldıkları adaletsizliklere yabancıların maruz kaldıkları adaletsizliklerden daha fazla önem veririler. Yurttaşların çıkarlarına önem veren milliyetçiliğe genel milliyetçilik, kendi yurttaşları için adalet önceliğine önem veren milliyetçiliğe yüce milliyetçilik denebilir [24].
Milliyetçilik temelde milletleşme sürecinin bir ürünüdür. Bu sebeple Fransız İhtilalinden önce milliyetçilik ideolojisinin doğduğu kabul edilmemektedir. Bundan önce de Batı’da ve Doğu’da dil ve din farklılıklarının önemi sık sık görülmüşse de, bu faktörlerin milli bağımsızlığı gerektirecek yeni bir milliyetçilik anlamı ortaya koyacakları hiç düşünülmemiştir [25].
Modern dönem toplumlarının ulus temelinde örgütlenmesini sağlayan ana güç milliyetçilik ideolojisi olmuştur. Milliyetçilik, milli hisse dayanan davranış ve tutumlar anlamında yukarıda bahsedildiği gibi, oldukça eskiye götürülse bile ideoloji ve siyasi hareket olarak ön plana çıkması modern dönemlere ait bir olgudur. Bu kapsamda milliyetçilik ulus devlet modelinin oluşmasında temel rol oynamıştır. Milli egemenlik, milli kimlik, siyasi ve idari bütünlük gibi ulus devlet modelinin tüm köşe taşları milliyetçi ideolojiden kaynaklanan uygulamalardır.
İdeoloji olarak milliyetçiliğin ilk izlerini on sekizinci yüzyılda Fransa’da ortaya çıkan ve aydınlanmanın halkla daha içiçe olan bir yorumu olarak nitelendirilen Neo-Klasizm’de görmek mümkündür. Aydınlanma filozoflarına göre dünyayı anlamlandıracak temel formül, iyi tanrı, iyi tabiat ve iyi insandır. Neo klasizmin, aydınlanma düşüncesinin temeli olan iyi tabiata ve iyi insan yaklaşımlarını halka dönük bir şekilde yeniden yorumlayan bir düşünce biçimi olduğu söylenebilir. Bu düşünce biçiminde yurt kavramının ön plana çıkarılışı, yurtta yaşayan toplumların üyeleri arasında politik eşitlik düşüncesi, egemenliğin kaynağı olarak halkın işaret edilmesi, ülkesel bütünlüğe verilen önem ve bu bütünlüğü sağlayacak güçlü ve etkin bir devlet fikri, ana öğeler olarak göze çarpmaktadır. Fransız ihtilalinin düşünsel manada hazırlayıcısı olan Neo-Klasizmin sıklıkla karşılaşılan figürlerin başında ise eski Yunanda yurtlarını kutsallaştırmaları ve bağlılıkları ile tanınan Ispartalılar gelmekte, gerçek mutluluğun politik eşitlikle özdeşleştririlmesi, yurdu kuşatarak politik eşitliği gerçekleştirecek güçlü bir devlet fikrinin sıklıkla işlenmesi dikkat çekmektedir.
Fransız Devrimi sırasında tarih sahnesine çıkmış olduğu kabul edilen ulusal devlet sistemine geçiş dönemi aynı zamanda feodalizmden kapitalizme geçiş sürecini belirleyen dönemdir. Feodal devlette egemen olan meşrutiyet anlayışına göre devletin sahibi ve meşrutiyetin kaynağı monarşiydi. Feodal sistemin zayıflamaya başlamasıyla birlikte güçlenen burjuvazi sınıfı, politik etkinliğini pekiştirmek için kitlelerin desteğini arkasına almak zorunda idi. Buradan hareketle egemenliğin kraldan alınarak halka verilmesi süreci içinde milliyetçi akımların güç kazanması, milli egemenlik fikrinin kitlelerde geniş yankı bulmasını sağlamıştır.
Ayrıca bu dönemden itibaren halk egemenliği düşüncesinin giderek güçlenmesi ve Avrupa’da soyluların egemenliğine karşı çıkan yaklaşımların milliyetçi akım ve düşüncelerde yer aldığı görülmektedir. Avrupa’da krallıklara veya imparatorluklara karşı bağımsızlık amaçlı başkaldırılarda demokratik talepler kadar milli his ve gururda etkili olmuştur. Bu bakımdan liberal düşüncenin kaynaklık ettiği egemenliğin milletle buluşması sürecinde milliyetçiliğin etkinlik kazanması önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir.
Ulus devlet, meşruiyetini bir ulusun belli bir coğrafi sınır içindeki egemenliğinden alan devlet şeklidir. Devlet politik ve jeopolitik bir varlık, ulus ise kültürel ve/veya etnik bir varlıktır. Ulus devlet kavramı ise bu ikisinin belli bir coğrafyada örtüştürür, ve böylelikle kendisinden önce gelen devlet yapılarıyla büyük ölçüde farklılaşır. Tarihteki diğer devletlerden farklı olarak, ulus devlet modelinde devleti oluşturan tüm vatandaşların ortak bir dil, ortak bir kültür ve ortak değerleri paylaşması esastır. Adeta milliyetçilik, ulus devletin diğer unsurları ile birlikte yukarıda sayılan değerleri birleştiren bir tutkal fonksiyonu görmüştür.
Ulusun mu yoksa ulus devletin mi önce ortaya çıktığı tartışmalı bir konudur. Milliyetçi görüşler genellikle ulusun önceden var olduğunu iddia ederler, ulus devlet bu ulusun egemenlik taleplerini karşılayacak bir model olarak ortaya çıkmıştır. Ancak modernleşme odaklı teorilere göre ulusal kimlik daha önceden var olan devletin politikalarının bir ürünü olarak görülmektedir. 19. yüzyıl Avrupa'sında Sanayi devrimi, yazılı basının gelişimi ve öğretimin kurumlaşması gibi etkenlere bağlı olarak ortak dil, kültür ve değerlerin yaygınlaşmasının önü açılmıştır. Bunlar da ulus devletin oluşumunu hızlandıran etkenler olmuşlardır.
Dipnotlar:
[1] Erözden, O.: Ulus Devlet,Dost Kitabevi, Ankara 1997, s.9-10.
[2] Erözden,age,s.30-41.
[3] Şahin,age,s.123.
[4] Şahin,age,s.124.
[6] Erözden,age,s.53.
[7] Göze,age,s.123-126.
[8] Rousseau’da bu doğal yaşam olarak ifade edilmiştir
[9] Toku,N.: John Locke ve Siyaset Felsefesi, Liberte Yayınları, Ankara 2003, s.75-76.
[10] Toku,age,90-91.
[11] Hobbes, T.:Thomas Hobbes LEVIATHAN veya Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Kudreti, Çeviren Semih Lim, YAPI Kredi Yayınları, İstanbul 1992,s.17-18,
[12] Göze,A.: Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta Kitabevi, İstanbul 1989.,s.136-137.
[13] Hobbes, age, 127-138.
[14] Göze,age,s.141-143.
[15] Rousseau,J,J.: Toplum Sözleşmesi, Çeviren Vedat Günyol, İstanbul 2009,s.4-6.
[16] Rousseau,age,s.10-12.
[17] Göze,A.: Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta Kitabevi, İstanbul 1989.,s.194.
[18] Rousseau,age,s.15.
[19] Rousseau,age,s.18.
[20] Göze,age,s.200
[21] Göze,age,s.207
[22] Göze,age,s.127.
[23] Çeçen, A.: Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti, Fark Yayınları, Ankara 2007, s.33.
[24] Pogge, T.: Küresel Yoksulluk ve İnsan Hakları, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2006, s.192-193.
[25] Türkdoğan, O.: Türk Ulus Devlet Kimliği, IQ Yayıncılık, İstanbul 2006, s.138.
Kaynaklar
Çeçen, A.: Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti, Fark Yayınları, Ankara 2007.
Erözden, O.: Ulus Devlet, Dost Kitabevi, Ankara 1997.
Göze,A.: Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta Kitabevi, İstanbul 1989.
Hobbes, T.: Thomas Hobbes LEVIATHAN veya Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Kudreti, Çeviren Semih Lim, YAPI Kredi Yayınları, İstanbul 1992.
Kymlıcka,W.: Çağdaş Siyaset Felsefesine Giriş, Çeviren Ebru Kılıç, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2006.
Pogge, T.: Küresel Yoksulluk ve İnsan Hakları, Bilgi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul 2006.
Rousseau,J,J.: Toplum Sözleşmesi, Çeviren Vedat Günyol, İstanbul 2009.
Şahin, K.: Küresel Tartışmaları Işığında Ulus Devlet İstanbul 2007.
Toku,N.: John Locke ve Siyaset Felsefesi, Liberte Yayınları, Ankara 2003.
Türkdoğan, O.: Türk Ulus Devlet Kimliği, IQ Yayıncılık, İstanbul 2006.