Vatan Sevdası Sizin İçin Ne Anlam İfade Ediyor?
Doğduğun, büyüdüğün yerle aranda mutlaka bir gönül bağı olmalı; hem de hiçbir gücün koparamayacağı kadar güçlü bir gönül bağı. Bunun niçin önemli ve neden gerekli olduğunu sorabilirsiniz. İşte onun adına millî duygular denir, bunun hiçbir ideolojik düşünce ile anlatılamaz.
Bir ülkenin bir şehri, kasabası veya köyünde doğup büyümek, o ülkenin vatandaşı veya o şehrin hemşerisi olmaya yeter mi? Yeter gibi görünür ama yetmez. “Ben Türk vatandaşıyım!” diyebilmek için doğduğun, üzerinde büyüdüğün toprağa canı gönülden bağlılık duyman, dört elle sarılman, yeri geldiğinde canını vererek o toprağı koruman, kısacası bir zamanlar sadece kuru toprak iken kanınla sulayıp vatan yaptığın o toprağı karşılık beklemeden, yürekten sevmen gerekir.
“Van’da, göl kıyısındaki Ahlat ilçesine bağlı bir köyde veya Malatya’da, Balıkesir’de, Erzurum’da, Bitlis’te, Bilecik’te, İstanbul’da, Çanakkale’de, Edirne’de, Türkiye Cumhuriyeti’nin herhangi bir ilinde, ilçesinde, köyünde doğdum, büyüdüm; o şehrin, beldenin hemşerisiyim, köylüsüyüm ben, diyebilmek için de üstünde doğduğun o mübarek toprakla ilişkin kopmamalı.
Doğduğun, büyüdüğün yerle aranda mutlaka bir gönül bağı olmalı; hem de hiçbir gücün koparamayacağı kadar güçlü bir gönül bağı. Bunun niçin önemli ve neden gerekli olduğunu sorabilirsiniz. İşte onun adına millî duygular denir, bunun hiçbir ideolojik düşünce ile anlatılamaz.
İnsanların vatan sevgisi, ülkesine sahip çıkma düşüncesi, doğup büyüdükleri topraklara kol kanat germe, onları yeşertme, üstünde doğup büyüyen bütün insanları koruma, kollama, kurulan devleti kalkındırma, topyekûn millet ve memleketine güç katma, yüceltme azim ve kararlılığı buna bağlıdır da ondan. Büyük şehirlerde doğmuş, yüksekokullarında okumuş, hatta üstüne bir de yabancı ülkelerin üniversitelerinde ikinci bir yüksek öğrenim görme, doktora yapma imkânı bulmuş, ilerleyen yıllarda sanat ve siyasette isim yapmış ve ‘önder’ olarak öne çıkmış, bilim adamı sıfatıyla ilmine ilim katmış biri de olabilirsiniz.
Daha öte adınız, memleketin en önde gelen ticaret ve sanayi erbabı arasında duyulmuş, çok zengin biri de olabilir. Yazar çizer olarak isminiz dünyanın dört bir yanında söylenebilir, hatta Nobel ödülü ‘kazananlar’ listesine bile girebilirsiniz! Adı bilinen ünlü kişi veya sözün gelişi bir sanatkâr, kürsü sahibi bir profesör, General, milletvekili, bakan, başbakan, devletin üst görevlisi, hatta diyelim cumhurbaşkanı da olabilirsiniz. Bunların hepsi mümkün. ‘Vatan ve millete olan yakınlık, yurt ve bayrak sevgisi’ bunlarla ölçülmez ama. Unutmamak bir meziyettir.
Tanıdığımız insanlar arasında, gençlikte veya olgunluk çağında, çeşitli sebep ve vesilelerle karşımıza çıkan öyle kişiler vardır ki, bunları unutamayız. Unutulmama sebebi ne çıkar ilişkisi ne şu, ne budur. O insanların memleketlerine duydukları yakınlığı aşan sevda, gösterdikleri ilgi, gönül dolusu saygı, sevgi, kendilerini doğdukları toprakla, o topraklarda yaşayan insanlarla bütünleştirmeleridir. Sevilen, övülen, takdir ve taklit edilen seçkin insanlardır bu insanlar.
Bir de doğduğu memleketi, yurt edindiği topraklarda birlikte yaşadığı insanları unutan, kendi yükseldiği için, hemşerilerini hakir gören, küçümseyen, dışlayan, rahatı ve huzurundan başka bir şey düşünmeyen ve bu yolda başka ülkelerde yaşamayı bile düşünebilen, uygun şartlar bulunca kabul eden, soydaşlarına değil sadece, kendi soyundan gelmeyenlere dahi insanca yaşama hakkı tanımayan kişiler vardır. Bunlar, bir ‘şahsiyet’ fukarasıdır.
Bu arada, belli şartlar sebebiyle yabancı ülkelerde çalışmak, iş tutmak mecburiyetinde kalanlara sözümüz yok. Ama bir şartla, vatanlarından, milletlerinden, din ve dillerinden kopmadıkları sürece. İnsanlar gibi şehirler, değişik yurt köşeleri, köyler ve kasabalar da vardır. Görünce sizi şaşkına çevirir! Çoğunuzu ürperten kavruk kurak, toprağı susuzluktan şahrem şahrem yarılmış bozkırlar, bazen göz alan heybetli görünüşleri ile dağlar, kenarlarında yemyeşil ağaçlar yükselen ve kıvrım kıvrım akan nehirleri, çayları ve denizlerinde, göllerinde, göletlerinde çeşit çeşit balıklar, uçsuz bucaksız ovalar, bahçeler, bağlar, geçtiğiniz yolun kenarında yaşı yüzyılları aşan boy boy çınar ağaçları vardır.
Toprak kokusunu bilir misiniz? Toprak, hele hele yağan yağmurdan sonra başka kokar, otu başkadır, çiçeği başka biter, kokusu ve rengi başka başkadır her birinin. İnsanın doğduğu memleketin havası, kokusu bile başkadır. O topraklarda doğmuş büyümüş, anasından süt emer gibi suyunu içmiş, havasını soluyup almış insanlar Gördüm ki, başka soylardan da gelseniz, başka ırklara da mensup olsanız, yüzyılların hâkim olduğu değerler aynıdır.
Anadolu Bizim Vatanımız! Bin yıldan fazla oldu, vatan yaptık bu en engin coğrafyayı kucaklayan toprakları, kan dökerek, can vererek. İlim irfan, sanat türlü uğraşı sonu, dolana dolana vatan toprağı şekillendi, yoğruldu, can buldu. Yüzyıllar sürdü, onu fethedişimiz, ona kan dökerek alıp ter dökerek sahiplenmemiz. Üstünde yeni bir tarih yazdık, yeri geldi çağ açtık, çağ kapadık. Anadolu gibi binlerce yıllık bir tarihe sahip olunursa, bir de bu saydıklarımıza eski eserler, tarihe tanıklık eden yüzlerce ve binlerce sanat harikası eklenirse, üzerinde boy attığınız toprağın değeri daha da artar, ona sahiplik daha da anlam kazanır. O eski eserler yok olup gitmesin diye üzerine titrersiniz, korumak için çaba harcar, aç açık kalmak pahasına bütçenizden pay ayırırsınız. Size ait her eski eser, sanat değeri olan her yapı, hatta taş parçası, o coğrafyada varlığınıza işaret eden bir belgedir, hatta tapu olma özelliği taşır. Sınırlarından binlerce kilometre uzaktaki Falkland Adaları için donanma yürüten, asker ayaklandıran İngiliz ne kadar haklı, tartışma götürür belki ama Ege’de burnumuzun dibindeki Kardak Adası, bizim için o adalardan farklıdır. Birisi güç ve işgal sayesinde suni bir egemenlikle sınırlara katılmış, öteki oynanan bin bir oyunla sınırlarımızdan koparılmış! Elimizden çıkan Meis, Kardak’tan farklı mı? İtalyan işgalinden çıkan Oniki Adaları unutmak mümkün mü? Daha sayacak çok şey, söylenecek, sorulacak pek çok soru var. Hepsini sıralamaya kalkışmak bu yazının sınırlarını hem aşar hem de yeri değil.
Son yüz elli yıl içinde, Osmanlı’nın yeniden güç kazanmak, birtakım yanlışlardan silkinmek ve kurtulmak için gösterdiği çaba sonuç vermeyince, bugün bazı olmadık durumlarla baş başa kaldık. Bunların neler olduğuna tarihimiz şahit. Neyin, nerede, nasıl olageldiği sorgulanmaya devam ediyor ve henüz soruların cevabı verilmiş, durum aydınlığa kavuşturulmuş değil. Sorular birbirini kovalamakta. Hâlbuki her cevap yakın tarihimize ışık tutacak, bugün de ters giden bir gidişin yolu aydınlanacak. Sormak için sıra ve zamana ihtiyaç olduğunu belirterek, söze devam edelim.
Coğrafyanın Vatan Oluşu kaderdir. Toprak, şunu bilin ki, kılıç sallanarak, top tüfek tank ile kan dökülerek vatan olmaz. Toprak, gönlünüzde yoğrula yoğrula, sevdalısı olursanız, emek verip ter dökerseniz “vatan” olur! Bunu idrak edemiyorsanız, bir eksiğiniz var demektir. Bir zamandan beri “Bölücülük” yapmaya kalkışan gafiller bunu bilmiyor, nimetiyle yaşadıkları, hayat sürdürdükleri ülkeye ihanet etmekteler, bundan habersiz görünüyor, gerçeğe gözlerini yumuyorlar. İnsan, yoksul-zengin, cani-babayiğit, sağcı-solcu, bilgili bilgisiz demeden beraber yaşadığı insanları ve topluluğu ayrımsız bağrına basıp gönül tahtına oturtabiliyorsa, o ülkenin gerçek vatandaşı, o kentin, kasabanın, köyün hemşerisi olmaya lâyıktır.
O ülkede yaşayan insanlar olarak, aynı soydan gelmemiş, aynı dinin mensubu olmamış, doğduğu ve büyüdüğü evde anasından aynı dili öğrenmemiş olabilirler. Doğduğu ülkeyle gönül bağını kurmak, sadece o coğrafyayı kılıç ve kanla vatan yapanlar için değil, tarih boyunca orada doğan, büyüyen, yaşayan azlık veya azınlıklar için de söz konusu. Çünkü birlikte yaşama bunu gerektirir. Bir ülkenin kimlik belgesini taşıyor, o memlekette yaşıyor, iş tutuyor, ister tek başınıza, isterse çoluk çocuğunuzla karnınızı doyuruyor iseniz, o topraklara ilk sahip olanlarla birlikte aynı şekilde sahip çıkmanın, yeri geldiğinde korumanın, uğrunda ölmenin, aradaki anlaşmayı gerçekleştiren ortak dili benimseyip kullanma gereğinin de göreviniz olduğunu unutulmamalısınız. Eğitim, öğretim, iletişim tek ve ortak bir dil ister, öyle gerçekleşir. Vatan denilen toprağa bir bayrağın gölgesi yeter. İkincisi, gölge bırakmaz, o mübarek toprakla birlikte yaşayanların dünyasını karartır. Madalyonun Arka Yüzü!
Yaşadığı ülkeye hıyanet edenler kimlerdir peki? “Vatandaş” olarak, ülkenin çıkarına göre hareket etmeyen, ayaklanan ve ayaklananların destekçisi olanlardan başka kim olabilir? Hıyanettir, dün vatanın bölünmesi için ayaklanan ve yargılanıp hüküm giyen elebaşılarını övmek, anmaya kalkışmak! Kimilerinin bu konuda yaptıkları girişimler, iyi değerlendirilmeli.
Bizim aramızdan da çıktı vatan hainleri, onların akıbeti aynı oldu. Bu tür hareketleri başlatanların büyük çoğunluğu, belki belli bir yöre halkının değil ama Türk’ten gayrı olan ve hâlâ Türklüğe diş bileyenler arasından çıkıyor.
Biz, İslâm’dan önceki inancı itibarıyla ona ters düşmeyen, daha açık belirtmek gerekirse ondan farklı olmayan bir inanç ile düşünen bir soya mensubuz, ondan gelen insanlarız. İslâm’ı kabul etmeden önce de bugünküne benzer bir insanlık anlayışına sahiptik. “Barbar” kavramı, Batı’nın bir yakıştırmasıdır. Bu hatırlatmayı yaptıktan sonra, bundan önceki yıllarda kaleme aldığım düşüncelere yer vermek istiyorum.
Vatan Elden Giderse! Bugün, Türkiye Cumhuriyeti, son elli yılda iyice belirginleşen haliyle varlığını tehdit eden zor bir dönemden, bir ateş çemberinden geçmektedir. Bu durumu, vatanını milletini seven, memleket gerçeklerini iyi bilen her aydın görebilmekte ve vatanını, milletini sevmenin ötesinde sorumluluğunu yüreğinde duymaktadır. Her şeye rağmen, bulunduğumuz şartların güçlüklerine ve önümüze konulan bütün engellere rağmen hepsini bir bir aşacağız; çünkü bu vatan bizim!
Bu vatan sevgisi ve sevdası, sonunda bizi aydınlık günlere ulaştıracak, sözde aydın, siyasetçi ve bilim adamları, eninde sonunda bu milletin ve ülkenin tarihinde kara bir sayfa halinde kalacaklardır. İnsanımız için gerekli birtakım haklar, kabul görmemiş izlenimi yaratılmak suretiyle “insan hakları” maskesine büründürülerek demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıymış gibi, üstelik bir de zaman içinde ortaya atılan kriterlere bağlanıp öne sürülünce, insan ister istemez, yakın tarihimizde şahidi olduğumuz olayları, içine düştüğümüz veya düşürüldüğümüz badireleri hatırlamadan edemiyor. Bu toprağın sevdalısı olmak için, bir bedel ödemek, birtakım şartları yerine getirmek ve bunun bir görev olduğu idraki içinde bulunmak lâzım.
İşte yazdığım tüm yazılarımda bunun için ne yapmalı, nasıl yaşamalı, neleri görmeli, nelere dikkat etmeli, bunu anlatmaya çalışıyorum. Anlayana tabii! Son elli Yılda Ne Değişti? Tarih tekerrür eder mi? Aklımızı başımıza almazsak aynen devam eder. Fakat tarihten ders alındığı, daha doğrusu alınması gerektiği için geçmişte acıyla yaşanan olaylara geçit vermemek gerekiyor. Dileriz öyle olur. Bugün de iç veya dış mihraklı bölücü hareketlere muhatap olduğumuz bir gerçek. Daha da ürkütücü bir şekilde, geçmişin bir benzeri yaşanıyor, yaşansın isteniliyor.
Gerçek o ki, yarım asrın gidişatı ile bugün içinde bulunduğumuz durum arasındaki benzerliği görmemek için kör olmak lâzım. Tarih, bir milletin hem geçmişinin hem de geleceğinin aynasıdır. Kırk yıl, seksen yıl, yüz yıl, beş yüz yıl ve daha fazla yıllar önce olanlar, yaşananlar unutulabilir mi? Onlar nasıl unutulmuyorsa, Kurucu unsur kim, Türkler. Egemenliği altında ömür sürenler, bu bizden koparılmış insanlar, dün uyruğumuzda yaşayan vatandaşlarımız değil mi?
Dil, Milletin Gerçek Vatanıdır ve o topraklarda yaşayanların namusudur şerefidir. Dünle bugün arasında, değişen nedir söyler misiniz? Aynı yabancı kışkırtma, bugün de geçerliliğini korumakta ve yapılmakta. Bakın dünya ülkelerine, farklı bir durum var mı? Hangi ülkenin Anayasası’nda devletin dili ne şekilde yazılmış ise, ona uyulmuyor mu? Aynı dil, ortak resmî dil olarak kullanılmazsa, bir ülkede yaşayan insanlar nasıl anlaşacaklar? İşlerini nasıl takip edecek, bir arada nasıl yaşayacaklar?
Alman dil bilimci Humbolt der ki: “Bir milletin gerçek vatanı, onun dilidir.” Analarından öğrendikleri dil başka olabilir; analarının evinde, hadi diyelim aynı dille konuşanlar kendi aralarında konuşsunlar, bir diyeceğimiz yok. Tıpkı dün Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi Amerika’da da, yetmiş iki milletten insan var, onlar da kendi aralarında geldikleri soyun diliyle konuşuyorlar, ama resmî okullarda tek dil uygulaması sebepsiz mi? Olimpiyatlarda yarışa katılıp, ülkesi için koşuyor, ter döküyor birinci gelmek için ve gelince de “Amerikan Bayrağı”nı sırtına sarıp, elinde dalgalandırıyor. Kendi dilleri yanında İngilizce söylüyorlar şarkılarını, hem de bütün dinleyenleri hayran bırakarak! Dinlemiyor musunuz?
Neyin kavgasının edildiği bilinmez, bu gidişatın hesabı yapılmaz, sonunun varacağı nokta nedir, ne olur düşünülmezse, bu gidiş gidiş değil, bunu bilelim, ona göre hareket edelim. Hatırlarsanız, bundan öncekiler de iyi niyetle hareket ettiler, bir sonuç almak için kararlar aldılar ve uyguladılar. Ne oldu, nereye vardık? Bu günlerde de iyi niyetle ve çözüme ulaşmak için yapılan çalışmalara, söylenen sözlere, atılan adımlara bir bakın. Bunları görüp, dediklerini duyup da karşı harekette bulunan, “dediğim dedik, çaldığım düdük” demekte ısrar edenleri görmemek, denenleri duymamak ahmaklıktır! Bir taşa, göre göre ve üst üste iki defa takılıp düşmek, yönetime talip olan kişilere yakışır bir hareket değildir. Yeter artık, aklımızı başımıza devşirelim!
Saygı dolu sevgiyle kalın.