Alman Subay Von Schweinitz’in 1904-1905 yıllarının Türkiye’sini Anlattığı Eseri: “At Sırtında Küçük Asya”, Bugün Bize, Bizi Anlatıyor
Anadolu'da gerçekleştirdiği geziyi ‘At Sırtında Küçük Asya’ isimli kitabı yazarak ölümsüzleştiren Von Schweinitz'in belki başka maksatlara hizmet etmesi için yazmış olduğu seyahat hatıratı, bizlere Anadolu'daki yaşantıyı, o dönemi tanıtıyor.
Bir Alman deniz subayı olan Hans-Hermann Graf Von Schweinitz, 1904-1905 yıllarında yanına eşini de alarak İstanbul’dan başlayan Küçük Asya (Anadolu) gezisine çıkıyor. İlginçtir, Osmanlı döneminde Avrupa’dan gelip Osmanlı topraklarında keşif gezileri yapan subaylara rastlanıyor. İzlenimlerini aktarıyorlar. Örneğin bunlardan ünlü Alman Mareşali Moltke’nin genç bir subayken Türk topraklarında bulunduğu dönemi yansıtan “Feldmareşal H.Von Moltke, Türkiye Mektupları” kitabı bilinen değerli bir eserdir.
Muhtemelen bu subaylar, günümüzün askeri ataşeleri gibi ‘resmi’ görevle bu topraklarda dolaşıyorlar ve kendi ülkelerinin çıkarlarına hizmet edecek faaliyetlerde bulunuyorlar. Bu kapsamda insan istihbaratı ve coğrafya incelemeleri takdire değer yansımalarını kendi ülkelerine döndüklerinde kitap haline getirme gibi günümüzde gerçekten özellikle bu coğrafyada yaşam sürmekte olan biz Türkler açısından, kendi geçmişimizi bir yabancı gözünden de olsa daha iyi idrak etmek, kavramak adına önemli bir boşluğu doldurmuş oluyorlar. Yabancı devlet görevlilerinin kaleme aldığı birçok kitap bu nedenle biz Türkler için de önemlidir. Bundan 100-150 yıl önce bizim coğrafyamıza ait eski fotoğraflara baktığımızda, çeken kişilerin neredeyse tümünün yabancı olduğunu görürsünüz. Yine yabancılar kadar detaylı bir betimleye Türkler tarafından yazılan eserlerde pek rastlamazsınız. Dolayısıyla bugün için anlamlı olmasa da geçmişten bugüne birçok bize ait şeyi ‘yabancı gözü’ ile yeniden öğrenme, keşfetme şansını bulabiliyoruz.
Alman deniz subayı Von Schweinitz’in eşiyle birlikte İstanbul-Bursa-Eskişehir-Kütahya, Afyonkarahisar-Konya-Göller Bölgesi-Niğde-Kayseri-Nevşehir-Kırşehir-Yozgat-Ankara güzergahını takip edip tekrar İstanbul’a dönmesiyle sonuçlanan gezi de bu manada önemli buluyorum. Daha sonra bu geziyi ‘At Sırtında Küçük Asya’ isimli kitabı yazarak ölümsüzleştiren Von Schweinitz'in belki başka maksatlara hizmet etmesi için yazmış olduğu seyahat hatıratı, bizlere bahse konu güzergaha ait geçmiş yaşantıyı, o dönemde yaşayan insanlarımızı tanıtmaya hizmet etmektedir.
Yazar ‘At Sırtında Anadolu’ isimli eserinde her ne kadar doğrudan söylemese de, gezinin amacı gezilen yerlerdeki insanların Almanya’ya ve diğer batılı devletlere bakışını öğrenmek, Anadolu’ya gelmesi düşünülen Alman yatırımcılar için gezilen yerleri her yönü ile tanıtmak, Almanya için yatırım imkanlarını araştırmaktı. Dönüşte raporunu Alman sömürge cemiyetinin Berlin şubesine sunması da bu görüşümüzü perçinliyor.
Avrupalıların o dönemlerde Osmanlı ülkesinin iç dinamiklerini öğrenmek için kendi hükümetlerinin finansmanı ile ama görünüşte masum bir seyahat olan bu tür gezileri yaygın bir uygulamaydı. Fred Burnaby’nin “At Üstünde Anadolu Seyahati” isimli kitabı da böyle yazılmıştır. Bu kitap da dönemin İngiliz Hükümeti adına bir ‘araştırma yapmak’ saikiyle yapılan gezinin sonucunda kaleme alınmıştı. Henüz 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi patlak vermeden (ancak çıkmasının beklendiği bir gerginlik döneminde), 1876 yılında Osmanlı devlet adamları, asker ve azınlıklar ile temas kurularak, yaklaşan savaş hakkında Türk halkı ne düşündüğünü ve savaşa yönelik hazırlıkların ne safhada olduğunu araştırmak maksadıyla bu seyahat düzenlenmişti. Güya adı seyahat olan bir istihbarat çalışması yapılmıştı.
Geziye başlamadan önce İstanbul’daki alman elçiliği vasıtası ile Osmanlı Padişahından (II. Abdülhamit) bir ferman alan Alman deniz subayı Hans-Hermann Graf Von Schweinitz, bunun sayesinde gittiği her yerde üst düzey ilgi ve alaka ile karşılanır ve misafir edilir. Bu arada seyahat esnasında kendince ilginç bulduğu her şeyi de notlarında paylaşır. Örneğin Eskişehir’deki lületaşı ocaklarında sadece suçluların ve aranan kişilerin çalıştığını, Osmanlı Hükümetinin buralara müdahale etmediğini, daha o yıllarda Konya’da hem Alman hem de Rus Konsolosluğu bulunduğunu, demiryolu inşaatının 1904’de Konya’ya ulaşması ile ticari hayatın arttığını, bu çerçevede Konya’da sadece bir yılda 1.200 inşaat ruhsatının verildiğini ve nüfusun 45.000’e dayandığını eserinde anlatıyor.
Osmanlı Hükümetinin, Konya ovasını sulamak için Avrupalı mühendisler getirterek göller bölgesinin suyunu Konya Ovasına indirip sulama yapma çabalarından bahsediyor. O zamanki göller bölgesini ve sahip olduğu güzelliklerini o kadar güzel anlatıyor ki bugün bile okuyucu bu satırları okuyunca ‘oraya gitmeliyim, ne güzel yerlermiş’ hissiyatına sahip oluyor, gidesi geliyor. Anlatımlardan o dönemlerde Konya-Kayseri arasındaki yerleşimlerde ciddi bir Rum nüfusunun yaşamakta olduğunu, sadece nüfusu Rumlardan oluşan köyler olduğunu, konakladıkları bir Rum köyünde atlarının koşumlarının kaşla göz arasında kaybolduğunu bunun bir Türk köyünde olmasının düşünülemeyeceğini söylemesini de biz Türklerin sahip olduğu hasleti, yüksek kültürü göstermesi yönüyle değerli buluyorum. Belki içinizden “Bugün böyle mi?” diye sorarsanız, sormayın demekle yetiniyorum.
O zamanlar Anadolu’da seyahat eden her yabancının yanına bir zaptiye alma zorunluluğu olduğunu, hükümetin bunu güvenlik gerekçesi olarak sunduğunu ama Avrupalıların ise amacın hükümet tarafından yolcunun bizzat kendisini denetlemek için yapıldığını düşündüğünü belirtiyor yazarımız. İstanbul Hükümetinin bu tür tedbirleri her yabancı için alabiliyor olmasını takdirle karşıladığımı ifade etmek isterim. Bugün şüphesiz bu mümkün değil. Zaten ‘istihbarat’ imkanları bir insanın gezip görerek elde edebileceğinin çok üstünde bir istihbarat elde etmeye elverişli bir kapasiteye ulaşmış durumdadır. Ancak geçmişte özellikle insan istihbaratının ‘bilinmeye’ coğrafyalar için çok değerli olduğunu anlıyoruz. Değilse at sırtında bir baştan bir başa at sırtında sırf ‘seyahat, gezip görmek’ maksatlı dolaşılmaz.
Konya Ereğli’ye tren geldiğinde yerel üreticilerin tahıl ürünlerini İstanbul’a götürüp satmayı hayal ettiklerini ama taşıma ücretlerinin çok yüksek olmasından dolayı bunu yapamadıklarını, fakat Toroslardaki ceviz ağaçlarının kesilip Hannover’e mobilya yapımı için satıldığını yine bu seyahati yaparak ölümsüz bir eser haline getiren Von Schweinitz’in kaleminden öğrenme imkanına kavuşuyoruz.
Niğde ve civarındaki Rum unsurların zamanla kendi öz dillerini unuttuğunu, hatta kilise ayinlerini bile Türkçe yaptıklarını ancak Kırım Savaşı’ndan sonra Yunanlı olduklarını hatırladıklarını ve yavaş, yavaş milli duygularının gelişmekte olduğunu, Rum cemaat tarafından her yerde Rum okulları kurulup, Yunanistan’dan öğretmenler getirtildiğini, böylelikle her yerde Rumca konuşulmaya başlandığını ve Rumlar arasında milliyetçiliğin ve milli aidiyetin geliştiğinden bahsediyor.
Yazar gittiği yerleri incelerken daha eski tarihlerde bölgeye gelmiş seyyahların notlarına atıfta bulunmayı da ihmal etmiyor. Beldelerin o eski eserlerde anlatılanlardan farklı olduğunu, eskiye göre daha mamur, daha gelişmiş bir Osmanlı coğrafyası olduğunu söylüyor.
Hacıbektaş’ı anlatırken bölgeye 70 sene önce gelmiş İngiliz seyyah William Francis Ainsworth’ün gezi notlarına atıfta bulunarak, o dönemde insanların büyük bir yoksulluk içinde pisliğe batmış harabeler içinde yaşadığını, bugün ise (1905) çok sayıda yeni binanın, dükkanların olduğu temiz gelişmekte olan müreffeh bir yerleşim yerinde işine devam eden çalışkan bir nüfusun bulunduğunu anlatıyor.
Mucur ilçesinin 70 yıl önce İngiliz seyyah döneminde ekseriyetinin Hristiyan Rum köyü olduğunu, halkının topluca Müslüman olduğunu, Kırşehir’in gelişmiş bir kasaba olduğunu yazıyor. Bugün Niğde’ye bağlı bir ilçe olan Bor’un Rum nüfusunun fazlalığı ile dikkat çeken bir belde olduğunu, hatta maliye müdürünün bile bir Rum olduğunu not düşüyor.
Boğazköy’deki Hitit anıtlarındaki çift başlı kartalın hem Selçuklu hem de Alman İmparatorluğu tarafından kullanılan bir arma olduğuna dikkat çekiyor. Selçuklu Sultanı 1. Keykavus’un 1217 yılında bastırdığı sikkelerde bu motifi kullandığını belirtiyor.
Abdülhamit Han’ın demiryollarını Anadolu’nun her yerine yaymak istediğini, böyle bir bayındırlık politikası olduğuna dikkat çekiyor. Ancak Avrupa devletlerinin bunu engellemeye çalıştığını ilginç bir not olarak kaydediyor. Hükümetin Anadolu’nun kalkınması için nitelikli memurları tayin ettiğini müşahede ettiğini ifade ederek, bundan övgüyle bahsediyor. Alman göçmenlerin de Anadolu’ya yerleşmelerinin sağlanmasını telkin ediyor.
Burada bir dipnot olarak belirtelim. Almanlar bir şekilde o yıllarda Anadolu’da nüfuz alanlarına sahip olma politikası güdüyorlar. Kendilerince uygun görülen noktalarda iskan ettirilecek Alman nüfusunun gereği muhtemeldir ki Alman Hükümeti tarafından izlenecek bir politika olarak belirleniyor. Yazarın bu vurgusu ile yine Almanların Enver Paşa’ya Bağdat Demiryolu hattının inşa edildiği dönemde, hattın 20 km sağında ve 20 km solunda kalan bölgelerin ekonomik imtiyaz bölgesi ilan edilmesi bağlamında (bu genel bir kural olarak maalesef o dönemde Osmanlı Hükümeti tarafından tüm yabancı demiryolu inşaat şirketlerine tanınan bir uygulamaydı.), bu bölgelere Alman göçmenlerin yerleştirilmesi için yaptıkları teklif kabul görmeyecektir.
Neticede, kitaplar boşuna yazılmıyor. Özellikle bu tür geçmişi anlatan, geçmiş dönemleri yansıtan yabancı yazarların elinden çıkan kitapların bir bütün olarak değerinin büyük olduğunu teslim etmemiz gerekiyor. Her ne kadar bu seyahatler bir istihbarat maksadına hizmet etmek için yapılmış olduğu bir hakikat ise de, neticede bırakılan eserler, döneme ait fotoğraflar bizi yansıtıyor. Bizi, bize tanıtıyor.
Bu değerli kitabı bulup okumanız dileklerimle…