Site İçi Arama

tarih

Dünden Bugüne Gelen Kültürel Mirasımız ve Yüzleşme

Coğrafi keşifler, Rönesans, Reformlar, Aydınlanma cağı ve sanayi devrimi gibi aşamaları yaşayamayan ve kendini değişen dünya ya karşı adapte edemeyen Osmanlı İmparatorluğu, yıkılışına kadar geçen süre boyunca 300 yıllık zaman zarfında, zaman zaman geçici bazı başarılar ve toprak genişlemeleri elde etmiş olsa da genel olarak savunmada kalan, giderek toprak kaybeden, dış ülkelere tavizler veren ve yapısı giderek bozulan bir ülke haline gelmekten kurtulamadı.

Neden, biz Türk toplumunun fertleri olarak, kısa yoldan zengin olmanın hayallerini kuruyor ve hep günü kurtarmaya odaklanıyoruz? Peki bizde ülke insanı olarak eksik olan nedir? Bu yazımda bu sorunun yanıtını, yine size tarihten örneklemelerle anlatmaya çalışacağım.

Kültürel miras, bir ülkenin geleceğinin şekillenmesinde en önemli olgudur. En başında söyleyeyim. Bu coğrafya insanının kısa vadeli düşünme sebebi, yüzyıllardır süren bir kültürel miras ve günümüzde hala çözülememiş olan sosyolojik bir gerçekliktir. Osmanlı 1300-1600 yılları arasını kapsayan dönemde oturmuş bir sistem, düzgün ekonomik bir yapı ve sınırlarını sürekli genişleten fetihçi anlayışa sahipti. Devlet, bu dönem süresince bu coğrafyada yaşayan insanların hepsine kendine güven ve geleceğe dair umut veriyordu. Güçlü ve karizmatik bir lider olan ve çağının en büyük entelektüeli Fatih dönemi ile bu olgu en üst seviyeye ulaştı. 

14’üncü yüzyılın son çeyreği ve 1500’lü yılların başlarında pusulanın icadıyla gerçekleşen coğrafi keşiflerle birlikte, Avrupa’nın yaşadığı değişim, tarihi başarıların ibresini Batı dünyasının lehine değiştirmeye başladı. Yeni keşfedilen topraklardaki ekonomik kaynakların aktarımı, dinin reform geçirerek kilisenin halk üzerindeki kontrolünün azalması, Bilim ve Teknolojisinin üstün kullanımı sayesinde özellikle de ateşli silahlar ile Avrupa yükselişe geçmeye başlarken, Osmanlı İmparatorluğu bu değişim sürecinin dışında kaldı. Yani kısaca, 1600’lü yıllarından sonra devlet tandanslı tarih kitaplarında mukayeseli tarih anlatılmadığından, tüm Türk toplumu Kanuni’den sonra duraklamanın başladığını ve sadrazam Sokullu’dan sonra da gerilemeye başladığını zanneder. 

Aslında biz Türklerin Avrupa’daki Rönesans hareketlerinin yayılmasından sonra tarihsel devlet ve siyasi üstünlüğümüzü kaybetmiştik. Coğrafi keşifler, Rönesans, Reformlar, Aydınlanma cağı ve sanayi devrimi gibi aşamaları yaşayamayan ve kendini değişen dünya ya karşı adapte edemeyen Osmanlı İmparatorluğu, yıkılışına kadar geçen süre boyunca 300 yıllık zaman zarfında, zaman zaman geçici bazı başarılar ve toprak genişlemeleri elde etmiş olsa da genel olarak savunmada kalan, giderek toprak kaybeden, dış ülkelere tavizler veren ve yapısı giderek bozulan bir ülke haline gelmekten kurtulamadı. 

Avrupa'ya karşı giderek bozulan üstünlük dengesi, III. Selim'le başlayan ve II. Mahmut’la birlikte genişleyen modernleşme çabalarını hızlandırmıştı. Tüm bu reformları finanse edecek gelirlerin düşüklüğü ve vergi gelirlerini sağlıklı şekilde toplayacak idari bir yapının tam anlamıyla kurulamamasından dolayı, Osmanlı para politikaları sistemi bozulmaya ve dış borçlanma yoluyla bütçe açıkları telafi edilmeye başlandı.

Osmanlı’nın o dönemlerde içinde bulunduğu karmaşık para yapısı, bankacılık sistemini İmparatorlukta gerekli ve kârlı bir iş haline getirdi. Bu sebeple Ermeni, Rum ve Musevi, bankacılar uzun vadeli kâr getiren yatırımlardan kaçınmaya başladılar. Sanayileşmeden çok, parayla para kazanma dönemi bu zaman zarfında oldu. İşte biz Türkler, yeni dünya gerçekleriyle bu dönemde tanıştık desem pek de yanlış söylemiş olmam. 

Bu zamanda buna kolay para kazanma metodolojisi deniyor. İşte burada bir sosyolojik gerçeklik ortaya çıkıyor. O da şudur: İçinde yaşanılan ülkenin siyasi istikrarı ve refah seviyesi o ülke insanının düşünce yapısını doğrudan etkiler. İşte bu hayatın yaşanan gerçeğidir. Bu etkiler uzun süren dönemlerde oluşur ve devamı halinde kültürel miras olarak gelecek nesillere aktarılır. Osmanlı’nın giderek küçülen toprakları ve bozulan mali yapısı da bu topraklarda yaşayan insanlarda kendine olan güvenlerini ve geleceğe dair umutlarını azaltmaya başladı. 

Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlı’dan devralınan ülke, sosyo-ekonomik sınıflar anlamında bugünkü gibi çok karmaşık değildi. Çok küçük bir üst sınıf azınlık, yine küçük bir azınlık orta sınıf ve çoğu tarımla uğraşan büyük bir alt sınıf mevcuttu. Şehirleşme çok düşüktü. Son dönemde yaşanan savaşlarda yenilmiş, yorgun düşmüş ve fakirleşmiş bir halk vardı ve yarına dair umutları da azalmıştı. Özellikle 1923-1938 arasındaki Cumhuriyet’in ilk 15 yılındaki dönemde devletimizin kurucu önderi Atatürk tarafından yapılan devrimler ve modernleşme hareketleri ile Türk halkının yeniden kendine olan güveninin kazandırılması ve yarına umutla bakması amaçlandı. Bu hiç de kolay olmadı. 

“Türk Milleti Çalışkandır, Türk Milleti Zekidir”, “Türk, Öğün, Çalış, Güven”, “Ne Mutlu Türküm Diyene” gibi sloganlarla, kendine güveni kaybolmuş halkın psikolojik kodlaması negatiften, pozitif yöne değiştirilmeye çalışıldı. Bunda da büyük ölçüde başarılı olundu. Ancak Türkiye, modernleşme sürecini henüz tamamlayamadan yeni bir döneme girdi. Ülke kendi ayakları üzerinde duramadan, yapılan devrimlerin meyveleri toplanamadan, II. Dünya Savaşı başladı. 

Savaşın sonuyla birlikte Truman Doktrini ve sonrasında Marshall yardımlarıyla birlikte artan ABD etkisiyle, henüz 25 yılını doldurmamış olan Cumhuriyet devriminin kazanımları büyük darbe aldı. Bu durum ülke insanının çalışarak üretmek ve sanayileşmek doğrultusundaki hamlelerini sekteye uğrattı. Çok miktarda sıcak paranın ülkemize girmesiyle birlikte, sanayileşme hamlemiz durdu! Bunlara birkaç can alıcı örnek vermemiz gerekirse; milli uçak fabrikamızın kapatılması, ilk yerli otomobilimiz olan Devrim otomobilinin üretilmesinin durdurulmasını sayabiliriz. Gerçek bir başarı olmasına rağmen başarısızlığın sembolü haline getirilen Devrim otomobili modernleşme ve gelişim süreci sekteye uğratılan ülke insanı da kültürel bakış açısında eskiye geri döndü. Bu, “Biz yapamayız, bizden bir şey olmaz” kültürel kodlamasının en bariz göstergesiydi. 

Oysaki dışa bağımlılığı azaltacak olan bu projenin arkasında durulsaydı, ülke de ağır sanayinin gelişimi başlayacak ve belki de ülkenin kaderi değişecekti, ama olmadı. Müsaade etmediler. Çünkü o zaman Atatürk gibi bir önder yoktu. O gün, bugündür, Türkiye gerçek manada sanayileşen ve geniş çaplı üretken bir ülke olamadı. Ortalama bireysel refah seviyesi yükselemedi. Bu da ülkedeki sosyo-ekonomik sınıflardaki dengesizliğin devam etmesine ve orta sınıfın zayıf kalmasına sebep oldu. İşte şimdi de bunun sancılarını çekiyoruz.

Kurtuluşun formülü ise, kısa yoldan fark edildi günümüze kadar sınıf geçişleri devam ediyor. Orta sınıf büyümüş olsa da, yapısı itibariyle hala gelişmiş ülkeler düzeyinde değil. Çünkü; bireysel refah seviyesi hala çok düşük, yani geleceğe dair kaygılar, korkular günümüzde de artarak devam ediyor. Kendine güven de buna paralel olarak düşük seviyede. Bu durum sınıf geçişleri ile de hemen değişmiyor. Çünkü, bugün üniversitelerde okuyan, yeni mezun, girişimci veya belli bir kariyer düzeyine gelmiş birçok insan alt veya orta alt sınıftaki ailelerden geliyor. Bu ailelerden kalan kültürel miras gereği olarak da dönemsel refah sağlansa dahi bu kişilerdeki risk algısı hemen öyle kolayca değişmiyor. Daha önce de söylediğim gibi, ancak birkaç nesle yayıldığı zaman kültürel değişim gerçek manada gerçekleşiyor. 

Avrupa’da ise girişimcilik, coğrafi keşiflerle başladı. Kaşiflerin geleceğe dair hayal satan projeleri kendi devletlerince finanse edildi. Biz Türkler işgal ettiğimiz yerlere sadece askerlerimizi götürüyorduk, birkaç küçük istisnalar hariç. Batı dünyası ise keşifler ve işgaller yaparken yanında bilim adamlarını, din adamlarını da görevin bir parçası olarak götürüyordu. Yani bilimsel bir merak Avrupa’da her zaman vardı. Ve bu yatırımın karşılığını da alıyorlardı. 

Bilim insanlarının yanı sıra batı dünyası, sanayi devrimi ile beraber teknoloji girişimcilerini de yoğun şekilde finanse etti. Bir de Okyanus ötesine baktığımızda hayallerinin peşinde koşan bir Amerika görüyoruz. Bizden tek farkları ise; zekâları değil, hayallerini bizim üretmeden satın aldığımız gerçeğidir. Amerika’daki refahın ardında yatan girişimci ruhun varlığıdır. Ülke insanı olarak böyle bir kültürel miras devralmadık, çünkü bu saydığım aşamaların hiçbirini geçirmedik. Bu yüzden girişimcilik ekosisteminde yer alanların çoğunda risk algısı çok düşük ve projelere karşı yeterli sabırları da yok. Yerli yatırımcılar bile yurt dışında denenmiş ve başarılı olmuş yerli örneklere yatırım yapmayı tercih ediyorlar. 

Ülkemizde girişimciliğe olan ilgi yüksek, ancak bu daha çok “hızlıca zengin olma yolu” olarak görüldüğü için, riskin karşılığı olan fedakarlıklarda bulunulmuyor, yeterince alın teri dökülmüyor, emek verilmiyor ve başarı oranı da bu nedenlerle doğal olarak düşüyor. Gerçekten vizyon sahibi olan girişimcilerimiz de zaten başarılı oluyorlar, ancak sayıları da çok az. Bu coğrafyada gerçek anlamda bir girişimcilik kültürü henüz maalesef yok. 

Bize yüzyıllardır miras kalan düşünce yapısı ve bireysel refahın yükselememesinden ötürü yarın ne olacak diye düşünüyor, riske girmeyi sevmiyor ve günü kurtarmaya odaklanıyoruz. Uzun vadeli düşünemiyoruz, çünkü bu topraklarda uzun süreli siyasi ve ekonomik istikrarı bulamıyoruz! Geleceğe dair umudu olan, kendine güvenen ve vizyon sahibi insanlar da var, ancak azınlıktalar. Ya da yeterince seslerini çıkarmıyorlar. Daha doğrusu mevcut çıkar sistemimiz onları duymak istemiyor.

Her şeye rağmen, umarım bizler de uzun vadeli düşünebilen bir toplumun başlangıcında yer alır ve bu kültür erozyonundan bir çıkış yolu buluruz. Eğer bulamazsak, Tosuncuk ve türevleri gibi hormonlu zenginlerimiz sayısı daha da artacaktır. Devlet olarak da sonra "Tavşana kaç, tazıya tut" deyişini daha çok görürüz. Sevimsiz bir sosyolojik gerçekliğimizi anlattığım için çok üzgünüm. Ama ulus olarak biz hep sonuçlarla ilgilendiğimizden nedenlerine pek odaklanamıyoruz.

Saygı dolu sevgiyle.

Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Tüm Makaleler

  • 19.03.2023
  • Süre : 9 dk
  • 1817 kez okundu

Google Ads