Site İçi Arama

tarih

İnsan Demişken

1887-1888 yıllarında amaçları Yenisey anıtlarını incelemek olan Finlandiyalı araştırmacılar geldiğinde, konu Rusların da ilgisini çeker. Rus arkeologlarından Nikolay Mihailoviç Yadrintsev'de aynı yıl Moğolistan'da, Orhun Irmağı kıyılarında aynı yazı ile yazılmış çok daha büyük iki yazıt bulur. Bunlar Orhun yazıtlarıdır.

İnsanı inceleyelim bugün dedim, ama karakter olarak değil, sözcük olarak "insan".

Biz Türkler kişi demişiz aslında tarihte insana, hatta daha çok er kişi diyerek erklikle birlikte kullanmışız, kişi oğlu demişiz. 

Daha sonraları türeyen "kimse" de var, "kim ise" den geliyor. Ancak kişi çok daha anlamlı geliyor bana. Her kimse kendinden sorumludur. Kişi kendinden sorumludur.

Ancak "kişi"nin biraz eril bir anlamı da var sanki.

Er kişi, bilir kişi diye hep bir şeylerle birlikte kullanmışız "kişi"yi. Tek başına "kişi" diye geçmiyor nedense tarihten kalan belgelerde.

Rusya'da "aksakal" deseniz herkes bilir, masallarda yaşlı bilge kişi diye bilinir. Türkçe bir sözcük olduğunun farkındalar mı Ruslar, inanın bilmiyorum. 

Rusların bizim tarihimizi anlamamız için oldukça fazla katkıları var. 

Ama tarihimize ait ilk bulunan dikili anıtlar bir Alman fizikçi olan, aynı zamanda da doğa bilimci ve bir coğrafi araştırmacı olan Daniel Gottlieb Messerschmidt tarafından bulunan Yenisey anıtlarıdır. 

Rus çarı I. Petro’nun emriyle Sibirya'nın bitki örtüsünü incelemek üzere görevlendirilen Alman doğa bilimci ve yanına rehber olarak verilen İsveçli tutsak subay Johan von Strahlenberg, birlikte 1721 yılında Yenisey nehrinin yukarı kısımları kıyılarında aslında bir mezar taşı olan ve muhtemelen Kırgızlara ait ilk Yenisey anıtını bulurlar. 

Bir yıl sonra tutsaklığı biterek İsveç'e dönen Strahlenberg izlenimlerini anlatan bir kitap yazar ve kitabı 1730 yılında Stockholm'de yayınlanır. Böylece bilim dünyası konudan haberdar olur.

1887-1888 yıllarında amaçları Yenisey anıtlarını incelemek olan Finlandiyalı araştırmacılar geldiğinde, konu Rusların da ilgisini çeker.

Rus arkeologlarından Nikolay Mihailoviç Yadrintsev'de aynı yıl Moğolistan'da, Orhun Irmağı kıyılarında aynı yazı ile yazılmış çok daha büyük iki yazıt bulur. 

Bunlar Orhun yazıtlarıdır. 

Yardintsev 1890 yılında Orhun yazıtları ile ilgili kitabını yayınlar.

Bu yıllarda biz ne yapıyormuşuz acaba?

1730 yılında çıkan Patrona Halil isyanı ile III. Ahmed tahttan indiriliyor ve yerine I. Mahmud geçiyor. Ruslarla da aramız iyi değil o yıllarda.

1890 yılı ise Sultan II. Abdülhamid zamanları. Modernleşme adına bir çok şey yapmış aslında, ama Türk Tarih Kurumunun sayfasında yazılı güzellemelerin aksine, bir yandan da uyguladığı baskı ve istibdat rejimi ile kendi koltuğunu koruma derdine düşmüş olan II. Abdülhamid'in Türk tarihindeki bu gelişmelerinden haberdar olduğunu hiç sanmıyorum. 

Neyse, II. Abdülhamid'e başlarsak yazacak çok şey var.

Biz konumuza dönelim.

Peki bu eski tarihimizde kadın yok mu hiç? 

Osmanlı tarihinde kadınların yönetiminde geçen bir hanım sultanlar devri bile var mesela.

Eski Türklerde kadının yeri neresiymiş acaba?

Eski Türklerde de kadın var tabii ki, ana olarak var, evlat olarak var, kız kardeş diye var, eş ve gelin olarak var. 

Hatta ileriki tarihlerde abla var, ebe var, büyükanne var, nine var. 

Türklerde daha çok ailenin ana öğesi olarak var kadın. Zaten "ana öğe" derken bile "ana" diyoruz farkındaysanız. 

Toprağa da ana diyoruz. Bizde de doğurganlık öne çıkmış bir çok kültürde olduğu gibi.

Ama sadece bu kadar değil tabii ki. Anıtlarda geçtiği şekliyle, devlet yönetiminde de söz sahibi olmuş kadın. Ancak tek başına değil, kağanın eşi olan hatun olarak.

Kültigin anıtında Gök Tanrının İltekin Kağan ile İlbilge Hatunu tepesinden tutup göğe kaldırmasından bahsedilir.

Anlatıya göre bir anlamda Tanrı Hatunu da Kağan gibi yanına kabul etmektedir. 

Buna "kut almak" denmiş. Tanrısal kutlama, bir mutluluk simgesi. 

Tanrı kağan gibi eşi hatunu da yanına kabul ederek kutsamış.

Anıtlarda "hatun" denmiş "kadın"a. Ama hatun kağanın eşi, kavram olarak genel anlamıyla kadın yok nedense anıtlarda.

Aslında kadın da, hatun da, her ikisi de aynı kökten, aynı sözcükten türeme. 

Soğdlardan alınma bir sözcükten türetilmiş her ikisi de. Önce kadun, hadun denmiş, sonra da kimi yerde kadın, kimi yerde hatun olmuş.

Soğdlar bugünkü Tacikistan - Özbekistan topraklarında yaşamış eski bir Farsi toplum, Farsçanın bir diyalekti ile konuşan bir topluluk. Zamanla yok olmuşlar, karışmışlar ipek yolu üzerindeki diğer toplumların içinde. 

Bugün dilini eskiden olduğu gibi koruyan 30 kadar kişi olduğundan bahsediliyor Wikipedia'da.

Dilimize kadın ve hatun dışında Soğdca'dan geçen epey bir sözcük var. Benim bir zamanlar not aldıklarım "borç", "çıkrık", "katır", "serçe", "uçmak". 

Başka sözcükler de olabilir tabii ki, bunlar benim sözcükler üzerinde inceleme yaparken not aldıklarım.

Ben aslında "kadın" yerine "hanım" sözcüğünü kullanmayı tercih ediyorum. 

Çağatayca'dan kalma bir sözcük, günümüze kadar kalmış yazılı kaynaklarda ilk defa 1530 yılından kalma Babürname'de kullanılmış.

Zaten "han" sözcüğü de Çağatayca'dan kalma, "han" da 1163 yılında ilk yazılı örneği olan bir sözcük.

Yani "kağan" ve "hatun" çok daha eski aslında, Orhun yazıtlarından kalma, 735 yılından.

Ama nedense "hanım" bana hanım hanımcık bir sözcükmüş gibi geliyor. Ben hanımı tercih ediyorum günlük kullanımda ve yazılarımda.

Peki insan?

İnsan Arapça. 

İn-cin deriz ya, insanın kökü "ins"dir, in-cin derken biz "s" yi düşürmüşüz nedense, "in" demişiz.

İns, insan cinsi, cin ise bir tür görünmez varlık, gecenin karanlığından gelen, korku ve gizemle ile karışık bir varlık. Üç harfliler diyoruz son zamanlarda, adını bile anmaktan çekiniyoruz. 

Söyle bakalım in misin, cin misin?

Halbuki masallarda sevimli bir varlıktır cinler, Alaaddin'in sihirli lambası, üç istek hakkınız vardır lambanın içine sıkışmış cinden.

Geçenlerde bir film izledim bu konuda, şişenin içine sıkışmış bir cinin hikayesi, boğazın sularına atılmış, daha sonra bir İngiliz hikâye yazarının eline düşmüş bir eski şişeden çıkıyor, Alaaddin'in cininin modern versiyonu anlayacağınız. Filmin içinde sultan İbrahim zamanları, Kösem Sultan zamanları, dördüncü Murat zamanlarından bahsediliyor. İstanbul'da çekilmiş büyük kısmı filmin 

Adı "3000 yıllık bekleyiş" olması lazım, sanırım İngiliz yapımıydı. Güzel filmdi, bulursanız izleyin, tavsiye ederim.

Evet, insan diyorduk değil mi?

İnsanlık ve kişilik, iki farklı kavram aslında. Biri daha genel, biri ise kişiye özgü sanki, aslında insan ile kişi aynı anlamda kullanılabilir ama nicelik kazandırdığınızda anlamları değişiyor nedense. 

İnsan oğlu, kişi oğlu, bu da aynı aslında. Ama kişi başı deriz ya, kişi biraz daha tekil anlam içeriyor. İnsanoğlu ise birleşik sözcük haliyle büyük bir anlam içeriyor. 

Belki de tekillik anlamını "baş" sözcüğü katıyordur. Bilemedim şimdi. Gerçi kuş başı deyince hiç de tekil bir anlamı olmuyor.

Neyse, iyi pazarlar dileklerimle diyerek burada sonlandırayım yazıyı. 

Pazar sohbetleri diyelim bunlara, arada iyi oluyor böyle yazılar.

Moskova'dan herkese sevgi ve saygılarımla.

Araştırmacı Yazar Deniz BURSALIOĞLU
Araştırmacı Yazar Deniz BURSALIOĞLU
Tüm Makaleler

  • 19.03.2023
  • Süre : 6 dk
  • 1504 kez okundu

Google Ads