Sina Akşin Türkiye Tarihi’nin Perspektif Sorunları
Burjuva Zihniyetli olmak bileşeninin tarafımca Batı zihniyetli olmak biçiminde paranteze alınmasını Hocam kendi şerhinde açıklar: “İttihat Terakki Cemiyeti’nin danışmanlığını yapan Marksist Alexander Helpand’ın kazandırdığı emperyalizm, sömürü kavramları” Liberalist ya da Marksist olmanın değil, farklı görüşlerde de olsa Batılı olmanın önemini gösterir. Belki de bu bir aile ya da klan ilişkisini hatıra getirir.
Hocam ve Babam
Prof. Dr. Sina Akşin (1937) Mülkiye’den Hocamdır.
Rahmetli Hacı Babamdan bir yıl sonra doğmuştur.
Aynı dönemde yaşamalarına rağmen iki hayatın kesişme şansı hiç olmamıştır. Lahey/Hollanda doğumlu Hocam, 1955’te Robert Kolej’den, 1959’da İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun olurken, Küre Dağlarında doğan Babam ancak askerde okuma yazmayı öğrenebilmiştir.
Hocamın Babası ve Bekbam (Dedem)
“Atatürk'ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi.”[i] Yazarı, emekli büyükelçi Aptülahat Akşin (1892-1974) Hocamın babasıdır.
Bekba’m Hasan ise Babamın babasıdır ve biri Çanakkale şehidi üç şehidin kardeşidir. Kendisi de 16 yaşında askere alınırken, Kurtuluş Savaşının bitmesi nedeniyle yoldan dönmüştür. Küçük Gazidir.
Hocamın babası tarih yazmış, Bekbam tarih yapmış.
Kısa Türkiye Tarihi gibi…
Tarihi yapanlar ile yazanlar ayrı sınıflardan.
Hocam ve Ben
Hocam ABD’de Fletcher School of Law and Diplomacy’de yüksek lisans çalışmalarını yaparken ve 1961-67 yıllarında Robert Kolej Yüksek Okulu İnsan Bilimleri Bölümü’nde Uygarlık Tarihi dersleri verirken, ben daha doğmamıştım bile.
Ben doğduğum yıl (1968) ise O doktorasını tamamlamıştı.
1969’da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Türk Siyasal Hayatı Kürsüsü’ne girdiğinde hayatımın daha ilk yılıydı.
Hocam 1975’te doçent olduğunda daha İstanbul’a göç etmemiştik.
Belki de adlarımız belli bir coğrafyayı hatırlatıyordu, Sina Mısır’daki Yahudilerin 40 yıl kaybolduğu İsrail ve Mısır arasındaki Çölün adıydı.
Selahattin ise bu çölün iki yanını da yöneten adaletli Sultan'ın adı.
Kesişme-Mülkiye Yıllarım[ii]
Hocam 1989’da profesör unvanını aldığında ben Mülkiye’de ikinci sınıf öğrencisiydim.
Sınıfta en yüksek notu alacak öğrencisine bir kitabını hediye edeceğini söylemişti. İhtimal bunu Mete adlı bir arkadaşımıza vermek için vaat etmiş olmalıydı. Çünkü hak ettiğim kitabı almak için odasına gittiğimde, önce ilgisiz davrandı, sonra sözünü tuttu, bana bir kitabını imzalayarak biraz gönülsüzce ödülümü verdi. O zaman 3 cilt olan Türkiye Tarihinin bir cildini hediye etti. Şimdi 5 cilt olmuş O kitap.
Gecikmiş de olsa ödülümü aldığım için gururluydum.
Tıpkı 1991 yılında Mülkiyede asistanlık bilim sınavını kazanan tek aday olduğumda duyduğum sevinç gibiydi bu…
Rahmetli Babam “Yakup Ustanın Oğlu öğretmen olmuş demesinler, sen Kaymakam ol” demese belki de Sina hocamla aynı akademik ortamı soluklayacaktık.
Hafızam beni zorlamıyorsa 1992 yılında yüksek lisansım sırasında da bizim hocamız olmuştu. Cumhuriyetin ilk yedi yılıydı sanırım.
Kısa Türkiye Tarihi
Sina Akşin’in “Kısa Türkiye Tarihi” isimli kitabı 25. ve son baskısını Mayıs 2018’de Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan yapmıştır.[iii]
Kitabın kapağında Sakarya Meydan Muharebesi’nin canlandırıldığı bir resim bulunmaktadır.
Eser; Feroz Ahmad, Bernard Lewis, Erik Jan Zurcher gibi tarihçilerin ortaya koyduğu muhtasar Türk siyasi tarihi kitaplarına bir alternatif oluşturmaktadır.
Akşin’in bu bölümlerde izlediği metot tıpkı öncekiler gibi, tarihsel bilginin kavramsal bir arka planla sağlamlaştırılmasına yöneliktir. Onun izlediği bu metot sayesinde okur, aşağı yukarı 200 yıllık bir tarihi kronolojik olarak öğrenmekle kalmayıp, dönemi tartışabilecek argümanlarla da beslenmiştir.
Eser beş ana bölüm ve otuz dört adet başlıktan oluşuyor.
Eserin Giriş bölümünde dört başlık bulunmaktadır. İslamlaşana kadar Türklerin tarihinin özet geçildiği bu bölümün devam eden kısımlarında kitabın içeriğini daha iyi kavramamızı sağlayabilecek konu ve kavramlara değinen Akşin; klasik Osmanlı siyasal ve toplumsal düzenine ilişkin okura bir perspektif sunmaktadır.
Ben sadece kitabın bu bölümüne ilişkin eleştirel bir yaklaşımda bulunacağım.
Perspektif sorunu olarak sunduğum eleştiri asla değerli hocamın tarih bilimine ve özellikle yakın tarihimize getirdiği katkıları gölgelemez.
Kendi ifadesiyle, veriler ve gerçekler çerçevelenir, saklanmaya çalışılmaz ama yorum herkes için farklı yapılabilir. Ben bu hakkımı kullanacağım.
Buna en çarpıcı örneği kendi vermişti: Akşin, kitabında Sultan Vahdettin’in Mustafa Kemal Paşa’ya ülkeyi onun kurtaracağına dair ümitlerini aktardığı diyalogu zikrederek o yıllar için önemli bir gerçeği çerçeve içine almıştı. Ancak yorumunu yine Padişah’ın hainliği üzerine kurmuştu.
Gerçekleri saklamayı ayıp olarak görürdü. Yorumu da özgürlüğün gereği… Sonuncusu yorumuydu.
Meşrutiyet ve İttihat ve Terakki
Akşin Kolağası Niyazi Bey’in Manastır’da dağa çıkmasını II. Meşrutiyet’in Başlangıcı olarak ele alır. Bu, Meşrutiyet’in Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarının menşeine de işaret eder.
Meşrutiyet hareketinin öncüsü İttihat ve Terakki’yi de beş bileşenle açıklamaktadır:
Türkçülük, Gençlik, Yönetenler Sınıfından Olmak, Mekteplilik, Burjuva (Batı) Zihniyetli Olmak.
Buna erkek olmak bileşeni de eklenebilir.
İttihat ve Terakki Cemiyetinin İtalyan Carbonari Mason Teşkilatının hücre örgütlenme modelini esas aldığını söyleyen Akşin, belki de Mason teşkilatı ile Cemiyetin yapısal benzerliği dışında bir irtibat ve iltisakı olmadığını kanıtlamak için olsa gerek, Cemiyetin kadın üyesi olmadığı tezini çürütmeğe yönelik ısrarlı bir Mısır’lı prenses arayışı içinde olduğunu öğrencileri çok iyi hatırlar.
Burjuva Zihniyetli olmak bileşeninin tarafımca Batı zihniyetli olmak biçiminde paranteze alınmasını Hocam kendi şerhinde açıklar: “İttihat Terakki Cemiyeti’nin danışmanlığını yapan Marksist Alexander Helpand’ın kazandırdığı emperyalizm, sömürü kavramları” Liberalist ya da Marksist olmanın değil, farklı görüşlerde de olsa Batılı olmanın önemini gösterir. Belki de bu bir aile ya da klan ilişkisini hatıra getirir.
Türklerin Üç Yurdu
Akşin Hoca kitabında Türklere üç yurt belirlemiştir: İlk Anayurt Çin’in Kuzeyi, ikinci Anayurt Türkistan ve üçüncü Anayurt Anadolu ve Balkanlar. Sırasıyla önermelere bakalım:
“Türklerin ilk tarih sahnesine çıkmaları Hun Hükümdarlığı ile olmuştur. Bu kuruluş için verilen ortaya çıkış ve son buluş tarihleri M.Ö. 220 ile M.S. 216’dır. Bu tarihlerden ortaya çıkan bir şey var. O da Türklerin tarih sahnesine “geç” çıkmış olduklarıdır. Yani Türkler bu bakımdan görece “genç” bir halktır… Hun Hükümdarlığının ortaya çıktığı bölgeye (1. anayurt) bizde “Orta Asya” denirse de aslında burası Çin’in kuzeyindeki bölgedir.”
Bu perspektif Batılı bir bakış açısının yansımasıdır. Sümerlerin, Hititlerin, Truvalıların, Lidyalıların, Trak Kavimlerinin ve İskitlerin Türklerle ilişkisi belirlenmeden verilen bu hüküm hem eksik hem de yanlıştır. İskitler, Traklar ve Sümerler Anayurt konusunda kilit roldedir. Nitekim yazında bu konu yer almaya başlamıştır: “Türk tarihî açısından İskitlerin (Saka) hâlâ tartışma konusu olması nedeniyle yazılı Türk tarihini Asya Hun Devletiyle başlatmak bugün kabul edilen en önemli görüşlerden biri durumundadır. Eldeki kaynak ve verilere göre tarihte tam teşekkül etmiş ilk Türk devletinin Hunlar olduğu söylenebilir. Fakat bu durum Türk tarihinin panoraması içinde İskitleri göz ardı etmemizi sağlayamaz.”[iv]
Alanlar ve Türkmenlerle yüzde 82 aynı soydan geldiği DNA deneyleri ile kanıtlanan ve Yunanlılar ve Perslerden önce Anadolu’yu elinde tutan İskitler başta olmak üzere belirtilen ulusların tarihe eklenmeden “geç” bir ulus damgası vurmak, Türkleri asıl anavatanlarında rahatsız etmek dışında bir işlevi olmaz.
Belki de Orta Asya Türklerinin anavatanı Mezopotamya’dır, Doğu Avrupa’dır, Anadolu’dur.
Anadolu Türklerinin bileşenleri ayrı bir makale konusu yapılacaktır.
Akşin Hocam Osmanlı öncesi Türk tarihini kısaca özetliyor: “Hun Hükümdarlığının dağılmasından sonra Türk boyları uzun bir süre üst örgütlenmeye gitmediler. M.S. 552’de Türklerin 1. anayurdu olan bölgede Göktürk Hükümdarlığı kuruldu ve 745’e değin sürdü. Göktürkleri Hunlardan ayıran önemli bir özellik, Göktürkler döneminin sonlarına çok yakın bir tarihte, yazının ortaya çıkmasıdır (Ötüken, 730). İlk göçlerle Türklerin 1. anayurtlarının biraz batısında ilk dört başı mamur devlet kuruldu: Uygurlar (745-940). Uygurlarda yazı da vardı, kentler de vardı, tarım da. Bir kısım Türk boylarının daha da batıya göçüyle Türkler 2. Anayurtlarına geldiler. Burası kabaca Hazar Denizi’nin doğusu, Aral Gölü’nün güneyi oluyordu. Maveraünnehir diye de bilinir. Buradaki Türkler 900-1150 tarihleri arasında yavaş yavaş Müslümanlığa geçmeye başladılar. Üç önemli devlet kuruldu: Karahanlılar (940-1211), Gazneliler (963-1186), Büyük Selçuklular (1038-1157). Karahanlılar döneminde önemli bir edebiyat başlangıcı görüyoruz. 1070’te Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig adlı yapıtı, 1074’te Kaşgarlı Mahmut’un Divanü Lûgat-it-Türk’ü ortaya çıkıyor. Büyük Selçuklular ve Malazgirt zaferiyle birlikte, Oğuz Türklerinin 3. anayurt olan Anadolu ve Rumeli’ye göçünün başladığını görüyoruz. Anadolu’daki ilk Türk devleti Anadolu Selçuklu Devleti’dir (1077-1308). Türklerin, evlenme, İslamiyeti kabul, devşirme, kölelik gibi yollardan yerli halkla büyük ölçüde kaynaşmış olmaları akla daha yatkın görünmektedir. Türklerin Orta Asyalı soydaşlarıyla fazla benzeşmemeleri, Türkiye Türklerinin de kendi aralarında birörnek fiziksel özellikler taşımamaları, söz konusu karışmanın kanıtı gibi gözüküyor. Böyle olmakla birlikte, ırk durumu ne olursa olsun Türkçenin, Hıristiyanları bile kısmen içine alarak Anadolu’nun ortak dili haline gelmesi, bu halkı Orta Asya’ya bağlayan önemli bir bağ sayılabilir.”
Oysa bu yaklaşım yüz otuz yıl önce Türklerin yazılı ilk kaynağını binli yıllara kadar çekiyordu. Oysa 1500 yıl önceki Göktürk yazıtları bu önyargılı bakışı yerle bir etti.
Tarih mukayesedir.
Örneğin İngilizlerin ilk yazılı kaynağı kaç yılından kalmadır?
Hiyeroglif yazı ise Türk tamgaları da yazı kabul edilebilir mi?
İngilizce başlı başına yeni bir dil iken, geç tarih sahnesine çıkması O’nun ifade gücüne halel getirir mi?
Kavimler göçü olmasa hangi ulus nerelerde olurdu? İspanyolların ana vatanı neresi?
Tarih Çağları Üzerine Bir Not
“Özellikle Fransa’da yaygın olan ve bizi de etkilemiş anlayışa göre, tarih çağları (yani yazının çıkmasından sonraki insanlık tarihi) dörde ayrılır:
-M.Ö. 3000-M.S. 476 (Batı Roma’nın yıkılışı): İlkçağ;
-476-l453: Ortaçağ;
-1453-1789: Yeniçağ;
-1789 sonrası: Sonçağ ya da Yakınçağ.” Bu sıralamaya Endülüs İber yarın adası asla uymaz. Tıpkı Selçuklu ve Osmanlı Türkiye’si coğrafyası gibi…
Akşin Hoca, çağları Batılı kalıplarla tartarken Türkler için paralel olmayan bir tarih çağları önerir: “M.Ö. 220-M.S. 1071: İlkçağ;
1071-1839: Ortaçağ;
1839-1908: Yeniçağ;
1908 sonrası: Sonçağ ya da Yakınçağ.
Böyle bir ayırımın Türkiye Türklerinin toplumsal örgütlenme evrelerine işaret etmek bakımından anlamlı olduğunu düşünüyorum: İlkçağ, Türklerin göçebe hayvancılık dönemidir. Ortaçağ Türklerin yerleşikliğe, tarıma, köylülüğe geçişi dönemidir. Yeniçağ ciddi biçimde Batılılaşmaya, hukuk devletine adım atıldığını göstermektedir. Sonçağ, Türkiye Türklerinin yaygın kentleşmeye, kapitalizme yönelme noktasını belirtmektedir.”
Öncelikle 2500 yıl önce Pazırık Halısını dokuyan bir Ulus’un ilk çağını neredeyse 2.500 yıl sonra başlatmak açıklanabilir olmaktan uzaktır. Türk Tarihi açısından pozitif bir ayrımcılık beklemek çift yanlı bir hatalı beklenti ve hayal olur. Ancak, bu hüküm gerçekle bağdaşmaz ve objektif de değildir. Tarihin daima en kalabalık ve medeni şehri olan İstanbul’un başkent olduğu bir ulusun Ortaçağı ile Avrupa’nın Ortaçağı mukayese edilse, ikincisi ilk çağın ilk yıllarına daha yakın durur.
Kitap Kısa Türkiye Tarihi olduğuna göre Türkiye Türklerinin Yazıyı bulan Sümer, Parayı bulan Lidya, atı evcilleştiren İskit, Savaş Arabasının mucidi Hitit uygarlıklarıyla ilişkileri görmezden gelinemez. Nasıl ki eski Yunan üzerine aşılama ile bugünkü Batı uygarlığı oluştuysa, Merkezi Avrasya da Kıpçak, Karluk ve en yoğun Oğuz Türklerinin Anadolu, Kafkasya ve Balkanlar’daki aşısı ile Türk medeniyeti yeşermiştir. Kuşkusuz bu medeniyetin can suyu İslam’dır ve Türk ve Müslüman benzeşmesini Avrasya’nın Güney Batısına yerleştirmiştir.
Alman İktisatçı Fritz Neumark Tarihçi Sina Hocama da sesleniyor[v]: “Türkler pek farkında değil ama Avrupalılar şu gerçeğin farkındadır. Tarihten Türkler çıkarılırsa ortada tarih diye bir şey kalmaz.”
“Hiçbir Halkın Köle Olma Hakkı Yoktur”
Sina Hocamın II. Meşrutiyet döneminde başlıca fikir akımlarına (İslamcılık, Garpçılık, Türkçülük, Sosyalizm) alt başlıklar altında değinmesi dönemin genel ideolojik muhtevasını anlamamızı sağlar. Bu dört akımdan Türkçülük tercih edildiğine göre tercih edilen ideolojinin en fazla Türklere yaraması gerekir.
O’nun bir röportajında Mahmut Esad’dan iktibas ettiği[vi] “Hiçbir Halkın Köle Olma Hakkı Yoktur” yargısı Yüce Türk Halkı için söylenmiştir.
Bu kölelik, esir olma ya da müstemleke olma yanında, ekonomik, kültürel, tarihi aşağılanmayı da içerdiğinden, Türk Halkının özgürleşmesi, refah toplumu, kültürel kalkınma ve entelektüel aydınlanmayı da zorunlu kılmaktadır.
Tarih Yazmak Tarih Yapmak Kadar Önemlidir
Oysa, M. Kemal Atatürk’ün belirttiği gibi: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.[vii]”
Görülen şu ki, tarih yapanlar ve tarih yazanlar farklı sınıflara mensup. Tarih yapanların tarih yazma vakti gelmiştir.
“Bu Vatan Kimin”
Tarih yapan halkımızın temiz topraklarında yetişen ve tarih yapmanın daima zirvelerinde kalan Batı Karadeniz’in evladı vatan şairlerinden Orhan Ş. Gökyay [viii]bir şiirinde bu vatanın kimin olduğunu belirtir:“
Bu vatan toprağın kara bağrında
Sıradağlar gibi duranlarındır
Bir tarih boyunca onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir.”
Akşin, bir yerde şöyle bir tespitte bulunur: “Niyazi Berkes, Ziya Gökalp’in bir sözü üzerinde duruyor. Gökalp devşirme çocukların yüksek yönetici olmak için devam ettikleri Topkapı Sarayı’ndaki Enderun Mektebi’yle medreseleri karşılaştırırken, birincisinin Türk olmayanı alıp Türk yaptığını, ikincisinin Türk’ü alıp Türk olmayan (Arap) haline getirdiğine işaret ediyor. Gerçekten de yönetim ve Enderun Mektebi’nde dil Türkçe iken, ilim ve medrese dili Arapçaydı. Bizim açımızdan gariplikler bununla bitmiyor. Dine dayalı olduğunu ilan eden bir ülkede cedbeced Müslüman olanlar askerlik ve yönetim işlerine karıştırılmıyorlar, fakat Hıristiyan olan bir ailenin çocuğu o ülkenin yazgısını, yönetiyordu.”
Yiğit Şehit Babası[ix]
Hangi yıldı hatırlamıyorum.
90’lı yılların ortalarında olabilir.
Osmancık, Tosya, Gerede üzerinden İstanbul’a gidiyordum.
Kargı sapağını geçtim, yolun kenarında el kaldırıp bekleyen adamı gördüm.
Sanırım güz sonuydu ve hava kararmak üzereydi.
Durdum.
Selam verdi, kasketini çıkardı arabaya bindi…
*
Tanıştık…
Halil Kendirci kırkbeş; belki de elli yaşlarında çok uzun boylu, esmer bir adamdı.
Sağdan soldan konuştuk…
Tosya’ya varmadan bir yol sapağını işaret etti.
“Allah razı olsun beni orada indir” dedi…
Durdum.
Gözükürde ne bir ev, ne de uzaklarda bir ışık vardı…
*
“Nereye gideceksin” diye sordum.
“Köy ilerde yürürüm” dedi…
Gönlüm razı gelmedi, götürmeye karar verdim.
Olmazlandı…
Israr ettim.
Razı oldu.
*
Hayli gittik…
Dolambaçlı ham bir yoldan, bir tepenin yamacına yaslanmış köye tırmandık.
Durdum, inmedi…
*
“Bir çay içirmeden bırakmam” dedi…
Kabul ettim.
*
Aksi takdirde eziklik yaşayacaktı; biliyorum üzülecekti.
Anadolu köylüsü işte…
*
“Aha ev bura” dedi…
Yüksek kerpiç duvarlarla çevrili evin kanatlı kapısı itekleyerek açtı.
Arabayı geniş avluya, traktörün yanına park ettim.
Varlıklı bir eve benziyordu.
İki katlı beyaz badanalı evin her iki yanında uzayıp giden sundurmalar, sundurmaların derinliklerinde ahır, samanlık gibi kapalı alanlar vardı.
*
İçeri buyur etti.
Genişçe bir odaya girdim.
Belli ki, misafir odasıydı…
Ferah bir mekandı.
*
Üç tarafı halı döşeli sedirle ve sedir halı kaplı yastıklarla donatılmıştı…
Yere yeni kilimler serilmişti.
Duvarlarda çerçeveli irili ufaklı fotoğraflar vardı.
Asker fotoğraflarıydı bunlar.
Oda lavanta kokuyordu…
*
Üşürsünüz diye yakılan odun sobasının çıtırtısı, tatlı sıcaklığı:
Bir bilinmez diyardan rahmet sağıyordu…
Çocukluk anılarım ince bir melalle benliğimi sarmalıyordu…
*
Halil Kendirci mutlu olmuştu.
Her halinden belliydi…
Neredeyse birbirine bitişik kalın kaşları, enveri bıyığı ve yeni farkına vardığım sağ şakağından kulak memesine inen derin bir kesik izi ile mütebessim; odaya giriyor çıkıyordu.
Belli ki yemek için ev halkına talimatlar veriyordu…
*
Konuk olmaktan çok ama çok memnundum.
*
Allah ne verdiyse ikram etti…
Yedik.
Çayları içtik.
Sigaraları tüttürdük.
Vakit gelmişti.
Artık veda zamanıydı…
*
“Kalsaydın iyi olurdu, sabah giderdin” ısrarlarını karşılıksız bıraktım.
Gerçekten de gitmem gerekiyordu.
Yoksa kalırdım.
*
Tam odadan çıkarken iki pencerenin arasına yerleştirilmiş asker fotoğrafını işaret ettim.
“Oğlun mu?”
“Evet” dedi…
*
Kanatlı kapıyı açtı, arabayı çalıştırdım.
Evin önüne çıktım.
İndim kucaklaştık.
Giderayak:
“Çocuk ne zaman terhis oluyor” diye sordum.
*
Bir an durakladı, kısık bir sesle:
“Sizlere ömür Ağrı’da şehit düştü, üç ay oluyor” dedi…
Ve ilave etti:
“Tek oğlumdu…”
*
Kala kaldım.
Tıkandım.
Parça/pinçik oldum.
Ufaldım.
*
Sanki böğrüme bir Sürmene kaması yemiştim…
*
Acısını gizlemek için gösterdiği tahammül ve gönül zenginliği beni yıkmıştı.
*
Yaklaşık altı yedi saat süren bir tanışma, konuşma müddetince şehit düşen bir evlattan bahsetmemek nasıl bir asalettir?..
Bu nasıl bir ruh yüceliğidir?
*
Anadolu:
Baba da doluydu…
*
Uzaklaşırken ağlıyordum.
Bir ara dikiz aynasından baktım.
Arkadan vuran dolunayın şavkıyla:
Sanki birazdan kanatlanıp uçacak bir kartal gibi Halil Kendirci el sallıyordu…
*
Heybetli gölgesi:
Ilgaz dağlarından Toroslara yükleniyordu.
Akdeniz’e düştü düşecek…
[i] Akşin, Aptülahat (1991). Atatürk'ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, Türk Tarih Kurumu, Ankara.
[ii] Mülkiye sadece Suriye’de bile bir çok Cumhurbaşkanı, Başbakan, Devlet ve Hükümet Başkanı çıkarmıştır: Cumhurbaşkanı- Başbakan Haşim Atasi (Mülkiye), Devlet ve Hükümet Başkanı Ata Bey Eyyubi (Mülkiye), Cumhurbaşkanı Şükrü Kuvvetli (Mülkiye), Başbakan Sadullah Cabiri (Mülkiye), Başbakan Zeki Hatip (Mülkiye), Cumhurbaşkanı Hüsnü Zaim (Harbiye), Ordu Başkomutanı Sami Hinnavi (Harbiye), Bakan Nebih Azme (Harbiye)… Mülkiye kapatılan TODAİE nin işlevini de alarak eski yapısal işlevine geri dönmelidir.
https://t24.com.tr/haber/zaman-kimin-hakli-oldugunu-erdogana-bir-kez-daha-ispatladi,497263
[iii] Tarih Kritik (5) 3 History Critique | Temmuz/July 2019 249 Kısa Türkiye Tarihi Sina Akşin İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 27. Basım 2020, 342 Sayfa, ISBN: 978-9944-88-172-2 Hümeyra TÜFEKÇİ*
[iv] https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/624251 H. Hilal şahin, Türk Adı ve İslamiyet Öncesi Türk Tarihinin Panoraması, Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi 2018, 5 (18), ss.512-532.
[vi] https://bilimveutopya.com.tr/hicbir-halkin-kole-olma-hakki-yoktur
Mahmut Esad diyor ki “Hiçbir halkın köle olma hakkı yoktur”. “Ben özgürüm ben köleliği seçiyorum” diye bir şeyi ne mantık, ne hukuk tanır. İnsanlık tarihi de geriye gidişi kabul etmez.
[vii] M. Kemal Atatürk: 1931 (Hasan Cemil Çambel, T.T.K. Belleten, Cilt: 3, Sayı: 10, 1939, S. 272) https://www.ktb.gov.tr/TR-96470/tarih.html