Site İçi Arama

tarih

Tarih Felsefesi

Tarihsel bir olgu/olay ve metne ulaşma ve onun yazıldığı dili anlama imkanı olmayan bir kişi, onun hakkında konuşanın görüşüne göre karar verir, bu tarih yazılığının/anlatıcılığının doğal halidir.

Tarihsel bir olgu/olay ve metne ulaşma ve onun yazıldığı dili anlama imkanı olmayan bir kişi, onun hakkında konuşanın görüşüne göre karar verir, bu tarih yazılığının/anlatıcılığının doğal halidir. Ama burada tarihin belirli bir zamanında gerçekleşmiş olay/olguyu kayıt haline alınmış şekli olan metinleri yazanların içinde bulundukları dil/söylem ve ideolojilere göre tarih anlatıcılığının farklı tarzları ve bunların yöntemleri ve felsefesi olduğu da malumdur.

Bu çerçevede tarihsel bir olgu ve olaya dair metinleri anlamaya dair bir tarz/yöntemi seçen kişi ulaştığı sonucu “bu böyledir” diye sunar, meli/malı cümlelerle okur/dinler üzerinde de bir hâkimiyet kurar.  Bu tarihsicisi/evrenselci/tümel anlama tarzıdır.  Özellikle günümüzde “bu böyle olur mu, şu şöyle olur mu?” sorularının ardından bulduğu çözüm önerisini mutlak bir şekilde sunar. Belirli bir modernlik durumunu totalleştirerek dayatma durumu söz konusudur. Çünkü bilgi birikimsel bir şekilde artmaktadır. Buna göre biz, geçmiş insanlardan her açıdan üstünüz ve kuramlarımızın doğruluğu önceki teorilerin yanlışlığına delil teşkil eder. Bunun felsefî izahı ise Whiggsh’cilik olup, bilimin ilerlediğine, bilginin birikimsel bir biçimde geliştiğine inanmaktır. Kısacası, bizden öncekilerin kendilerini anladığından daha iyi bir şeklide onları anladığımızı söylemektir. Bugünün insanları olarak biz, herşeyi öncekilerin bildiğinden daha iyi bir şeklide bilmekteyiz.

Velhasıl beşeri/tinsel/manevi bilimlerde tarihsicilik ve doğa bilimlerinde düz/çizgisel ilerlemeyi savunan pozitivist söylem özünde birdir, tarihsellik ile tarihsicilik arasındaki fark da gözden kaçtığı için özünde totaliterdir, jakobendir, evrensellik iddiasındadır.

Bu nedenle olsa gerek Nurettin Topçu, günümüzdeki dini verileri riyaset ve din tacirliği için kullanan Müslümanları “dindar pozivist ve/ya dindar teknisyen” diye isimlendirir. Bu açıdan kendisini selefi diye nitelendiren zihniyet, belirli bir düşünüş ve yaşayış tarzını bütün dünyaya yaymayı dine hizmet sanarken, diğer taraftan bu dönemde şu veya bu nasıl olur kardeşim diyerek kendi tarihselliğini mutlaklaştırıp tarihsici bir şekilde diğer insanlara “bu böyledir” diyerek sunuyor.

Bu tarihselci/tikel/kültüralist anlama tarzının tersinedir. Çünkü  “Tarihsici/evrensel anlama tarzı, tarihsel açıklamalar için başvurulacak evrensel yasaların, tarih açısından birleştirici ilkelerin varlığından bahsettiği için düz-çizgisel bir ilerleme anlayışı sunar. Bu bağlamda tarihsicilik, mutlakçı bir bakış açısını, bir homojenleştirmeyi ön görür. Bunun için totaliter ve evrenselci bir tarzı önerir. Hâlbuki tarihselcilik ise  tarih de bir kere varolan tekrarı da mümkün olmayan verileri incelerken belirli bir insani bakış açısından hareket edildiğini, farklı bakış açıları, farklı varoluşlar olduğunu belirterek, yorumların aynı değer de olmadığını, bunlar arasında bir eş ölçülemezlik olduğundan bahseder. 

Bu kadar teknik bilgiden sonra, İslami bir olgu ve olayı anlama ve günümüze aktarma da neo-selefi zihniyet ile tarihsici zihniyet paradoksal bir şekilde bir madalyonun iki yüzü gibi duruyor. Ama tarihselci olduğunu söyleyen zihniyet Gadamer’in “ufukların kaynaşması” gibi oldukça tutarlı bakış açısını kullandığını söylüyor, ama onun ön yargı ve bu bağlamda meşru/müspet ya da gayr-i meşru ön yargı kavramını gündeme getirmiyor. Bunu bir örnek ile temellendirelim.

İbn Arabi, “Arif kişinin dini yoktur” demiş midir?

Son zamanlarda oldukça kıymet verdiğim bir akademisyen tarihsellik tartışmaları bağlamında her yerde bu örneği veriyor:  Özgün ifadesi şu: “İza kana el-arifu arifen hakikaten lem yettekid bi müteakkid”, Arif hakiki arif olunca bir itikadla mukayyet olmaz.  Yani biraz daha sadeleştirirsek, “ârif kişi hiçbir itikatla sınırlı kalamaz” demektir.

İbn Arabi’ye göre, her mezhep kendi anlayışına göre ulûhiyyet tasavvuru vardır. Ahirette ulûhiyetin onların itikadınca değişim ve dönüşüme uğratılabilir, oysa ilâhi hakikatler hiçbir zaman değişim ve dönüşüme uğramaz. Müşebbihe ve benzeri mezhep taraftarlarının ulûhiyyet tecellisini hangi makamda/hazrette bulacağına dair ilimleri eksiktir.  Bunlar itikadında olan sureti görürler. Bunun dışında Hakk’ı inkâr eder.

İbn Arabî’nin bu ifadesinden dolayı ciddi eleştirildiğini gören M. Ali Aynî, buradaki kasıt âriflerin itikadı olmaz, şeklindeki bir fikri savunmak olmadığı açıktır, der.  Âlim, âbidlik sonrasında aşama olan ârif kişini iman, İslâm ve ihsan makamlarına ulaşan insan-ı kamil olduğundan bahsedilmektedir. Bu hususu anlamayanlar yanlışlara düşerler, hem de kötü niyetler peşine takılırlar. Burada kastedilen İbn Arabî gibi müçtehit bir âlimin hiçbir düşünce okulu veya geleneğe bağlanmayacağı, kendine özgü bir sistemi olacağıdır.  Çünkü İbn Arabî Şeceretü'l Kevn (Varlık Ağacı) eserinin sonunda tüm zamanların üstündeki bir Allah'ı tasavvur ediyor ve O, Hz. Muhammed’e ondan sonra gelecek olan düşünürlerin sayısız yollarla kendi zatını yanlış anlayacaklarını bildiriyor ve örnekler veriyor. Yahudiler, Hristiyanlar,  İslâm içinde de Tanrı’ya suret biçen Mücessime, onu sınırlı sanan müşebbihe, madum olduğunu söyleyen Muattıla, onun ahirette görüneceğini inkâr eden Mutezile gibi grupların itikadında olmayacağı açıktır.

Bu durumda soru/yorum: Kur’an’a dönüş diye söylem geliştirenler veya ilk dönem Arap kültürünü ve anlama tarzını mutlaklaştıran neo-selefi zihniyetin verilerini bir kez daha değerlendirirsek ne sonuç çıkar?

Maslahat hakkında Tufi ne der, Seyyid Bey Ne Der?

Benzer durum Necmüddin Et-Tûfî’nin “Nass Ve Maslahat (Risâle Fi’l-Masâlihi’l-Mürsele) adlı makalesi üzerinden de yürütülmektedir. Mevcut önyargısından (bunun meşru ve müsbet olduğundan emin; bende samimiyetinden eminim, ama samimiyet yeterli mi, bilemem) hareketle Kur’an metnini okumayı tarihselcilik adına yapan arkadaş/lar, bu makalenin tercümesi yapıldı, isteyen de konuşulanların tutarlılığını yapabilir. Kaşif Hamdi Okur beyin 1997 yılında yaptığı çevirisine yazdığı kısa takdim yazısından da anlaşılacağı üzerine bu metin hakkında çok farklı yorumlar vardır ve ilgili arkadaş sadece Seyyid Beyin yorumunu mutlaklaştırarak vermektedir. Cumhuriyet’in kuruluşu ve hilafetin ilgası gibi önemli olayların gerçekleştiği dönemde Tufi ve hadis yorumu hakkındaki yorumu, mutlaklaştırarak yıllarca konuşmak ve bütün söylemi bunun üzerine inşa etmek, farklı yorumlardan bahsetmemek ve daha da önemlisi Tufi’nin konuyla ilgili hiçbir örnek vermediğinden bahsetmemek nasıl tip ön yargıya girer?

Tekrar ibn Arabi’ye dönecek olursak, öğretisi Panteizm diye sunulabilir mi? Bu soru önemli çünkü yukarıda örnek “ariflerin dini yoktur” sözünü anlatıcıdan dinleyen kişi biz de onlara “Müslüman diyoruz bir de” diye beklenilen tepkiyi veriyor. Benzer tepkilerin kendisine de gösterildiğini hatırlayınca durumun vehameti iyice ortaya çıkıyor.

İbn Arabi’nin öğretisi Panteizm ile özdeş midir?

Panteizm ve vahdeti vücut öğretilerinin her ikisinde de, “Allah-âlem özdeşliği savunulmakta; yoktan yaratma hususu reddedilmekte, insan hürriyetini ve sorumluluğunu tanımamaktadır” tespiti ne derece tutarlıdır? M. Ali Aynî, İsmail Fenni Ertuğrul ve Ferit Kam gibi son dönem Osmanlı âlimleri ise bunun gerçek olmadığını felsefi bir ekol olan vücudiyye (Panteizm) ile mutasavvıfların bir kısmının yolu vahdet-i vücut arasında önemli fark olduğunu açıklamışlardır.

Bu öğretiye göre, âlemin Allah ile hiçbir münasebeti yoktur; zira mutlak zat, kendini eşya ve kainat şeklinde açığa vurmuştur. Her şeyin ihatası ilim ile olur, zatıyla değil. O, hiç bir şeye bileşik değildir. O, odur; âlem de âlem. Niceliksizdir, anlaşılamaz. Âlem ise baştanbaşa nicelik ve nasıllıkla damgalıdır; çünkü anlaşılan varlık gibi değildir. Bununla beraber, gerçek varlığı olmayan, bir hayalin manası olan âlemde meydana gelen şeyler, bizatihi Allah’tan başka bir şey değildir.

Tam bu noktada Selefi zihniyetin aynı özdeşleştirmeden hareketle sûfîleri müşrik olarak gördüğünü hatırlayalım:  İbn Teymiye ve onu takip edenler “Bunlar varlığın bir olduğunu, yaratıcısı ve kadim olan zorunlu varlığın mümkün varlık ve muhdes varlıkla eş olduğunu söylerler. Onlara göre, Allah, sözü söyleyen bir kişi gibi, dilemesi ve kudreti ile konuşmaz. Kelam, muayyen harf ve seslerden oluşmuştur, ezeli ve ebedidir” şeklindeki tespitin tutarsızlığı anlatılır.

Sözün Özü; İbn Arabi’nin “ârif kişi hiçbir itikatla sınırlı kalamaz” sözünü “Ariflerin dini yoktur” diye her yerde söylemek ve oradan hareketle söylemine destek aramak, Gadamer’i yad ederek, nasıl bir önyargıdır, panteizm ile İbn Arabi’nin sistemini özdeşleştirmek ne derece felsefi açıdan tutarlıdır diye sormak gerek!

Son tahlilde bu okuma ve anlama tarzlarıyla oluşturulan söylemlerin neo-selefi zihniyetin tarihsiciliği veya Kur’an’a dönüş söylemlerinin whiggci yönteme benzerliğine ne demeli?

Ahiret var ve biz akademisyenler, incelediğimiz kişiler ve yazdıkları metinde ne diyorlar, bunun hakkındaki yapılan yorumlar ne ve biz hangi yorumu tutarlı bulduğumuzu söylesek, kararı okur/dinleyene bıraksak, daha hakkaniyetli olmaz mı?

Prof. Dr. Mevlüt UYANIK
Prof. Dr. Mevlüt UYANIK
Tüm Makaleler

  • 01.11.2021
  • Süre : 6 dk
  • 1552 kez okundu

Google Ads