Site İçi Arama

tarih

“101. Yıl Dönümünde Cumhuriyet’in Hattı: Yaşa ve Yaşat! Atatürk’ün  ‘Yurtta Barış, Cihanda Barış’ Retoriği”

Bugün milletin içten birlik ve dayanışma içinde olması mecburidir. Toplumun kurtuluşu ve mutluluğu bundadır. Mücadele bitmemiştir. Bu gerçeği milletin kulağına, milletin vicdanına gerektiği gibi ulaştırmak... gerekir.

Cumhuriyet, yaşamak ve yaşatmak üzere, haklı ve onurlu bir varoluş mücadelesiyle kurulmuştur. Tüm kalbimizle bu gerçeği hatırlamalı,  her cephede şiddetten uzak,  güçlü bir işbirliğiyle barış ve refah dolu bir Türkiye hayal etmeli, istemeliyiz, Cumhuriyet’in 101. yıl dönümünde… 

Atatürk’ün de ifade ettiği gibi bu Cumhuriyet’in hakkıdır: “Bugün milletin içten birlik ve dayanışma içinde olması mecburidir. Toplumun kurtuluşu ve mutluluğu bundadır. Mücadele bitmemiştir. Bu gerçeği milletin kulağına, milletin vicdanına gerektiği gibi ulaştırmak… milletin gerçek sesi ve iradesinin ortaya çıktığı yer olan Cumhuriyet’in etrafında çelikten bir kale meydana(getirmek)… Bir fikir kalesi, düşünce kalesi… bunu beklemek Cumhuriyet’in hakkıdır. (5 Şubat 1924) Atatürk’ün kamuoyunun aydınlatılmasında basının kritik rolüne dikkat çekmek üzere yaptığı bu açıklama, bugün aydın sorumluluğu olarak hepimize düşmektedir.

Kuşkusuz, bayram ve anma günleri, toplumsal birlikteliği, dayanışmayı ve kolektif aidiyeti güçlendiren bir etki yaratır. (Traverso 2009) E.Husserl’in de ifade ettiği gibi,  "yaşadığımız şimdi, kendisini var edebilmek için, dolaysız geçmişin 'muhafazasını' ve dolaysız geleceğin de 'beklentisini' içermelidir, aksi takdirde kendi ideal noktasının hiçliğinde ortadan kaybolur." (akt. May, 2007)  Diğer bir ifadeyle, bellek, sadece geçmişe değil; geçmiş ile bugün arasındaki ilişkiye ve geleceğe de gönderme yapar.

Dolayısıyla Cumhuriyet Bayramı,  geçmişten- geleceğe yayılan, hem dış hem de iç gelişmelerle bütünlüğümüzü kaybetme endişelerimiz karşısında, kendimizi "evde hissetme" çekirdeğine çok yakın duran bir güven duygusu verir.

Ancak, yeni yüzyılına doğru yürüdüğümüz Türkiye Cumhuriyeti’nin manzara-i umumiyesi der ki: “durumlar senin düşündüğünden daha karışık…"  

Evet, ruhumuzu sınayan zor günlerden geçmekteyiz: başta kadınları, kız çocuklarını ve tüm çocukları, hatta bebekleri hedef alan çok yönlü şiddet(cinayet, eğitim, sağlık vd)ve denetimsiz koşul ve uygulamaların ağır tablosu, Cumhuriyetin kazanımlarını hedef alan uygulama ve açıklamalar, Anayasa tartışmaları ve terör eylemleri vd.

Özetle, varlığımızın tüm unsurlarını hedef alan, birlik ve bütünlüğümüzü ayrıştıran, tarafgirlik yaratan uygulama ve yasal düzenlemelerin yanı sıra; cehaletin ve liyakatsizliğin her alanda hakim olduğu; birbiri ardına gelen şiddet, çatışma ve ölüm haberleriyle endişe, korku ve çaresizlik duygusunun kapladığı bir manzara-i umumiye mevcut.

Oysa ihtiyaç ortaya çıktığında milli irade, bilgelikle umutsuzluğu ve çaresizliği yenecek kuvvettedir. Öyle de olmuştur. Türk milleti, Cumhuriyetin kuruluş ilke ve değerlerine karşı çıkan, meydan okuyan, tehdit eden kişi ya da oluşumlara; dahası bunu pazarlık konusu yapanlara, tartışanlara vb. sessiz kalmamıştır. Başta sosyal medya olmak üzere Anayasa’nın “ilk 4 maddesinin değiştirilemez” başlıklı paylaşımlar gerçekleşmiştir.

Çünkü bilmektedir Türk milleti, Cumhuriyet ile;  istiklalini ve istikbalini bileğinde, yüreğinde, kafasında, Anayasası’nda taşıyan ve mayasında “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözü olan bir Türkiye vücuda gelmiştir.

Evet,  memleket neye hasret çeker biliriz:  bütün kuvvetinle, ‘4 kuvvetinle’ nefes al Türkiye… 

Üstelik azaltılması ve çözülmesi için işbirliği gerektiren devasa sorunlarla karşı karşıyayız. Hem iç barışı hem de dış barışı sağlamak üzere, demokratik, laik, hukuk devlet yapısına ve işleyişine ihtiyacımız var.

Bilindiği üzere, "kamusal söylemin kalitesi azaldığında demokrasinin de kalitesi azalır." (Crowley ve  Hawhee 2004).  Yararlı bir retoriğe ihtiyaç duymaktayız. Ancak, yararlı bir retoriğin geçmişte, şimdide ve gelecekte ne olduğu ve olabileceği, kamusal söylemimiz ya da derinden parçalanmış politik, ekonomik ve sosyal manzaramız kadar bozulmuş olmak zorunda değildir.

Dolayısıyla, karşılaştığımız ulusal ve uluslararası çok yönlü zorlukları aşmak üzere “iyileştirici ve birleştirici” bir retorik arayışı bizi, tarihle- gelecek arasında devingen büyük bir devrimci olan Atatürk’e ve O’nun “Yaşa ve Yaşat” demek olan “Yurtta Barış, Cihanda Barış” retoriğine götürür.

Çünkü, retoriğin kalbi, belirli bir anda neyin mümkün olduğudur. Atatürk’ün,  “Yurtta Barış, Cihanda Barış” retoriği, birlik ve beraberliğimizi sınayan bu zamanlarda, ulusun nabzını tutmaya devam etmekte;  dünya kamuoyunda saygıyla karşılanmaktadır.

Özetle, Cumhuriyetin kurucu ilkelerini ve kazanımlarını, modern Türkiye'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ve reformlarını, “Ne Mutlu Türküm Diyen” ulusal birliği, ”Yurtta Sulh, Dünyada Sulh” sözüyle hem ulusal hem de etnik, mezhepsel bölünmüşlükler ve çatışmalar içinde debelenen Ortadoğu özelinde ve de dünya genelinde barışın tesisini işaret etmektedir…

Atatürk’ün mirasını ulusal, bölgesel ve uluslararası bağlamda “Kalem ve Kılıç”, “Savaş ve Barış”, “Yaşa ve Yaşat”  harmonisi/güç dengesi olarak değerlendirmek mümkündür.

Austin Bay, Atatürk'ü “bir lider, stratejist, asker ve devlet adamı, sahip olduğu fiziksel ve manevi cesaretiyle “Osmanlı İmparatorluğu'nun son günlerini, Modern Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna bağlayan başat bir figür” olarak tanımlıyor. Ve Atatürk’ün,  Türk halkının kişisel hayranlık duyması bağlamında gerek kamuoyunda gerek siyasi mücadele bağlamında hiç gündemden düşmediğini işaret ediyor. (Bay, 2013)

Atatürk, askeri, diplomatik, ekonomik ve bilgiye dayalı tüm unsurları dengeli bir bütünlük içinde kullanmış ve uygulamıştır. Enginsoy’un da ifade ettiği gibi “ Atatürk’ün askeri ve siyasi dehası, tam bir denge oluşturur ve büyük bir uyum içinde birbirini bütünler.”(Enginsoy, 1982:140).

Kalem ve kılıç ikililiği güç dengesini ifade eder. Dolayısıyla güç dengesinin kurulması öncelikle “bağımsızlığın” sağlanmasıdır. Atatürk emperyalizme karşı direnişin, özgürlük ve bağımsızlık savaşının bayrağını yükselten ve “Ya İstiklal, Ya Ölüm!” parolasıyla millet olarak var olabilme mücadelesinin adıdır.  

Milli hâkimiyete dayanan, kayıtsız ve şartsız bağımsız yeni bir Türkiye’yi kurmak ve yaşatmak üzere “kalem ve kılıç” ile “iki cephe”de hedefine yürümüştür. Kalem ve kılıç arasında, yani askeri ve eğitim zaferi arasında simbiyotik ilişki ise kaçınılmazdır.

Bu iki cephe dönemin basınında şöyle ifade edilir;  Cephelerde İstiklal Ordusu Yunan askeri ile mücadele ederken, Ankara’da Öğretmenler Ordusu cehalete karşı müdafaa programı hazırlamaktadır.”(Hâkimiyeti Milliye, 18 Temmuz 1921).  Çünkü, “Vatandan Milli Ordu düşmanı, Öğretmen Ordusu cehaleti ve zulmeti kovacaktır.(Hakimiyeti Milliye, 3 Haziran 1921). 

Atatürk’e göre savaş, “zorunlu ve hayati var olma” mücadelesidir. Ateşkes imzalanmış olsa da savaş ihtimalinin gündemde olduğu 16 Mart 1923 tarihinde şöyle diyecektir, “…Ben milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı ‘ölmeyeceğiz’ diye harbe girebiliriz. Lakin millet hayatı tehlikeye maruz kalmayınca, harp bir cinayettir.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 15, 2005: 215)

Atatürk için barış, “tam bağımsız” bir ideali işaret eder, çünkü bağımsızlığın gücüyle gerçekleştirilecek devrim aşaması için bu kaçınılmazdır.  Savaş bitmiş, Lozan Barış görüşmeleri devam ederken 2 Şubat 1923’te İzmir’de halka şöyle seslenmiştir: “Arkadaşlar barış istiyoruz, fakat dediğim gibi tam bağımsızlık istiyoruz. Barışın anlamı budur. Bunu istemeye hakkımız ve gücümüz vardır. On sene, yirmi sene, elli sene sonra aşağı görülerek ölmektense, hiç korkmayınız, kalp ve vicdanımız açık olarak bugün ölelim ve tarih bizi böyle yazsın.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 15,2005: 86-87)

Çünkü, emperyalizm, ulusların kaderlerine kılıçlarıyla yön vermeye çalışabilir,  Ancak uluslar, cesaretle ve kararlılıkla kendi kaderini ve talihini yeniden çizebilir. Ve böyle de olmuştur. 24 Temmuz 1923’te Yeni Türkiye Devleti’nin varlığı kabul edilmiştir.

Barışı korumak, kalem tutan elleri çoğaltmakla;  fikri, vicdanı, irfanı hür bir toplum yaratmakla mümkündü. Dolayısıyla Atatürk, ulusal egemenliğe dayanan demokratik, laik ve hukuk devletini evrensel değerler, bilim ve teknoloji, kadın-erkek eşitliği temelinde oluşturmaya çalışacaktır.

Özetle, Türkiye, savaşın yolunu ve zihniyetini, barış dünyasıyla yeniden hizalamak için yeniden yapılanma sürecinden geçti. Ülkede yeni bir dünya kavrayışının kuruluşunu haber veren bu yaklaşım, yenilenme ve ilerleme eylemliliğini meydana çıkaran çağdaşlaşma fikri doğrultusunda düşüncelerin olduğu kadar yaşanılan evrenin de yenilendiği bir bakış açısı değişimidir.

Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözü,  “iç barışa” ve istikrara, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, üniter yapısına atıfta bulunur. Bu söz, bir yanıyla milletin her ferdini ortak bir görev ve sorumluluğu paylaşmaya davet eder. (Aydın,204: 33)

Londra Büyükelçiliği sırasında katıldığı bir tartışma programında Ö.Sanberk’in de ifade ettiği gibi: “ Atatürk'ün en büyük başarısı milliyetçiliği evrensel medeniyetle birleştirip, dünyaya açılan dışa dönük hale getirmesidir. Elbette Atatürk milliyetçiydi, Türk milliyetçisiydi, kozmopolit değildi. Ama onun milliyetçiliği, Aydınlanma terimleriyle tanımlanan tek bir evrensel uygarlığın olduğu inancından ilham almıştı. Türk milletinin evrensel medeniyet ve kültür topluluğunun doğal bir üyesi olmasını sağlayacak köklü reformları hayata geçirdi… Bu, O’nun kendi döneminde çok tartışılan Türkiye'nin Batı'yı mı, İslam'ı mı, yoksa Orta Asya geçmişini mi seçmesi gerektiği sorununu aşmasını sağlamıştır. Cevabı, evrensel medeniyeti seçmesi gerektiğiydi. Atatürk'ün düşüncesinin özü ve bugün için de geçerli olmasının nedeni budur.” (Sanberk, 1997)

Eğitim alanında yapılan reformlarla, Yeni Türkiye, yıllardır süren savaşlardan ve toplumun geriliğinin gerekçesi olan bir “dün”den kurtulmuş, yeni dil ve tarih ile yeni insan olan bir yenilenme kültürünü yazmıştır.  1927’de yapılan nüfus sayımına göre 13 648 270 kişinin %11’i okur- yazardı. Bu nüfusun %24.2’si şehirlerde, %75.8’i köylerde oturmaktaydı. Dolayısıyla kalem tutan ellerin sayısı azdı. Dahası okul ve öğretmen sayısı da yetersizdi.

Atatürk’ün önderliği ve katılımıyla Harf Devrimi’nin kabulü ve devamında okur- yazar nüfusun artırılması yönünde Millet Mektepleri’nin açılması toplumsal dönüşümün başlangıcı oldu. 

 The National Geographic Magazine’in Ocak 1929 sayısında “Türkiye okula gidiyor” başlıklı makalenin giriş cümlesi şuydu: “Kalem kılıçtan keskin ise, Türkiye yeni zaferler yolundadır.” Makale, değişimi özetler niteliktedir: “Bir milleti cehaletten ve geri kalmışlıktan uyandıracak mucizevî Yeni Türkçenin(Alfabe) yarattığı heyecanla… bir millet gündüz ve gece okula gidiyor… Türkiye Cumhurbaşkanı(Atatürk) Yeni Türk alfabesi için verdiği mücadele sayesinde, yabancı dilli, yabancı basınlı, yabancı düşünen padişahların şehrini(İstanbul) ele geçirdi. Kullandığı alet kılıç değil, kalemdi. Dünyanın herhangi bir ülkesine mesajı iletecek kalem idi…” (Williams, 1929: 94-108)

Kalem ve kılıç dengesi,  Atatürk reformlarının(siyasi, ekonomik, kültürel) entelektüel ruhunu ve çağdaşlaşma idealini kuran ilkelerini sadece “ulusal çeperde” kucaklamaz. Aynı zamanda uluslararası vizyona atıfta bulunur ve dünya barışı talep eder.

Atatürk, 20 Nisan 1931 tarihinde milletvekili seçimi öncesinde Cumhuriyet Halk Partisi lideri olarak açıkladığı bildiride “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh için çalışıyoruz” demişti.(Hakimiyeti Milliye, 21 Nisan 1931)

Barışı sürdürmek, tehdit algılarına karşı önlem olmak, işbirliği ve müzakere ile mümkündür.

Atatürk'ün dış politika ve iç politika denge ve uyumu birbirini bütünler. Dahası, Yeni Cumhuriyet’in iç örgütlenmesi ile dış politikası arasındaki hayati ilişki söz konusudur. Çünkü geniş kapsamlı reformları gerçekleştirmek ve sürdürmek için barışçıl bir dış politikaya ihtiyaç vardır. (Aydın, 2004:30) 

Atatürk, Türk milletini dünya milletlerinden ayrı, yabancı veya düşman bir topluluk olarak görülmesini;  milletin bu tür görüşlere sahip hiçbir gruba ait olmasını istemiyordu. Türkiye'nin uygar dünyanın bir parçası olmasını istiyordu. Ancak bunu başarmak için hükümet sistemindeki değişimin yanı sıra Türk halkının zihinsel yapısında da değişim gerekiyordu. O’nun siyasi ve toplumsal reformlarının amacı, Türk milletinin yüzyıllardır süregelen geri kalmışlığını ve cehaletini değiştirmek ve çağdaş yaşamın gereklerine entegre bir toplum yaratmaktı. (Aydın, 2004:31)

Altı Ok, yani Atatürk ilkeleri, Türk devriminin yapısal ve eylemsel doktrinleri olmasının yanı sıra dış politikanın şekillenmesinde de önemli rol oynamıştır. Atatürk, totaliter, revizyonist ve emperyalist eğilimlere karşıydı. Yeni devletin kurucu ve temel ilkesi olan Cumhuriyetçilik, sadece hükümet sisteminde bir değişiklik değil, aynı zamanda Türklerin siyaset felsefesinde de bir dönüm noktasıydı. Türkiye Cumhuriyeti, Türk milletinin kendi iradesiyle, Kurtuluş Savaşı mücadelesiyle kurduğu bir ulus devletti. Bu nedenle Cumhuriyetçilik, hâlihazırda saltanat ve hilafete dönüş taleplerinin önünde doktrinsel bir engel oluşturuyordu. (Aydın,2004:31)

 Laiklik, yalnızca siyasi ve idari yaşamı değil, tüm toplumsal ve kültürel yaşamı kapsayan modernleşmenin en önemli unsuruydu. (Aydın,2004:32) Dış politika açısından laiklik, din-devlet ilişkilerinin ayrılmasını işaret eden spesifik tarihsel süreçten ziyade, çok daha kapsayıcı bir anlam ifade ediyordu.  Atatürk’ün laiklik anlayışı, “manevi ve dünyevi” olanı ayırma sorunu üzerine kurulmamıştı; asıl mücadelesi “demokrasi ile teokrasi” arasındaki ayırım üzerindeydi. (Aydın,2004:32)

Yeni Türk devleti, demokratik bir yönetim sistemini tercih ederek ve İslam'ı koruyan bir millet fikrini reddederek, yüzyıllardır süren düşmanlığa son vermiş ve Batılı ülkelerle barışçıl ilişkilerin temelini atmıştır. Laikliğin Türk dış politikası açısından bir başka yansıması, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarındaki sorunlarına parlak ve çekici bir siyasi çözüm olarak görülen(ancak başarısız olan)Pan-İslamizm düşüncesini reddetmesidir. Yeni Devlet, artık dünyayı fethetmeyecek, İslam'ın koruyucu olmayacaktı. Çünkü; bu türden iddia ve yaklaşımlar,  Yeni Devletin varlığını tehlikeye atabilirdi.(Aydın,2004:32) Atatürk’e göre, İmparatorluğun İslami kurumsal yapısı, gerileme ve çöküşünü hızlandıran en önemli faktördü ve aynı şeyin yeni Türk Devleti’nin başına gelmesine izin vermemeye kararlıydı. Bir başka deyişle, Batılı güçlerin Türkiye'nin iç işlerine müdahale etmesine bir gerekçe vermeyecekti.  (Aydın,2004:33)

Türk devletinin ve toplumunun çağdaş dünya idealine doğru dönüşümü, devrimci dinamik ideali tarafından canlı tutuldu. Çağdaş yaşam tarzının benimsenmesi, cehalet ve hurafelerle mücadele, yeni tekniklerin ithali, ekonomik kalkınma ve özellikle akıl ve bilim ile insan zihinlerinde değişim sürekliliği… Bu anlamda Atatürk devrimciliği, diğer reformist devletlerin amaçlarından farklı olarak daha ziyade evrimci ideale benziyordu. Temel amacı Türk reformlarının sonuçlarını karşı devrimlerden korumaktı. (Aydın,2004:35-36)

Atatürk’ün mücadelesi Batı Uygarlığına değil, Batı Emperyalizmine karşıydı.  Türkiye, Batı ile savaştı ama Batı ile savaşarak Batı uygar toplum sistemine dahil oldu. Atatürk reform ve ilkeleri, Türkiye'yi iyi komşuluk ilişkileri geliştirmeye ve kolektif güvenlik ve barışı sağlamak için uluslararası işbirliği yapmaya yönlendirdi. Üstelik, Türkiye'nin dış politikasında Batı yönelimi, Atatürk'ün genel olarak Doğu’yla arasına mesafe koymasının doğal bir tamamlayıcısıydı. Türkiye'nin hiçbir zaman sömürgeleştirilmemiş olması ve buna bağlı olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlığını kazanan diğer Üçüncü Dünya ülkelerinden farklı olarak post-kolonyal kırgınlıkların olmayışı da Türkiye'nin batıya karşı tutumunu etkileyen önemli bir faktör olmuştur. Atatürk’ün  dış politikası maceracı değil, gerçekçiydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşmesi ve yeniden inşası için gerekli sosyo-ekonomik reformların en kısa sürede gerçekleşmesini sağlamak üzere, dış politikasının maceracılıktan arınmış olması gerekiyordu.(Aydın,2004:36 vd.) Dolayısıyla, savaştan yorgun ve perişan bir ülke olarak çıkan Türkiye'nin ihtiyacı olan en önemli şey  barıştı.

Atatürk'ün barış retoriği, Doğu halklarının bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine de atıfta bulunur. 7 Temmuz 1922 tarihinde,  İran Elçisinin Ankara ziyareti sebebiyle şu açıklamayı yapmıştır: “ Türkiye’nin bugünkü mücadelesinin yalnız Türkiye’ye ait olmadığını, bütün arkadaşlarımız söylemişlerse de, bunu bir defa daha doğrulamak gereğini duyuyorum. Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi ad ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye büyük ve önemli bir çaba harcıyor. Çünkü savunduğu, bütün haksızlığa uğramış milletlerin, bütün doğunun davasıdır ve bunu sonuçlandırıncaya kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan doğu milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir…” (Hakimiyet-i Milliye, 9 Temmuz 1922)

Doğu’lu bir ülke olarak Yeni Türkiye’nin Atatürk önderliğinde gerçekleştirdiği reformlar ve Doğu üzerindeki etkisi yabancı basında şöyle değerlendirilmiştir: “Bir Doğu ülkesinin, batılı hiçbir devletin yapamadığı biçimde Doğu’yu(Ortadoğu) hızla modernleştirmesi tarihin ilginç paradokslarından biri. Hiçbir baskı psikozundan muzdarip olmayan Türkler, hiçbir yabancının empoze edemeyeceği şeyleri özgürce kabul ediyor… Türkiye, birkaç yıl öncesine kadar Amerikan mandasına aday gösteriliyordu. Bugün, hiçbir yabancı himayenin/vesayetin, dayatmaya cesaret edemeyeceği değişiklikler hevesle benimseniyor ve Türkiye, Osmanlı sınırlarının çok ötesinde bir kültürel liderlik kazanıyor… Yeni Türkiye, Arap harflerinin geçerli olduğu diğer topraklardan uzaklaşıyor tıpkı fesi kaldırdığında ve kadınları peçeden kurtarmaya çalıştığında olduğu gibi.  Ancak bu bir kopuştan ziyade, yeni bir bağın kuruluşuna işaret edebilir. Zaten, İran ve Afganistan, Türkiye'nin yakın zamanda yaptığı değişiklikleri yakından takip ediyor…(bkz: Williams, 1929: 94-108)

Türkiye'nin önemli ve hassas jeostratejik konumu, ulusal güvenlik kaygılarının dinamik unsurudur. Çatışma bölgeleri olan Balkanlar ve Ortadoğu ile sınırlarının bulunması, Türkiye'yi hem uluslararası hem de bölgesel siyasi dengelerdeki değişimlere karşı oldukça duyarlı hale getirmektedir. (Aydın, 2004:41-45)    

Atatürk dönemi Ortadoğu, emperyalizmin müdahalesi hatta birçoğu, yönetimi ve denetimi altındaydı.  Ancak, 1930’lardan sonra bağımsızlık süreçleri başladı. Bu nedenle Atatürk dönemi ikili ilişkilerin muhatabı daha ziyade Batı olmuştu. Ancak, başta sınır güvenliği ve zamanla ticari işbirliğini geliştirmek üzere adımlar atılmışsa da bölgedeki çatışma unsurları nedeniyle istikrarlı dış politika geliştirmek güç olmuştur. Türkiye’nin devlet ve toplumsal yapıda gerçekleştirdiği reformlar Doğu zihninde bir öteki algısını kurmuştu. Dahası, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yönelik (Musul, Hatay) mücadelesinde, bölgedeki unsurların zaman zaman emperyalizmle işbirliği içinde olması, Türkiye’nin güvenlik kaygılarını teyakkuzda tutmasına sebep olmuştu. (Yazıcı,2016;  Qureshi, 2014)

Diğer taraftan,  bölgenin kabile, aşiret, mezhep, tarikat vb temelli çoklu, bölünmüş ve uzlaşma kültürünün gelişmemiş toplumsal yapısı ve emperyalizmin enerji kaynakları çerçevesinde müdahaleleri, geçmişte olduğu gibi;  bugün de barış ve istikrarı mümkün kılmıyor. 

Dahası, bölgedeki söz konusu toplumsal yapının, bugün iç politikada araçsallaştırılmasının tüm olumsuz etkilerini deneyimlemekteyiz. Üstelik, bugün ‘dış/düş güçler’ ifadesiyle, meydana gelen gelişmelerin parodileştirilmesi gerçekçi olmaktan hayli uzaktır.  Unutulmamalıdır ki, dışarıda ne oluyorsa içeride farklı boyut ve tonlarda yankı bulur. Bu noktada bir hatırlatma yapmakta fayda var; dış politikada gelişmeleri, emperyalizmin “demokrasi” söylemi ile kurguladığı destabilizasyonun sonuçlarını,  ‘baharlar’ yaşayan bölgede ve dünyada görmek mümkündür.

Genel hatlarıyla özetlemeye çalıştığım üzere;  Atatürk’ün, “Kılıç ve Kalem” güç dengesi, “Yaşa ve Yaşat” demek olan, “Yurtta Sulh ve Cihanda Sulh” sözü, kurtuluştan- kuruluşa Türkiye Cumhuriyeti’nin iç ve dış politikasına hakim olmuştur.

 "Kalem kılıçtan keskindir" sözü ise, bilgece bir ideali, barışı mümkün kılma retoriğini kurar. Bu nedenle çok kıymetlidir. Ancak, kılıç olmadan kalem, kalem olmadan kılıç gücünün ortaya çıkması; aralarındaki simbiyotik ilişki nedeniyle gerçekçi olmaktan uzaktır. Dahası, her ikisinin de bir silah, güç olarak bugün ulaştığı nokta hayli ürkütücüdür.  Bu nedenle, kılıcın ve kalemin göreceli erdemlerini ıskalamadan, güç dengesini kurarak, ihtiyaç ortaya çıktığında umutsuzluğun ve çaresizliğin üstesinden gelmeye sevk etmek gerekir. Tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi…

Bugün kılıçların çekildiği, silahların konuştuğu bir coğrafyada ateşten bir çember içindeyiz. Ve bu ateşin iç cepheyi sarması, devleti ve milleti ile bütünlüğünü sarsması tehdidiyle karşı karşıyayız. Umutsuz muyuz? Hayır! Çünkü kolektif bilinç ve idealimizde minnet ve şükranla, saygı ve özlemle Mustafa Kemal Atatürk var olmaya devam ediyor. İşte tam da bu nedenler yüzünden, bugünlerde bir arada olmamız çok daha önemli ve değerli. Ancak, tarihe ve anılara saygı, geleceğe dikkatli bir tavır almayı öngörerek…

Ve son söz olarak,

Cumhuriyetin yeni yüzyılı için;

Sıra Neferi olarak yerimizi alalım,

Kadın-erkek birlikte, tüm ulusun bağımsızlık mücadelesi ve ulusal iradeye dayanan siyasi utkusuyla gerçekleşen Cumhuriyeti ve

Kurucu Cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimleriyle gelişen, güçlenen demokratik, laik, sosyal-hukuk devletinin mayası olan “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözüyle, Ulusun her ferdine düşen ortak görev ve sorumluluğu paylaşmak üzere bir çağrıda bulunalım:  Türkiye Cumhuriyeti Yaşasın ve Yaşatsın!

Kaynakça

Not: Yazıdaki tüm vurgular bana aittir. Söz konusu kaynaklarda yer almamaktadır.

  1. “İki Cephe” Hakimiyeti Milliye, 18 Temmuz 1921, s.1.
  2. “Maarif Kongresi”, Hakimiyeti Milliye, 3 Haziran 1921, s.1.
  3. Atatürk’ün Bütün Eserleri (2016),  C: 13,  C: 15,   İstanbul :Kaynak Yayınları.
  4. Aydın, M.(2004). Turkish Foreign Policy Framework and Analysis. Ankara: Strategic Research Center.
  5. Bay, A.(2013)  Atatürk: Modern Türkiye’nin Kurucusu Dahi Generalden Liderlik Üzerine Dersler, İstanbul: Pegasus Yayınları.
  6. Bora, T., Reiter,W., Horak,R.(1993). Futbol ve Kültürü: Takımlar, Taraftarlar, Endüstri, Efsaneler, İstanbul: İletişim Yayınları. 
  7. Carr, J., Parnell, D., Widdop, P., Power, M.J., Millar, S.R. (Eds.) (2020). Football, Politics and Identity. London: Routledge.
  8. Crowley, S. and Debra, H.(2004). Ancient Rhetorics for Contemporary Students. 3th ed 3rd ed.,  Print Book.
  9. Elias, N., & Dunning, E. (1986). Quest For Excitement: Sport and Leisure in The Civilising Process. Oxford: Blackwell.
  10. Enginsoy, C.(1982) Devlet Adamı Atatürk(1881-1938), Belleten, C.46.S.181, ss.133-144 
  11. May, T(2017). Deleuze: Bir Birey Nasıl Yaşayabilir?, İstanbul: Kolektif Kitap
  12. Qureshi, M. N.(2014). Ottoman Turkey, Atatürk, and Muslim South Asia Perspectives, Perceptions, and Responses, Oxford University Press, Karachi.
  13. Sanberk,Ö.(1997) Transcript of Interview on the Collin Bell Programme, BBC Radio Scotland, 15 July 1997, Perceptions: Journal of International Affairs, 2(3) Sept–Nov 1997.
  14. Traverso, E.(2009). Geçmişi Kullanma Kılavuzu(Tarih, Bellek, Politika), İstanbul:Kitap Yayınları
  15. Williams, M.O.( January 1929) “Turkey Goes to School,” The National Geographic Magazine, Vol.55, No.1, pp.94–108.
  16. Yazıcı. N.(2016). Petrol Çerçevesinde Musul Sorunu 1926-1955,  İstanbul: Ötüken Yayınevi.
Dr.  Nevin YAZICI
Dr. Nevin YAZICI
Tüm Makaleler

  • 28.10.2024
  • Süre : 5 dk
  • 872 kez okundu

Google Ads