Kafası karışık Yeni Osmanlıcılara
İzmir’in kurtuluşunun 100’üncü yılı kutlamalarında, kentin Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in konuşmasına bir anda yoğun tepki geldi.
Tepkilere neden olan sözleri neydi Soyer’in, bir bakalım.
Soyer konuşmasının bir bölümünde, “Yüz yıl önceydi, bu toprakları yönetenler gaflet, delalet ve hatta hıyanet içindeydi.” dedi.
Yeni Osmanlıcılar bu cümleye, hep bir ağızdan itiraz ettiler, yoğun eleştirilerle ecdadımıza hakaret edildiğini iddia ettiler.
Peki durum aynen Soyer’in dediği gibi değil miydi?
Evet maalesef aynen öyleydi.
Nerden mi biliyoruz?
Tarih kitaplarında var. Ayrıca bizatihi Atatürk yazmış, nutukta var, gençliğe hitabında var.
O zaman neden bu saldırı?
Mahşeri bir kalabalığın kutlamaya katılması ve Tarkan’la coşması mı sebep? Organizasyon başarısının kıskançlığı mı? Benzer kalabalıkları her türlü desteğe rağmen toplayamama beceriksizliği mi?
Bilinmez elbet, ama İzmir’in kurtuluşunun 100’üncü yılı İzmir’e yakıştı gerçekten.
Benzer bir tartışma İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisinde de yaşandı. “Vahdettin bir haindir.” diyen CHP grup sözcüsü Tarık Balyalı’yı kınayan oturum başkanı “Siz bir Osmanlı padişahına hain diyemezsiniz.” dedi. Hala Osmanlı’da kalmış, yaşanan kopuşun farkında olmayan Başkan, daha sonra CHP grup başkanvekili Doğan Subaşı’nın konuşmasına da müdahale etti ve “Sultan Vahdettin kaçmamıştır, sürülmüştür. Sultan Vahdettin bu ülkenin padişahıdır.” dedi.
Nerden baksan tutarsızca ifadeler.
Önce şu gerçeği bir ortaya koyalım.
Vahdettin; Atatürk hakkında idam cezası veren, kendi tahtının korunması adına ülkeyi parçalayan Sevr anlaşmasının imzalanmasına sebep olan, İngiliz Muhipleri Cemiyetine her türlü güzellemeyi yapan, Millî Mücadele ile mücadele eden, bu mücadeleyi kaybeden ve kaybettiği için de başına gelebilecekleri tahmin ettiğinden son Osmanlı Halifesi titrini kullanarak İngiltere’den sığınma talep eden biridir. Dolayısıyla “Hain midir, değil midir?” diye tartışmak, abesle iştigaldir.
Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti ilişkisini tam anlamıyla kafalarında oturtamayan Yeni Osmanlıcalara bir kez daha neyin ne olduğunu anlatalım.
Türkiye Cumhuriyeti, Lozan Antlaşması ile temeli atılan ve kendisinden önceki Osmanlı İmparatorluğu’nun, devam eden ülkesi statüsündedir. O yüzden, Osmanlı’nın borçlarını Türkiye ödemiştir. Her ikisinin de bayrakları benzerdir. Önceki ülkenin başkenti, yani İstanbul, yenisinin toprakları içerisindedir. Diğer devletlerin uluslararası kabulünü de eklediğimizde, süreklilik ortadadır. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğunu yok saymak, tarihi 20’nci yüzyıldan başlatmak doğru olmaz. Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kapatılması ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış sürecinde yaşananlar da bu sürekliliği destekler mahiyettedir. Son Osmanlı Mebuslar Meclisi kapatılırken görüşülen Ağnam vergisi hakkındaki kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi açılışındaki ilk kanun olarak sürekliliğin bariz bir göstergesidir.
Öte yandan, artık yeni bir devletin kurulduğu, bu yeni devletin eskisinden çok farklı temel niteliklere sahip olduğu, eskisinin yıkıldığı ve yok olduğu da ayrı bir gerçektir. Osmanlı’yı sevmek, geçmişe saygı duymak, ataları yad etmek başka bir şey; Osmanlı’yı tekrar canlandırmaya çalışmak ve Cumhuriyeti bir reklam arası gibi görmek, başka bir şeydir.
Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişte hem bir kopuş hem de bir süreklilik söz konusudur ve her ikisi birliktedir. Sadece kopuşu öne çıkarmak da sadece sürekliliği vurgulamak da doğru değildir.
Hal böyle iken, Yeni Osmanlıcaların devamlı Osmanlı’nın sürekliliğini öne çıkarması, kopuşu yok sayması hem süreklilik hem kopuş felsefesini içselleştiremediklerinin bir göstergesidir. Böyle bir aymazlığa, Cumhuriyeti kanla, irfanla kuran ecdadın torunlarının sert tepki göstermesi de doğal olarak kaçınılmaz olmaktadır.
Ezcümle, Osmanlı’ya güzelleme yapayım derken, Türkiye’yi aşağılamanın; Türkiye’yi yücelteyim derken Osmanlı’yı hırpalamanın hiçbir manası yoktur. Kopuş ve sürekliliği içselleştirmek, fikirlere saygı ve tarihi doğru okumayla mümkündür.