Milli Mücadelenin Yunanistan Açısından Değerlendirilmesi
Millî Mücadele, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı sırasında işgal edilmemiş olan topraklarının da İtilaf Devletleri, Yunanistan, Ermenistan, Gürcistan ve bazı azınlık grupları tarafından paylaşılmaya başlanması üzerine ortaya çıkan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulması ile sonuçlanan sürece verdiğimiz isimdir.
Millî Mücadele, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı sırasında işgal edilmemiş olan topraklarının da İtilaf Devletleri, Yunanistan, Ermenistan, Gürcistan ve bazı azınlık grupları tarafından paylaşılmaya başlanması üzerine ortaya çıkan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulması ile sonuçlanan sürece verdiğimiz isimdir.
Bu süreçte en şiddetli ve en uzun mücadele, Yunanlılarla yaşanmıştır. Çünkü Türk topraklarını işgal etmeye çalışan en yıpranmamış devlet Yunanistan ve en güçlü ordu Yunan ordusudur. Diğer işgalci devletlerin ve orduların ise birçok zafiyeti bulunmaktadır. Örneğin daha yeni kurulmuş olan Ermenistan ve Gürcistan çok zayıf devletlerdir. Orduları da yeni kurulmuş ve profesyonel kadroları oldukça zayıftır.
Üstelik, üzerlerine hızla gelen Bolşevik ordularının yarattığı gerilim içindedirler ve kendi aralarında da çatışma halindedirler. Bu sebeple Ermenistan, Türk ordusu tarafından kısa sürede ezilmiş, Gürcistan ise zorlama tedbirleri ile işgal ettiği Anadolu topraklarını boşaltmak zorunda kalmıştır.
İtilaf Devletlerinin ise başka sorunları vardır. Örneğin İtalya’nın Paris Barış Konferansı’nda ortakları ile arası açılmış ve konferansta mızıkçılık yapan küçük çocuk gibi davranmaya başlamıştır. Çünkü İngiltere, Fransa ve ABD’nin büyük bir Yugoslavya oluşturma projesi, Adriyatik’te göz diktiği yerlerin kendisine verilmemesine sebep olmuştur.
Üstelik I. Dünya Savaşı sırasındaki gizli anlaşmalarla kendisine vaat edilen Batı Anadolu’nun büyük bir kısmı da Yunanistan’a verilmiştir. Yanı başında İngilizlerin oyuncağı olacak büyük bir Yunanistan istemediği gibi büyük bir Yugoslavya devletinin kurulması ihtimali de İtalyanların canını fena halde sıkmaktadır.
İngiltere, Fransa ve ABD ile kıyaslanamayacak kadar zayıf olan İtalya, I. Dünya Savaşı sırasında Avusturya ile yaptığı muharebelerden çok büyük kayıplarla çıktığından bu sıkıntısını güç göstererek ifade etmek kabiliyetinde değildir. Bu zafiyeti, savaş sırasında hiçbir başarı gösterememesi, 1917 yılında Alman-Avusturya taarruzu sırasında teslim olmanın eşiğine gelmesi ve hatta 1911 yılında işgal ettiği halde Trablusgarp’ta tam bir hakimiyet kuramamasından da anlaşılmaktadır.
Bununla birlikte İtalya, kendisine verilen sözlerin tutulmamasını bir türlü hazmedememektedir. Bu maksatla, daha Mondros Mütarekesi’nin imzalarının mürekkebi kurumadan bazı girişimlerde bulunmaya başlamıştır. Paris’te Ege bölgesinin Yunanistan’a verilmemesi için direnmiş ancak bunun bir işe yaramadığını görünce konferansı terk etmiştir. Hemen ardından da Yunanlılara verilen bölgenin dışında kalan Batı Anadolu’nun Ege ve Akdeniz sahillerine yakın yerleşim yerlerini silah kullanmadan işgal etmeye başlamıştır. Hatta Konya’ya bile asker göndermiştir.
İtalyanların amacı, toprak ilhakından çok ekonomik çıkar sağlamak ve Yunanistan’ın güneye sarkarak aşırı genişlemesini önlemektir. İşgal ettikleri bölgelerde halka, sağlık yardımı ve kredi vermek de dahil genel olarak yumuşak güç unsurları ile yaklaşmışlar ve bir çatışmaya girmekten özellikle kaçınmışlardır. Çünkü, Trablusgarp’da karşılaştıkları ve temelleri 1911 yılında Türk ordusu tarafından atılan gayri nizami harbin ne kadar etkili bir mücadele şekli olduğunu yaşayarak öğrenmişlerdir. Bu yüzden Anadolu’da işgale ettikleri bölgelerde bir direniş hareketi ortaya çıkmaması için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır.
İtalyanlar, Trablusgarp tecrübelerini Yunanlıların canını acıtmak için de kullanmayı düşünmüşlerdir. Bu maksatla İtalyan Yüksek Komiseri Kont Sforza, İstanbul’da görüştüğü bazı kişileri Yunanlılara karşı bir direniş örgütlemeleri için kendi askeri gemileri ile İzmir’e gönderip sahile çıkartmıştır. Sforza ayrıca, Trablusgarp’ta 1911 yılında kendilerine kök söktüren Ali Fethi (Okyar) ve Mustafa Kemal (Atatürk) gibi subaylarla da görüşmeler yapmış ve onlara koruma ve destek sağlama sözü vermiştir.
Bu sırada, dünyayı paylaşma çabası içinde olan Fransa ve İngiltere ile onlara abilik taslamaya çalışan Amerika ise dünyanın hakimleri gibi davranmaktadırlar. Fakat onların da bazı önemli sorunları vardır. Bu sorunlar, dıştan ne kadar güçlü görünürlerse görünsünler aslında dünyaya istedikleri şekilde nizam verebilecek kadar güçlü olmadıklarını göstermektedir.
ABD, savaşa çok geç girdiğinden diğer devletlere göre çok az zayiat vermiştir. I. Dünya Savaşı başlar başlamaz İngiltere ve Fransa’ya savaş ihtiyaçları için ihracat yapılmaya başlanınca sanayi üretimi şaha kalkmış, böylece İngiliz ve Fransız altın rezervleri ithal edilen mallar karşılığında ABD’ye akmıştır. Hatta ABD, tarihinde ilk defa (toplam 10 milyar dolar) I. Dünya Savaşı sırasında dış borç (İngiltere ve Fransa’ya) vermiş ve dünyanın yeni finans merkezi olmaya başlamıştır. Yani ABD, yeni emperyal süper güç olmaya aday gibi görünmektedir.
Ancak, bu görüntünün arkasında bazı farklı gerçekler bulunmaktadır. ABD kamuoyu savaşa girilmesini çok fazla desteklemediği gibi savaş sona erince askerlerin bir an önce ülkeye geri dönmesini de istemektedir. Üstelik senato da halk gibi düşünmekte, ABD’nin Avrupa işlerinden el çekip Amerika kıtasına ağırlık verilmesi yönünde hükümete baskı yapmaktadır. Demokratik bir ülke olan ABD’de halkın ve senatonun desteği olmadan uluslararası politika belirlemek (en azından o zamanlar) mümkün değildir. Bu sebeple ABD, bir süre sonra Avrupa’nın meseleleri ile ilgilenmeyi keserek kendi içine dönmüştür.
Fransa ise İtilaf Devletleri arasında en çok sorunu olan ülke görünümündedir. Avrupa Batı Cephesi muharebeleri Fransız topraklarında yaşanmış, sanayi tesisleri ve tarım alanları tahrip olmuştur. Üstelik savaş sırasında büyük bir dış borç yükü altına giren Fransız ekonomisi çökmenin eşiğine gelmiştir.
Ölü ve yaralı olarak insan zayiatı en yüksek devlet de Fransa’dır. Zayiatın genç erkeklerden oluştuğu düşünüldüğünde, bu kayıplar savaş kapasitesi katar ekonomik ve sosyal meselelerde de Fransa’nın ağır sorunlarla yüz yüze gelmesine sebep olmuştur. Bu ağır zayiat sebebiyle daha savaş sırasında sorunlar yaşanmaya başlanmıştır. Fransız ordusunun neredeyse bütün tümenlerinde isyan çıkmış ve bu isyanlar binlerce asker yargılanıp bazıları kurşuna dizilerek zorla bastırılabilmiştir.
Öte yandan, Osmanlı’nın dağılma süreci içine girmesi ve Rusya’da Bolşevik Devrimi’nin gerçekleşmesi de Fransa için yıkım olmuştur. Çünkü Osmanlı’nın dış borçlarının çoğu Fransa’ya olan borçlardan oluşmaktadır. Osmanlıdaki yabancı yatırımların çoğu da Fransızlara aittir. Osmanlı yıkılırsa veya çok zayıflarsa bu borcun tahsil edilmesi mümkün değildir.
Aynı durum Rusya için de geçerlidir. Rusya, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında büyük bir sanayileşme hamlesine girişmiştir. Yeterli sermayesi olmayan Rusya, bu sanayi yatırımları için Fransız sermayesinden büyük miktarda borç almıştır. Fransızların Rusya finans sektöründe de büyük yatırımları vardır. Bolşevik devriminden sonra Rusya İtilaf Devletleri ile ilişkisini kestiğinden bu paranın geri ödenmesi de ihtimal dahilinde görünmemektedir.
Ayrıca, Rusya’da iktidara gelen sosyalizm ideolojisi Fransız halkını ve özellikle de Kırım’a çıkarılmış olan Fransız askerlerini etkilemeye başlamıştır. Bunun sonucunda Kırım’daki askerler Bolşeviklerle savaşmayıp isyan çıkarınca, buradaki askerler alelacele çekilmek zorunda kalınmıştır. Uzun süren savaş ve askerlik ülke çapında bir isyana sebep olabileceği endişesi yarattığından terhis faaliyetleri hızlandırılmış ve böylece ordu güç kaybetmeye başlamıştır.
Bu sebeple, Güney Anadolu’yu işgal eden Fransızlar buraya sadece altı tabur tahsis edebilmişlerdir. Bu taburların askerlerinin önemli bir kısmı, Kuzey Afrikalı Müslüman askerler ve Ermeni kökenli askerlerden oluşmaktadır. Suriye ve Lübnan ile Güney Anadolu’da direniş hareketleri ortaya çıkıp giderek güç kazanmaya başlayınca, zayıf kuvvetlerle bölgeye hâkim olmakta zorlanan Fransa, çaresiz duruma düşmüştür.
İngiltere, savaş sırasında tüm altın rezervini Amerika’ya göndermek ve borç almak zorunda kalsa da hala dünyanın en büyük ve güçlü devleti gibi görünmektedir. Ancak bu görüntü, aslında İngiltere’nin güçsüzlüğünün de sebebidir. Çünkü İngilizler, oldukça büyük bir orduya sahip olsalar da o kadar geniş topraklar ele geçirmişlerdir ki mevcut kuvvetleriyle bu toprakları elde tutmaları imkânsız hale gelmiştir. Bu sebeple İngilizler, hiçbir yerde karşılarındaki direnişleri alt etmeye yetecek kadar nisbi muharebe gücü üstünlüğü sağlayamaz duruma düşmüşlerdir. Üstüne üstlük, bu sırada başta Afganistan’da olmak üzere her yerde direnişler ortaya çıkmaya başlamıştır.
Rusya’daki İngiliz askerleri de Fransız askerleri gibi Bolşevik propagandacıların etkisinde kalıp çarpışmalara gitmemeye başlayınca hükümet bir isyandan korkmuş ve hızla orduyu terhis etmeye başlamıştır. Bunda, askerlerin Londra’da bile “Terhis!” sloganları ile yürüyüşler yapmaları ve sosyalist örgütlerin ülkenin her yerinde mantar gibi ortaya çıkmaya başlaması da etkili olmuştur.
Bir tek Yunanistan, hala derli toplu ve güçlü durumdadır. Çünkü Yunanistan, I. Dünya savaşına çok geç girmiş ve muharebelerde çok az zayiat vermiştir. Bunun sebebi I. Dünya Savaşı başlayınca Kral Konstantin’in tarafsız kalmak istemesidir. Halbuki Başbakan Venizelos, savaşa girilmesi taraftarıdır. Girit doğumlu Venizelos, müfrit bir Yunan milliyetçisidir ve Yunanistan’ı Doğu Roma İmparatorluğu gibi güçlü bir devlet haline getirmek en büyük hayalidir. Bunun için bulduğu slogan ise “Yunanistan’ı dört denize bakan dört penceresi olan bir saray haline getireceğiz.” cümlesinden ibarettir.
Venizelos’un bu sloganındaki sarayın yönetim merkezi İstanbul’da kurulacak, yani İstanbul Yunanistan’ın başkenti olacaktır. Yunan toprakları ise Trakya ve Ege Bölgesi dahil geniş bir bölgeye yayılacaktır. Böylece sarayın dört penceresi, yani sınırları; Karadeniz, Marmara Denizi, Ege Denizi ve Akdeniz’e açılacaktır. Venizelos, Balkan Harbi’nde ülke topraklarını iki katına çıkararak ve orduya yaptırdığı katliamlarla bu bölgelerdeki Türk nüfusun azalmasını sağlayarak bu hedefine bir adım yaklaşmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı sonunda yıkılırsa; Ege, Trakya ve Marmara’nın bir bölümünü alacak olan Yunanistan, topraklarını tekrar iki katına çıkaracak ve Venizelos’un hayalini gerçekleşecektir. Bu yüzden Venizelos, savaşa girmek ve İtilaf Devletleri ile aynı safta savaşmak istemiştir. Fakat Kral ile anlaşamayınca Selanik’te bağımsız bir hükümet kurmuş, Fransız ve İngiliz askerleri Yunanistan’a çıkarma yapmış ve kral ülkeden kaçmak zorunda kalmıştır. Böylece Venizelos, ülkeye tek başına hâkim olmuş ve derhal savaşa katılmıştır.
Mondros Mütarekesi imzalanınca bütün hesaplarının tuttuğunu düşünen Venizelos, hemen Paris’te kamp kurmuş, Barış Konferansı için Paris’e gelen ABD başkanı ile Fransız ve İngiliz başbakanlarından İzmir’e asker çıkarma izni ve yetkisini almıştır. Bu yetkiyi alınca, İtalyanlar Yunanlılardan önce İzmir ve çevresini işgal etmesin diye, aceleyle ülkesine telgraf çekerek toparlanabilen kuvvetlerle hemen İzmir’e çıkarma yapılmasını bildirmiştir. Bu telgraf üzerine Yunanlılar, İzmir’e sadece bir tümen kadar kuvvet çıkarmışlardır.
Bundan sonra, Yunanlıların “Küçük Asya Seferi”, bizim ise “Millî Mücadele’de Batı Cephesi muharebeleri” dediğimiz süreç başlamış ve 15 Mayıs 1919’da başlayan bu süreç 11 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi ile sona ermiştir. Bu süreçte Trakya’da da bazı askeri harekatlar meydana gelmekle birlikte savaş ağırlıklı olarak Batı Anadolu’da gerçekleşmiştir.
Bu savaş, hem Türk tarafı hem de Yunan tarafı için iki farklı aşamada meydana gelmiştir. Bu aşamalardan birincisi, Yunanlılar için Venizelos dönemi muharebeleri; bizim için Kuvayı Milliye dönemi muharebeleri olarak ifade edilebilir. Venizelos dönemi muharebeleri, yukarıda da belirttiğimiz gibi Paris’ten çekilen telgrafla Yunan birliklerinin İzmir’e çıkarma yapmasıyla başlamıştır. Fakat bu başlangıç, sonun nasıl olacağının da habercisi gibidir. Çünkü hiçbir askeri veya sivil direnişle karşılaşmadan İzmir limanına çıkan Yunan birlikleri, daha ilk gün bu işgali gerçekleştirmek için hazırlıksız olduklarını ispat etmişlerdir.
Yunan birlikleri şehirde ilerlerken, atılan bir kurşunun ardından, askeri birlikten ziyade çapulcu sürüsü gibi davranarak halka karşı büyük bir katliama başlamışlardır. Bu durum, tüm Türk halkını infiale sürüklemiş ve her yerde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurulmaya, protesto yürüyüşleri yapılmaya ve İtilaf Devletleri temsilcilerine binlerce telgraf gönderilmeye başlanmıştır.
Venizelos döneminde başlayan Yunan işgalinin ilk safhası, İzmir’in işgali ile sona ermemiştir. Çünkü Yunan ordusu, yetersiz kuvvetine rağmen mümkün olduğu kadar çok toprak ele geçirmek için hızla Anadolu içlerine doğru ilerlemeye başlamıştır. Bu ilerleme üzerine, ülkede ortaya çıkan tepkilerin yarattığı havadan da cesaret alan Osmanlı Harbiye Nezareti ve Genelkurmay Başkanlığı, Albay Bekir Sami (Günsav) Bey’i Yunan işgali sırasında dağılan birlikleri toparlasın ve karargâhı Yunanlıların eline geçen 17. Kolorduya komuta etsin diye Ege bölgesine göndermiştir.
Bekir Sami Bey’e Harbiye Nazırı’nın verdiği emir bununla da kalmamıştır. Yunanlılara karşı gerektiğinde güç kullanabileceği ve bunun için askeri birliklerin yanında halkı da örgütleyebileceğine dair üstü kapalı da olsa yetki verilmiştir. Bunun üzerine yola çıkan Bekir Sami Bey, uğradığı her yerde halkı direnişe çağırmaya başlamıştır. Başlangıçta zorlansa da Genelkurmay ve Harbiye Nezareti’nin bazen örtülü, bazen de açık desteği sayesinde bir milli kuvvet oluşturmaya ve bu kuvvetle bir cephe teşkil etmeye başlamıştır.
Bekir Sami Bey’in halktan gördüğü destek, zamanla yerel yöneticilerin de işin içine katılmasıyla artmıştır. Fakat halkın mücadeleye daha fazla ilgi göstermesinin en büyük sebebi, Yunanlılar olmuştur. Çünkü Yunan ordusu, işgal ettiği her yerde soygunlar ve katliamlar yapmıştır. Bunu gören halk, tek çıkar yolun direniş olduğunu anlamıştır. Bu arada Ayvalık’taki Ali (Çetinkaya) Bey, halktan gönüllüler ve alayı ile Yunanlılara silahla direnince Genelkurmay bunu öven ve herkese örnek gösteren bir mesaj yayınlamıştır. Ordunun Kuvayı Milliye’yi desteklediği anlamına gelen bu mesajın ardından her yerde yeni Kuvayı Milliye birlikleri kurulmaya başlanmış ve her geçen gün artan katılımlarla Yunan ordusunun karşısında bir cephe teşkil edilmiştir.
Yunan kuvvetleri işgal ettiği bölgenin genişliği ile kıyaslandığında, bu bölgeye hakim olmak ve direnişleri bastırmak için yetersiz olduğundan, Kuvayı Milliye birliklerinin saldırıları başlar başlamaz Yunan ilerlemesi durmuştur. Bu sırada İzmir’de yapılan katliamı incelemek için İtilaf Devletleri bir heyet görevlendirmiş, bu heyetin katliamın boyutlarını yerinde görmesi üzerine Yunanlılar zor durumda kalmıştır. Tetkik heyeti tarafından verilen rapor üzerine, İngiliz General Milne bölgeye gönderilmiştir. Bu General, Milne Hattı diye anılacak olan bir hat belirlemiş ve Yunanlıların bu hattın doğusuna geçmemesi bildirilmiştir. Böylece, Venizelos dönemindeki işgal harekatının birinci safhası sona ermiştir.
Bundan sonra, Yunan ordusu ile Kuvayı Milliye unsurları arasında bazı çatışmalar yaşanmakla birlikte cephe genel olarak durağan bir hale gelmiştir. Bir yıl kadar süren bu dönem, Milli Mücadele’nin örgütlenmesi için için çok gerekli olan hazırlık zamanını kazandırmıştır. Çünkü 19 Mayıs 1919’da Samsun’a Çıkan Mustafa Kemal Paşa, Millî Mücadele’nin maksadını, hedefini ve stratejisini bu bir yıl içinde belirlemiş ve mücadeleyi yürütecek olan teşkilat yapısını kurmuştur.
Teşkilatlanmayı tamamladıktan sonra, çatışmasız ortamın yarattığı fırsatı iyi kullanarak İstanbul ile siyasi bir mücadeleye girişmiş ve Anadolu’da kurduğu teşkilatı ve bu teşkilatın hedeflerini İstanbul’a kabul ettirmeyi başarmıştır. İstanbul İngilizler tarafından işgal edilince de Ankara’da yeni bir meclis toplamış ve yeni bir hükümet kurmuştur. Böylece Millî Mücadele’nin temelleri sağlam bir şekilde atılmıştır.
Anadolu’da yaşanan bu olaylar ve dünyada meydana gelen diğer gelişmeler İtilaf Devletlerini endişeye sürüklemiştir. Bunun üzerine Osmanlı ile imzalanacak barış anlaşması için çalışmalara başlanmış ve bunun sonucunda Sevr Antlaşması hazırlanmıştır. Fakat, Yunan ordusunun durdurulması ve Kuvayı Milliye’nin gün geçtikçe daha da güçlenmesine güvenen İstanbul Hükümeti, oldukça ağır koşulları olan bu anlaşmayı imzalamakta isteksiz davranmıştır. Bunun üzerine İngilizler, güvendikleri Kuvayı Milliye’yi dağıtmak ve böylece İstanbul Hükümeti’ni ikna etmek için Yunanlılara ileri harekata başlamaları için izin vermişlerdir.
Bu sırada kurulan Damat Ferit Hükümeti İngilizler ne derse onu yapmaya başladığından, bu hükümetin destek ve kışkırtmasıyla Ankara Hükümeti’ne karşı birçok yerde isyanlar başlamıştır. Ayrıca, Kuvayı Milliye’yi dağıtmak için Kuvayı İnzibatiye birlikleri kurulmuştur. Bu uygun ortamdan faydalanan Yunan ordusu, Venizelos dönemi işgal harekatının ikinci safhasına başlamıştır. 22 Haziran 1920’de taarruza geçen Yunan ordusu Kuvayı Milliye birliklerini dağıtarak hızla ilerlemiş ve Bursa-Uşak uzanımı hattına kadar ulaşmıştır.
Yunan ordusu bu hatta durunca, Venizelos dönemi işgal harekâtı sona ermiştir. Bu durum, Türk tarafı için de Kuvayı Milliye döneminin sona ermesine sebep olmuştur. TBMM Hükümeti Kuvayı Milliye birlikleri ile düzenli Yunan ordusuna karşı konulamayacağını görünce hızla düzenli ordu kuruluşuna geçmeye başlamıştır.
Bu taarruzun ardından korkuya kapılan İstanbul Hükümeti Sevr Antlaşması’nı imzaladığından, Venizelos büyük bir başarı kazanmış gibi görünmektedir. Ancak bunun yanıltıcı olduğu kısa süre içinde anlaşılacaktır. Çünkü TBMM, bu yenilgiye rağmen faaliyetlerine devam etmiş, Sevr Antlaşması’nı tanımadığını ve antlaşmayı imzalayanları vatan haini olarak kabul ettiğini ilan etmiştir. Bu durum, İstanbul Hükümeti’nin antlaşmayı imzalamasının hiçbir anlamı olmadığını göstermiştir.
Bundan sonra, Yunanistan’da savaşın seyrini değiştirecek bazı gelişmeler meydana gelmeye başlamıştır. Kaderin bir cilvesi olsa gerek, mevcut Yunan Kralı çok sevdiği bir maymunla oynarken maymun tarafından ısırılmış ve bu ısırığın oluşturduğu yara enfeksiyon kapınca kral ölmüştür. Bunun üzerine, Venizelos’un yurt dışına kaçmak zorunda bıraktığı Kral Konstantin’in taraftarları harekete geçmiş ve halkın da desteğini kazanmaya başlamışlardır.
Bu sırada yapılan parlemento seçimleri, uzun süren savaştan bıkan ve barış isteyen Yunan halkının oylarıyla Venizelos aleyhine sonuçlanmıştır. Bunun üzerine, Venizelos hükümeti düşmüş ve Konstantin ülkeye geri dönerken Venizelos yurt dışına kaçmak zorunda kalmıştır. Bundan sonra Yunan ordusu için Kral Konstantin dönemi muharebeleri başlamıştır.
Bu dönem de iki safhaya ayrılabilir. Birinci safha Yunan ordusunun taarruzda olduğu Ocak 1921-Eylül 1921 tarihleri arasındaki dönemdir. Bu dönem, aynı zamanda Yunan ordusunda General Papulas’ın ordu komutanı olduğu dönemdir. İkinci safha ise Yunan ordusunun savunma ve Anadolu’dan geri çekilme (atılma) dönemidir. Bu dönemde Yunan ordusu komutanı General Hacıanesti’dir. Gerçi Başkomutan Meydan Muharebesi’nden sonra Hacıanesti görevden alınarak yerine General Trikopis atanmıştır ama kendisi ordu komutanlığı görevine başlayamamıştır. Çünkü bu görevlendirmeyi, teslim olduğu Türk ordusunun komuta heyetinden öğrenmiştir.
Bu dönem, Türk ordusu açısından da yeni bir dönemdir. Çünkü Venizelos Osmanlı hükümetine karşı olmayan, sadece Yunan ilerlemesini durdurmaya çalışan Kuvayı Milliye unsurları ile savaşırken bu dönemdeki muharebelerin tamamı İstanbul hükümetini tanımayan ve Ankara’da yeni bir hükümet kuran TBMM’ye bağlı düzenli ordu tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu dönemin birinci safhasında Türk ordusu savunma, oyalama muharebeleri ve geri çekilme harekatları icra etmiştir. İkinci safhada ise taarruz, başarıdan faydalanma ve takip harekatları icra edilmiştir. Yunan ordusunun komutanı iki aşamada farklı kişiler olurken İsmet (İnönü) Paşa, başlangıçta cephenin kuzey kısmında, I. Ve II. İnönü Muharebelerinden sonra da savaşın sonuna kadar kesintisiz olarak Batı Cephesi’nde komutanlık yapmıştır.
Konstantin döneminin sonunda Türk ordusunun yaptığı Büyük Taarruz neticesinde Yunan ordusunun büyük bir kısmı imha olmuş, kurtulabilenler de Yunanistan’a kaçmıştır. Ülkelerine dönen subaylar bir askeri darbe ile yönetime el koyunca Konstantin yeniden ülke dışına kaçarken Venizelos bir kurtarıcı edasıyla geri dönmüştür. Bundan sonra, Konstantin döneminde ordu komuta kadrolarına getirilen subay ve generaller, alınan ağır yenilginin sorumlusu olarak yargılanmışlardır.
Bunların bazıları idam edilmiş, bazıları hapis cezasına çarptırılmış ve az bir kısmı da beraat etmiştir. Böylece Yunanlıların Küçük Asya Seferi veya Küçük Asya Felaketi dedikleri yenilginin bütün sorumluluğu Kral Konstantin ve onun göreve getirdiği kadrolara mal edilmiştir. Günümüzde bile Venizelos’un “1921 yılındaki Yunan ordusunun ileri harekatının büyük bir hata olduğunu, kendisi iktidarda olsa buna izin vermeyeceğini” söylediği yazılıp çizilmekte ve sorumluluk hala Konstantin ve ekibinde görülmektedir.
Ancak benim kişisel kanaatime göre bu doğru değildir. Çünkü Yunan ordusunun Konstantin döneminde yaptığı ileri harekât, onun döneminde yapılmış bir planın sonucunda meydana gelmemiştir. Venizelos henüz iktidarda iken, onun atadığı Küçük Asya Ordusu Komutanı tarafından Türk ordusunu imha etmek ve barış antlaşmasını kabul etmeye zorlamak için bir plan hazırlanmış ve Venizelos’a sunulmuştur.
Bu plan, Papulas tarafından icra edilen harekatın planı ile aynıdır. Venizelos dönemi planında Yunan ordusu için ya Konya istikametine ilerleyerek Fransızlarla birleşmek veya Ankara istikametinde ilerlemek şeklinde iki seçenek önerilmektedir. Papulas, Konya istikametinde değil Ankara istikametinde ilerlemiştir. Bunun için de makul sebepleri vardır. Çünkü Fransızlar, Konstantin iktidara geldikten sonra Yunanlılardan uzaklaşmış ve bir süre sonra da TBMM ile görüşmelere başlamışlardır. Bu durumda tek çıkar yol, Ankara’ya doğru ilerlemektir. Papulas da bunu yapmıştır.
Öte yandan, Venizelos dönemi muharebeleri başarılı muharebeler gibi görünse de bu muharebeler Konstantin dönemi muharebelerinden tamamen farklıdır. Çünkü Venizelos’un ordusu, düzensiz ve zayıf Kuvayı Milliye unsurları ile savaşarak kolay zaferler kazanmıştır. Ama Konstantin’in ordusu, düzenli ve gün geçtikçe daha da güçlenen Türk ordusu ile muharebe etmiştir. Bu sebeple Yunan ordusu, küçücük bir başarı için bile çok büyük bedeller ödemek zorunda kalmıştır. Üstelik Venizelos döneminde Osmanlı hükümeti en küçük bir askeri başarısızlıktan sonra bile endişeye kapılarak masaya oturmasına rağmen Konstantin dönemindeki TBMM hükümeti ağır yenilgilere uğrasa bile asla masaya oturmamış ve yenilgiyi kabul etmemiştir.
Yunan ordusunu felakete götüren yolların kaldırım taşları da Venizelos döneminde döşenmiştir. Çünkü yetersiz ve eğitimsiz birliklerle İzmir’e çıkarma yapılmasını emreden, bu birliklerin katliamı sonucunda direniş hareketlerinin ortaya çıkmasına sebep olan ve orduyu Anadolu içlerine kadar ileri süren, yani felaketin altyapısını hazırlayan Venizelos olmuştur.