Site İçi Arama

tarih

Mustafa Kemal Atatürk’ün Ölümünün 84. Yıldönümü

10 Kasım 2022 saat 09.05, Ulusal bağımsızlığımızın mimarı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılışının 84. yılında, O’nu kaybetmenin hüznünü yaşarken, O’na olan inancımızı tazeliyor, devrimlerine olan bağlılığımızı bir kez daha yineliyoruz. O, akıllı bir politikacı ve son derece gerçekçi bir devlet adamı olarak yalnızca Türk milletinin Kurtuluş Savaşı’nı başarı ile yöneten bir yetenekli komutan değil, aynı zamanda gerçekleştirdiği devrimler ile de 21’inci yüzyılın dünya lideri olmuştur. 57 yıl süren yaşamının büyük kısmında, yurttaşının ve yurdunun özgürlüğü, milletinin ve vatanının bağımsızlığı ve mutluluğu için yılmadan çalışmış, bu emeklerinin sonucunda da girdiği her mücadeleden zaferle çıkmış ve Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuştur. Ölümüne girdiği muharebeleri kazanmış, ancak bu sefer ölüme karşı girdiği meydan savaşını, ne yazık ki kaybetmiştir.

10 Kasım 2022 saat 09.05, Ulusal bağımsızlığımızın mimarı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılışının 84. yılında, O’nu kaybetmenin hüznünü yaşarken, O’na olan inancımızı tazeliyor, devrimlerine olan bağlılığımızı bir kez daha yineliyoruz. O, akıllı bir politikacı ve son derece gerçekçi bir devlet adamı olarak yalnızca Türk milletinin Kurtuluş Savaşı’nı başarı ile yöneten bir yetenekli komutan değil, aynı zamanda gerçekleştirdiği devrimler ile de 21’inci yüzyılın dünya lideri olmuştur. 57 yıl süren yaşamının büyük kısmında, yurttaşının ve yurdunun özgürlüğü, milletinin ve vatanının bağımsızlığı ve mutluluğu için yılmadan çalışmış, bu emeklerinin sonucunda da girdiği her mücadeleden zaferle çıkmış ve Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuştur. Ölümüne girdiği muharebeleri kazanmış, ancak bu sefer ölüme karşı girdiği meydan savaşını, ne yazık ki kaybetmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün, ömrünün büyük bölümü cephede geçmiş, hayatı boyunca kalp krizinden karaciğer hastalığına, sıtmadan zatürreye kadar birçok hastalıkla mücadele etmiştir. Kardeşleri Ahmet ve Ömer gibi küçük yaşta difteri-kuş palazı geçirmiş, ancak kardeşlerinin aksine hastalığı atlatmıştır. 1896’da girdiği Manastır Askeri Lisesi’nde etkisini hayat boyu taşıyacağı sıtmaya yakalanmış, Çanakkale Savaşı’nda, Samsun’a çıkarken ve Sivas Kongresi sırasında nöbet geçirmiştir. 20 Eylül 1919’da Sivas’ta görüştüğü Amerikan Heyeti Başkanı General Harbord anılarında “Durmadan tespih çekerdi, sonradan öğrendim ki bunun sebebi yakın zamanda sıtma nöbeti geçirmesiymiş” diye yazmıştır. 22 Kasım 1936’da ve 7 Şubat 1938’de, iki defa üst üste zatürre teşhisi konmuştur.

16 Ocak 1912’de, Libya-Derne’de toz bulutu içinde kalmış ve gözüne kireç parçası girmiş, 18 Ocak’ta Kızılay hastanesine yatmış, sol gözünde şaşılık kalmış, ayrıca gençliğinden itibaren kulak egzaması oluşmuştur. Hastaneden zor savaş şartlarında iyileşmeden çıktığı için 4 Mart 1912’de gözündeki rahatsızlığı tekrar eder ve 15 gün yataktan kalkamaz. 20 yaşlarında, hayatının sonuna kadar sürecek ağrılı, sık idrara çıkaran, ateş yapan Pyelonefrit’e (böbrek enfeksiyonu) yakalanmıştır. 15 Aralık 1917’de, Vahdettin ile yaptığı Almanya ziyaretinden 4 Ocak 1918’de böbrek rahatsızlığı ile dönmüştür. 1 Haziran 1918’de böbrek hastalığının tedavisi için Viyana’ya gelmiş, tedavisine devam etmek için oradan 30 Haziran 1938’de Karslbad’a geçmiş ve 27 Temmuz’a kadar orada kalmıştır.

Böbrek sancıları, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında tekrar başlar ve 25 Mayıs’ta tedavi için Havza’ya gelmiştir. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde de böbrek rahatsızlığı yaşamıştır. Mart 1922’de not defterinde yazdıklarına göre Bolvadin’de yine rahatsızlanmış ve tedavi görmüştür. 12 Ağustos 1921’de Polatlı’da cepheyi incelerken atının ürkmesi sonucu düşmüş, üç kaburga kemiği kırılmıştır. 16 Ağustos’ta tedavi için Ankara’ya gelir, fakat tam iyileşmeden 17 Ağustos’ta cepheye dönmek zorunda kalmıştır. 13 Kasım 1923’te, Çankaya’da kalp krizi geçirmiş, Dr.Neşet Ömer İrdelp, krizin çok çalışmadan ve yorgunluktan ileri gelen bir “elemi asabi” olduğunu belirtmiştir.  22-23 Mayıs 1927 tarihlerinde Nutuk’u hazırlarken çok çalıştığı o günlerde kalp krizi geçirmiştir. Almanya’dan Ankara’ya davet edilen Berlin Üniversitesi’nden Prof.Dr.Kraus ve Münih Tıp Fakültesi’nden Prof.Dr.Romberg, 6 Haziran 1927’de kendisini muayene etmişler ve hastalığın çok sigara içmesinden kaynaklanan bir anjin olduğunu, içki, kahve ve sigaradan uzak durmasını ve kendisini yormamasını Atatürk’e söylemişlerdir.

Mustafa Kemal Atatürk, 55 yaşında olmasına rağmen cepheden cepheye koşması, ülke sorunları ile uğraşması nedeniyle geçmişten gelen rahatsızlıkların da tam olarak tedavi edilmemesi nedeniyle çok halsiz ve yorgun düşürmüştür. Sağlık Müsteşarı doktoru Asım Arar, 1936 yılım sonlarında O’nun sağlığındaki bu değişiklikleri gözlemlemiştir. Ayrıca bu dönemde, burun kanamaları başlaması Dr.Asım Arat’da şüpheler oluşturmuş ve “Karaciğer kifayetsizliklerinde ve özellikle “atrofik siroz” denilen rahatsızlıkta bu tür kanamalar olabilir diye düşünmüştür. O, bu tür kanamalar burunda değil de bağırsaklarda gerçekleşirse aniden ölebilme riski olduğunu belirtmiştir. Burun kanamaları azalacağına daha fazla artmış ve zamansız kanamaların önü alınamamıştır. Bununla birlikte kaşıntılar da başlamıştır. 22 Kasım 1936’da, öğle saatlerinde rahatsızlanmış, ateşi 39 dereceye kadar çıkmış ve sabah sağ tarafında ağrı ile uyanmıştır. Dr.Refik Saydam ve Dr.Asım Arar birlikte Köşk’te muayene ettiklerinde akciğerlerinde konjesyon tespit etmişlerdir. Tedavi olarak istirahat etmesi, perhiz yapması ve alkol almamasını tavsiye etmişlerdir. Hastalığına dikkat edilmezse rahatsızlığın dönemin çok tehlikeli hastalığı olarak bilinen zatürreye dönüşebileceğini söylemişlerdir. Dr.Asım, Atatürk’ün göğsünde kan birikmesinden kaynaklanan gözle görülebilen bir şişlik tespit etmiştir.

Can yoldaşı çocukluk arkadaşı Nuri Conker’in 11 Ocak 1937 sabah ölüm haberi de Atatürk’ün rahatsızlıklarının artmasına neden olmuştur. Conker’in ölümü ile adeta çökmüş ve Dolmabahçe Sarayı üzerine yıkılmıştır. O’nun ölümü ile birlikte paylaştığı binlerce anı, bir anda kül olup uçmuştur. En sevdiği arkadaşının ölümünün üzüntüsünü atmak için sık sık İstanbul’u gezerek birlikte geçirdikleri anılar yâd etmiş, ancak geceleri gözüne uyku girmemiş, arkadaşının ölümünün üzüntüsünü üzerinden bir türlü atamamıştır. 16 Ocak akşamı Cenevre Üniversitesi’nde okuyan Afet İnan’a yazdığı mektupta; “Hatay üzüntüsüne, Conker’in ölümü acısı karıştı, bu acının açtığı yaranın derinliğini tahmin edersin”. Ölüm acısı bedenindeki halsizlik, kaşıntı ve burun kanamalarının şiddetini arttırmış ve asabileşmesine neden olmuştur.

1937 yılı içerisinde, Atatürk’ün vücudunun muhtelif yerlerinde kaşıntılar başlamış, kaşınan yerlerde fiske fiske kabartılar göstermiştir. Doktorlar, kaşıntının nedenini karınca ısırmasına bağlamışlardır. 1937 Ekim ayında Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman, Sıhhat Vekaleti Müsteşarı Dr.Asım Arar’a Çankaya Köşkü’nün karıncalar baskınına uğradığını, bunların Atatürk’ün derisini ısırarak kaşıntılar yaptığını ve karıncalara karşı önlem alınmasını istemiştir. Atatürk’ün Yalova seyahatine çıkmasından sonra köşkteki karıncaların yok edilmesi planlanmıştır. Bunun için Cyclon B isimli siyanidrik asit gazı ile ilaçlanmasına karar verilmiştir. 7 Şubat 1938 de köşkün bütün pencere ve kapıları zamklı bez ve kağıtlarla kapatılarak gaz geçirmez hale getirilmiş ve 48 saat süre ile yoğun bir gaz altında tutulmuştur. 

1937’den itibaren Atatürk, hastalığının belirtilerini hissetmeye başlamış ve doktorların istirahat önerilere rağmen çalışma temposunda bir değişiklik yapmamıştır. Hastalığının en son safhalarında bile iyileşmemekten hiç aldırış etmemiş, devletin en önemli işlerini ve dünya siyaseti ile ilgilenmekten geri kalmamıştır. Bu süreçte, Bakanlar Kurulu toplantıları yapmış, Başbakan ve devletin ileri gelen yetkililerini kabul etmiş, onlardan bilgi almış, onlara düşündüklerini söylemiş ve direktiflerini vermiştir. Avrupa’da çok geçmeden büyük bir savaşın çıkacağını ve dünyanın her tarafını saracağını öngörmüştür. “Bizim için bu kanlı badirede tarafsız kalmak, harbe katılmamak ve devlet gemisini bu fırtına ortasında hiçbir mâniaya çarptırmadan sevk ve idare ederek harp dışında ve sulh içinde yaşamaya çabalamak, bizim için hayati ehemmiyeti haizdir.” Sağlıklı zamanlarında olduğu gibi hastalığı esnasında da dahi geleceği gören, iyi düşünen, en uygun kararları veren büyük asker ve devlet adamı olmuştur. 1937 yazında Florya’da bulunduğu bir gece idrarından kan gelmiş, o gün Haseki Hastanesinde Üroloji uzmanı Dr.Fuat Kamil Beksan, yaptığı muayenede patoloji tespit edilmediği belirtilmiştir. Ancak 19 Ekim 1938’de girdiği karaciğer komasında idrarından kan gelmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk, ne yazık ki 20 Ocak 1938’de, Yalova’ya son kez geleceği yolculuğuna başlamıştır. 21 Ocak’ta, Yalova’da yeni açılan Termal Otelinin ilk konuğu olarak bir tedavi kürü geçirmek için gelmiştir. Yalova'da bulunduğu sırada sık sık burun kanamaları geçirmiş, kaşıntılar artmış ve ciddî rahatsızlıklar yaşamıştır. 22 Ocak sabah uyandığında kendisini çok keyifsiz hissetmesine rağmen kaplıcaya girmiş ve dinlenme odasına geçtiğinde kaşıntıların devam ettiğini görünce, görevliye kaplıca müdürü Prof.Dr.Nihat Reşat Belger’i çağırtmış ve kaşıntılarına çare bulmasını istemiştir. Reşat Belger, ilk izlenimi Ruşen Eşref Ünaydın’a; “Atatürk geceyi Teram Otel’deki apartmanında geçirdi. Ertesi sabah oteldeki kendine özel olarak yaptırılan banyo dairesine girdi ve beni çağırdı. Şikâyetlerini bildirdi. Kaşıntıya çare bulmasını istiyordu. Dedim ki: müsaade buyurursanız önce zat-ı devletinizi bir muayene edeyim, kaşıntının sebeplerini tespite çalışayım”. Atatürk; “Doktor, kaşıntıyı buldunuz mu? Nedir?” diye sorar. Belger; “Efendim bu kaşıntının nedeni karaciğerinizden kaynaklanmaktadır. Bu teşhisimin isabetinde şüphenin gölgesi bile yoktur. Karaciğeriniz sertleşmiş ve üç parmak büyümüştür. İşte kaşıntının tek nedeni bu karaciğer rahatsızlığıdır.” Ancak bu güne kadar kendisine karaciğer rahatsızlığından bir kez bile söz edilmemiş ve hiç tanı konmamış olması Atatürk üzerinde büyük üzüntü ve tesir yaratmıştır. Rahatsızlığına rağmen keyifli görünmüş, moralini bozmamaya çalışmış, rahatsızlığının fark edilmemesini istemiştir.

Bu teşhis üzerine 23 Ocak’ta Atatürk’ün özel doktoru Prof.Dr.Neşet Ömer İrdelp, Yalova’ya gelmiştir. Oysa Prof.Dr.İrdelp, kendisini 1937 yaz aylarında 6 ay kadar önce Yalova’da muayene etmiş ve bu teşhisi koyamamıştı. Şimdi bir kez daha muayene etmiş ve teşhis hakkında, Dr.Nihat  Reşat Belger’e; “Sizin tedavinizin devam etmesini Atatürk’e tavsiye ettim. Atatürk’ü istediğiniz gibi tedavi ediniz, kardeşim”. Meslektaşının teşhisini ve tedavisini onaylamış, aynı görüşte olduğunu söylemiş ve İstanbul’a dönmüştür. Artık ortada ciddi bir teşhis olduğunu herkes öğrenmiştir. Ne yazık ki, Karaciğerdeki büyüme ve siroz başlangıcı teşhisinin geç konması nedeniyle tedavi geciktirilmiştir. Prof.Dr.Nihat Reşat Belger anılarında; "Elle yaptığım muayenede karaciğerinin üç parmak kadar büyüdüğünü anladım. Kaşıntının yemek ve içmekle ilgili olduğunu söyledim. O güne kadar kendisine karaciğer rahatsızlığından hiç bahsedilmemiş olan Atatürk üzerinde bu sözlerim sürpriz tesiri yaptı. Ama belli etmeden, 'Şimdi ne yapacağız' dedi. Yemek içmekten ne kastettiğimi anlamıştı. Perhize hemen başlaması gerektiğini söyledim. Kaşıntısını azaltacak bir pudra verdim." Atatürk’ün rahatsızlığına “ilk teşhisi” koyan kaplıcanın yöneticisi Prof.Dr.Nihat Reşat Belger; “Atatürk’ü ilk kez 22 Haziran 1937’de Yalova’da muayene ettim. O tarihte kendisinde siroz hastalığına ait hiçbir bulgu göremedim. Fakat bu tarihten 8 ay sonra yine Yalova’da yaptığım muayenede karaciğerdeki rahatsızlığın bulgusunu tespit ettim”. Tıp, zalim teşhisini koymuş, döküntünün karaciğerindeki rahatsızlık nedeniyle “Siroz” hastalığı olduğunu açıklamış ve ölümüne kadar tedavisi ile uğraşmıştır.

Atatürk, Yalova’da 11 gün kalmış ve tedaviden olumlu sonuç alınmıştır. Kaşıntısı azalmış, iştahı artmış ve neşesi yerine gelmiştir. Dr.Nihat Reşat Belger, tedaviye 3 hafta devam etmek için ısrar etmesine rağmen kabul etmemiştir. Ruşen Eşref Ünaydın; “Atatürk’ün sağlık durumunu biraz düzeltmeye yüz tutar görünce, iş kolay geçiştirilecektir düşüncesine kapılarak söz dinlemeyip, tedavisini bitmeden önce yolculuğa çıkması da hastalığın savuşmasını önleyen talihsizliklerden biri olmuştur.” demiştir. 1 Şubat 1938’de, Başbakan Celal Bayar ve Ali Fuat Cebesoy ile birlikte Yalova’dan ayrılmış, saat 16.00’da Bursa-Çelik Palas Oteli’nde gelmiş, akşam yemeğinde konuk hanımlar ile vals yapmış ve ölümü meydan okuyarak Sarı Zeybek oynamıştır. Gecenin ilerleyen saatlerinde, Bursa Belediye Başkanı Neşet Kiper’e yazdığı mektubun yaverinin okunmasını istemiştir. Mektupta, Çelik Palas Oteli’nin kaplıcalarından kaldığı memnuniyeti dile getirmiş ve; “Çelik Palas Oteli'nin Bursa Belediyesi’nin de gayret ve yardımlarıyla daha fazla gelişmesini temin için bu otelin ait olduğu şirketteki 34.839 Türk liralık hissemi belediyeye terk ediyorum. K.ATATÜRK.”

Atatürk, sanki öleceğini hissediyormuş gibi kazanımlarını milletine bağış yapmaya devam etmiştir. 3 Şubat 1938’de, Bursa’dan ayrılıp, Mudanya’ya geçmiş ve Mudanya’dan Ege vapuruyla İstanbul’a gelmiş, geceyi vapurda geçirmiştir. 4 Şubat’ta Ege vapuru ile Dolmabahçe Saray’ına geçmiştir. 7 Şubat’ta, şiddetli öksürükle beraber nefes almaya ve göğsünde ağrılar duymaya başlar ve sancılar içerisinde kıvranırken saat 23.00’te, Ali Fuat Cebesoy’a; “Buradaki sancı beni çok rahatsız ediyor Fuat Paşa” diyerek sancıyan yerini göstermiştir. Özel doktoru Neşet Ömer İrdelp ve Dr.Nihat Reşat Belger birlikte muayene etmişler ve ilaçlarını vererek istirahat etmesini istemişlerdir. Ancak yüksek ateşi günlerce sürmüş, karaciğer yetmezliği dolayısıyla nekahet devresi gecikmiş ve uzamıştır.

27 Şubat 1938’de Atatürk, Çankaya’da Balkan Antantına katılan ülkelerin Dış İşleri Bakanları şerefine yemek verilmiş, ancak saat 20.00’de başlaması planlanan yemek için konuklar gelmesine rağmen Atatürk gelmemiştir. Geç kalmasına nedenin burnun kanadığı ve uzunca bir süre devam ettiği bilgisi alınmıştır. Hatay sorununu çözmek için gittiği Mersin’de de 2-3 defa burun kanaması geçirmiştir. Dr.Asım Arar; “Aylardan beri cereyan eden hadiseler, burun kanamaları, kaşıntılar, karınca hikâyeleri, müşahede ettiğim yorgunluk ve halsizlik, hülasa bütün bu vakalar?” Atatürk’ün amansız bir hastalığın pençesinde olabileceğini ve bu durumun mutlaka hükümet yetkililerine haber verilmesi gerektiğini düşünmüştür. Aksi takdirde görevini yapmamış olacağını ve derin bir manevi sorumluluk içinde kalacağını belirtmiştir. Bunun üzerine İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya; “Atatürk çok vahim bir hastalığın başlangıcındadır ve öyle zannediyorum ki şimdiden tedbir almak hususunu ihmal edecek olursak maddi ve manevi mesuliyetimiz olur.” Demiştir. O da hastalık ile ilgili düşüncelerini paylaşması üzerine kendisini Celal Bayar’a götürmüştür. Şükrü Kaya; “Bakın Celal Bey, Asım mühim bir şeyden bahsediyor. Kendisini dinlemenizi rica ederim.” Dr.Asım Arar’ın söylediklerini dikkatlice dinlemiş ve “Ne yapalım?” diye sormuş. Arar; “Takip edilecek tek bir yol var. Atatürk ü ciddi bir muayeneye tabi tutmak, ondan sonra da ortaya çıkacak duruma göre bir tedavi sayesinde kurtarmaya çalışmak. Bunun içinde fikrimce, yegâne çare ecnebi mütehassıs getirerek onun da yardımıyla tedavi işlemini tanzim etmek.”  Başbakan Bayar, Atatürk’ün bu fikri beğenmeyeceğini, ancak kendisiyle konuşacağını söylemiştir. Arar; “Burnundan gelen kanın ciğerden geldiği inancındayım, eğer şüphelerim doğruysa durum vahim demektir.” sözleri ile uyarıda bulunmuştur.

Başbakan Celal Bayar, Atatürk’ün hastalığından bu şekilde 28 Şubat 1938’de Balkan Antantı sırasında öğrenmiştir. Almanya ve Fransa’dan iki ünlü yabancı uzman doktor çağırmak için izin istemiştir. Atatürk; “Ortalıkta Hatay meselesi var. Hastalığım dışarıda duyulursa iyi olmaz. Bu noktayı değerlendirmek lazımdır” diyerek, şiddetli ısrarlara rağmen Avrupalı doktor kontrolünü kabul etmemiştir. Ancak doktorlar 28 Şubat 1938’de yaptıkları görüş alışverişi sonucunda durumunun kritik olduğunu belirtmişlerdir. Akciğer muayenesinde, sağ akciğer tabanında daimî gayrı bir tabilik olduğunu, bunun ise Sakarya Meydan Muharebesi sırasında kırılan kaburgası nedeniyle kaldığını söylemişlerdir.

6 Mart 1938’de; Prof.Dr.Akil Muhtar Özden, Prof.Dr.Neşet Ömer İrdelp, Prof.Dr.Hüsamettin Kural, Dr.Asım Arar ve Dr.Ziya Naki Yaltırım’dan oluşan Türk hekimlerinden kurulu sağlık heyeti, Çankaya Köşkü’nde Atatürk’ü muayene etmişlerdir. “Hastalık, karaciğer atrofik sirozu (Karaciğerin boyutlarının küçülmesiyle belirgin siroz) başlangıcı” olduğunu, bu hastalığın sonucunun mutlaka ölüm olduğunu tespit etmişler ve bir rapor düzenleyerek Atatürk’e sunulmasına ortak karar vermişlerdir. Yapılacak tek şeyin hastalığı mümkün olduğu kadar geciktirmek gerektiğini düşünmüşlerdir. Dr.Arat’ın hazırlanan raporu okuması üzerine, dünya liderlerinin gıptayla takip ettiği kahraman, hayatının bundan sonraki sürecini ve ne acıdır ki hayatı boyunca aldığı en önemli haberlerden birini öğrenmiştir. Yıllarca savaş meydanlarında siperden sipere koşarken, hayatını vatanı uğruna hiçe sayarken bile bundan daha rahat hissetmiştir.

Prof.Dr.Neşet Ömer İrdelp, Prof.Dr.Erich Frank’ı arayarak Atatürk’ü muayene etmesini istemiştir. 12 Mart 1938’de, Prof.Dr. Erich Frank, muayene için Ankara’ya davet edilmiştir ve Prof. Neşet Ömer ile birlikte akşamüstü Köşk’e gitmişlerdir. 12 Mart 1938’de, dünyaca ünlü Alman Prof.Dr Erich Frank, Atatürk’ü muayene etmiş ve raporunda; “Teşhis: Presiroz siroz!” demiştir. Ancak kendisinin safra söktürmek için verdiği ilaç ve tedavi yöntemi Atatürk’ü memnun etmemiştir. Çünkü tedavi olarak günün iki üç saatini arka üzeri ve uzun yatmak üzere geçirecek, bunu 3 ay devam ettirecek, yorulmayacaktır. Kuvvetli beslenmesi, bilhassa çok tatlı yemesi, ayrıca taze soğanla peynir yemesi ve kesinlikle alkol almaması tavsiye edilmiştir. Bunun üzerine Atatürk’ün hayatı artık sıkı bir rejim ile geçmiştir. Muayene sonrası İrdelp'in Kızılay'daki evinde bulguları ve tedavi yöntemlerini görüşmüşlerdir. Atatürk’e o güne kadar kan tahlil yapılmamış, sadece ellerinde Haseki Hastanesi Başhekimi Dr.Fethi Erden’in analiz ettiği birkaç idrar raporu bulunmasına Prof. Erich Frank’i, hayretler içinde bırakmıştır. Şaşkın bir vaziyette “Bu nasıl olur efendim?” sorusuna, İrdelp; “Atatürk’ten kan almaya çekindik” cevabını vermiştir. Başbakan Celal Bayar, Atatürk’e 15 Mart 1938’de; “Yabancı doktorların gelmesini rica ettiğim zaman reddetmiş ve böyle bir çağrının Hatay davası üzerine etki edeceğini ileri sürmüştünüz. Bizim için en büyük dava, sizin sağlığınızdır. Türk milletinin sağlığınızdan öte bir kaygısı olmadığını arz etmek vazifemdir. Lütfen izin verin de bir yabancı uzman getirelim.” diyerek tekrar bu konuda yabancı uzmanların gelip kontrol ve tedavi şeklini gözden geçirmesinde ısrar etmiştir. Bunun üzerine, Atatürk; “Çocuk. Ne yapacaksan çabuk yap, anlıyorum, ben hastayım”. Demiştir.

Bakanlar Kurulu’nda davet kararı alınan Fransız Prof.Dr.Noel Fissenger, 28 Mart’ta Çankaya Köşkü’nde muayene etmiş ve karaciğeri büyük bulmuş, ayrıca karın boşluğunda bir miktar asit toplandığını fark etmiş; “Karaciğer iltihabı” teşhisini koymuştur. Fissenger; “Karaciğer, bir orduda levazım tedarik eden, orduyu besleyen bir kıtadır.” Atatürk; “Bazen orduda levazım teşkilatı bozulur. Lakin orduyu yine beslemek mümkün olur. Onları bir tarafa bırakınız.” Fissenger; “Hastasınız. Ben sizi iyi edeceğim. Ama önce siz kendinizi iyi edeceksiniz. Siz, büyük savaşlar kazanan büyük bir kumandan olabilirsiniz. Fakat bu işin kumandanı benim. Yardımınızı istiyorum, bana yardım edeceksiniz.” Atatürk, ne istenirse yapmaya söz vermesi üzerine Fissenger; “3 ay müddetle 24 saatin 23’ünü bir şezlongda arka üstü yatarak geçirecek, çalışıp yorulmayacak, katiyen içki içmeyecek, beslenmenize dikkat edeceksiniz.” Aşçıbaşıya; kabızlık giderici ve selülozlu sebzelerle yemek yapmasını tavsiye etmiş, beyazpeynir, taze soğan ve özellikle tatlıyı çok yemesini öğütlemiştir. Hâlbuki uzman doktorlara göre kronik karaciğer hastaları ve özellikle siroz hastalarında özel beslenme programı düzenlenmeli, çay şekeri, çikolata, bal, reçel, kola, gazoz gibi basit şekerli gıdalar az tüketilmelidir. Sağlıklı bireylere göre bir buçuk misli enerji ve protein gereksinmeleri olan karaciğer hastalarının gereksiz yere protein ve diyet kısıtlamasına yönelmesi beslenme yetersizliğine ve hastalığın ilerlemesine neden olacağı değerlendirilmiştir. Atatürk’ün, Fissenger'e rıza göstermesine Prof.Dr.Neşet  Ömer İrdelp'in büyük gayreti olmuştur.

Prof.Dr.Erich Fissenger, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’ne sunduğu raporda; “Teşhis: Hepatite Sclero Congestive Ethylique (Alkole bağlı sert ve kanlı karaciğer iltihabı)” koymuş ve “Atatürk dediklerimi yaparsa 7-8 sene yaşaması mümkün” demiştir.

Fissenger, Atatürk’ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'a; “Bu hastalığın sırf içkiden geldiği yolundaki düşünce doğru değildir. Benim, Fas, Tunus ve Cezayir’den gelen birçok Müslüman hastalarım var ki, ömürlerinde ağızlarına herhangi ispirtolu bir içki koymamışlardır. Hastalığın daha başka ve önemli etkenleri olduğunu kabul etmek lazımdır. Bence bunlar arasında özellikle dengesiz beslenme tarzı ve devamlı kabızlık gibi sebepler başlı başına yer tutmaktadırlar.” İstanbul'dan ayrılırken gazetecilere; “Bu kadar dinamizmin, bu kadar zekâ ve canlılığın bir arada toplanması pek enderdir. Zamanımızın birçok büyük adamlarıyla temas ettim; fakat Büyük Şefiniz Atatürk, bunlardan hiçbiriyle bir tutulamaz.” demecini vermiştir. Atatürk’e konan üç ayrı teşhis; (Atrofik siroz, Presiroz ve alkole bağlı sert ve kanlı karaciğer iltihabı) hepsi sirozdur. 30 Mart 1938’de Atatürk’ün sağlığı ile yayınlanan ilk tebliğde, Fissenger’in; bir grip geçirdiği ve sağlığında endişe verici bir durum olmadığı, kendisine 1,5 ay istirahat tavsiyesinin yeterli görüldüğü belirtilmiştir.

Atatürk, istirahat önerilmesine rağmen birkaç gün sonra hasta değilmiş gibi hareket etmeye başlamış ve Ankara’da 19 Mayıs törenlerini izlemiştir. Bununla yetinmemiş; “Hatay meselesi benim şahsi davamdır. Alacağız” demiş ve. 21 Temmuz 1936’da söz verdiği “Hatay Meselesini” çözmek istemiştir. Bu amaçla, 20-24 Mayıs 1938 tarihlerinde İskenderun sancağında seçim tarihi yaklaşırken, Fransızlara baskı yapmak amacıyla hasta olmasına rağmen, ölümüne davet çıkarttığı 19 Mayıs akşam 17.00’de trenle Mersin ve Adana gezisine çıkmıştır. Adana’da 1 saat 20 dakika süren askeri resmigeçidi ayakta izlemiş ve dünyaya “Hasta değilim, sapasağlamım” mesajını vermiştir. Kızgın güneş altında askerî birlikleri teftiş edip, tatbikat yaptırmış, çok yorgun düşmüş ve iki üç kez burun kanaması geçirmiştir. Ülkü edindiği millî dava uğruna kendi sağlığını hiçe saymıştır. Tren, Pozantı'yı geçerken Salih Bozok’a; “Ben öleceğim Salih. Çünkü benim hastalığım sirozdur. Bu hastalık beni ölüme götürecektir. Okudum, tetkik ettim. Bu hastalıktan kurtuluş yoktur. Siroz insanı muhakkak öldürür. Ama hastalığım daha önce tüm ayrıntılarıyla bana anlatılsaydı, o zaman bu işin başında önlemini alırdım." demiş ve “Ölümü istemek cesaret değildir ama ölümden korkmak da ahmaklıktır” diye sözlerine devam etmiştir. Başbakan Celal Bayar’ı bir ara yanına çağırmış; “Ecnebi sefirlerine deyiniz ki Atatürk Mersin’dedir ve Hatay meselesini halledinceye kadar da Mersin’de kalacaktır.” Gezisinden beklediği sonucu almış, güç gösterisi yapmış ve dünya basını aracılığıyla liderlere mesaj vermiştir. Fransızların tartışma konusu bölgeye Türk askerlerinin girmesine izin vermelerini sağlamıştır. Güney seyahati hastalığının artmasına sebep olmuş ve 25 Mayıs'ta Ankara'ya dönmüştür.

Atatürk, dostlarına ve birlikte kurdukları başkente 26 Mayıs 1938’de bir daha dönmemek üzere veda etmiş, tedavi ve istirahat için İstanbul’a hareket etmiştir. 27 Mayıs akşamı, Florya’dan Dolmabahçe Sarayı’na dönerken fenalık geçirmiştir. 28 Mayıs’ta Dr.Neşet Ömer İrdelp muayene etmiş ve Atatürk, kendisine; “Karnımda ve ayaklarımdaki şişliğin sebepleri nedir doktor?” İrdelp; “Efendim, bağırsaklarınızda ödem hasıl olmuş, su topluyor. Arka üstü yatmakla ve idrar söktürücü ilaçlarla önüne geçilmesi kabil olacaktır.” demiştir. Hasan Rıza Soyak, Prof.Dr.İrdelp’e sağlık durumunun son halini sorduğunda, kendisi; “Dünkü krizin kalple alakası yok. Bu tamamen karaciğere aittir. Bizde buna rüzgârdan sonra yağmur derler. Karnı su toplamaya başlamış” üzgün ses tonuyla yanıtlamıştır. İrdelp, 1920’den itibaren Atatürk’e birinci derecede ilaç veren, tedavi eden ve sürekli yanında olan doktoru, soyadını bizzat Atatürk vermiştir. Doktorlar deniz havasının iyi geldiğini belirtmişler, onun için 1 Haziran’da Savarona Yatı'na Hasan Rıza Soyak, Salih Bozok, Kılıç Ali ve yaveri Celal ile birlikte gitmiştir. Savarona’da bir süre dinlenmiş, bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etmiştir. Prof.Dr. Nihat Reşat Belger, muayenede karın boşluğunda sıvı biriktiğini tespit etmiştir. 7 Haziran’da Prof.Dr.Fissenger davet edilmiş ve Savarona’da muayene etmiş, teşhisi; “Bağırsak ve karaciğer rahatsızlığı” olduğu söylemiştir. Fissenger; “Hasta sessiz ve asude bir hayat geçirecek, zihni ve bedeni her türlü yorgunluktan kaçınacaktır.” önerisinde bulunmuştur. Prof.Dr.Fissenger, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya; “Atatürk, tıbbın müdahalesi ve tabiatın yardımı ile daha iki yıl daha yaşayabilir. Tıp tarihinde bunun örnekleri çoktur. Ama şimdi yatağa döneriz, bağırsak ya da beyin kanamasından Atatürk’ü ölmüş bulabilirsiniz Onun için siz Cumhuriyet’in selameti için gereken tedbirlerinizi şimdiden alınız”. Şeklinde tavsiyede bulunmuştur.

14 Haziran’da Atatürk, aklında bin bir güçlükle, milletiyle kurduğu Türkiye Cumhuriyeti ve dünyada çıkacak muhtemel savaşta ülkesinin ne yapacağını düşünürken Cenevre Üniversite’de okumakta olan Afet’e yazdığı mektupta; “Vaziyetim şudur. Bence doktorların görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış, ilerlemiştir. Vakitsiz ayağa kalkmak, yürümek, hususu ile burunda yapılan pansuman üzerine gelen kusma neticesi; yapılan istirahatleri hiçe indirmiştir. İstanbul’a gelince, Hükümet reyimi almaya dahi lüzum görmeksizin Fişenjeyi getirtti. Yeniden tetkik, muayene yapıldı. Karaciğeri eski halinden farksız ve karın birkaç kiloluk müterakim su ve gaz dolasıyla şişkin ve defigüre bir halde buldular. Şimdilik 15 Temmuz’a kadar yeni tedavi ve yeni rejim tahtında repo apsoüyü zaruri buldular. Bunun esası da yatak ve şezlong istirahatidir. Bu müddet sonunda Fişenjge tekrar gelecektir. Ahvali Umumiyem iyidir. Tamamen iadeyi afiyet ümit ve vaadi kuvvetlidir. Senin için asla mucibi merek ve endişe olmamalıdır. Serinkanlılıkla imtihanlarını vererek muvaffakiyetle avdetini bekler ve muhabbetle gözlerinden öperim.” Hastalığının tedavi edilmemesinin doktorların suçu olduğundan yakınmıştır. Artık adeta öleceğine inanmaya başlamıştır. Bu dönemde yapmış olduğu çalışmalardan dolayı rahatsızlığı artmıştır. Atatürk; “Bir çocuğun oyuncağını bekledi bekledim” dediği Savarona’da 56 gün kalabilmiştir.

Atatürk, 25 Haziran 1938’de, Savarona yatında Romanya Kralı II.Carol’u kabul etmiş, Erdek açıklarında rahatsızlanınca Adalar’a doğru yöneldiğinde 05.25’te Yogolu önünde; “Neredeyiz?” diye sormuş “Büyükada önünde, Yorgolu sahilindeyiz, paşam”. Atatürk; “Burada duralım” demesi üzerine. Savorona demir atmıştır. Dünya savaş baronlarına kök söktüren, onlara “Yurtta barış, cihanda barış” demeyi öğreten mazi gözlü, sarı saçlı dev adam kendinden geçmiş, iniltiler içerisinde herkesin bakışları arasında sayıklaması dostlarını üzmüştür. Bu sıkıntıları yaşarken Antakya’da, 3 Temmuz’da Türk ve Fransız askeri heyetleri arasında imzalanan “Askeri Antlaşma” gereği her iki tarafın eşit asker bulundurulması kararlaştırılmıştır. Bu antlaşma ile Türk askeri, 5 Temmuz’da Hatay’a girmiştir. Atatürk, Anadolu Ajansı aracılığı ile verdiği demeçte; “Hatay milli meselemizin dostça tedbirlerle olumlu sonuca ulaştırılmasından duyulan sevinç yerindedir.” Sözleri ile Hatay sorununun çözülmesinden büyük mutluluk duymuştur.

9 Temmuz 1938’de, Savarona’da toplanan Bakanlar Kurulu Atatürk’ün son toplantısı olmuş, artık sonlara doğru yaklaşmaya başlamıştır. Yatta bulunan uşağı Cemal Granda’ya, yemek servisi yaparken; “Doktorlar iyi olacağımı söylüyorlar amma Cemal. Buna pek ben inanmıyorum, sen nasıl görüyorsun, iyi olacak mıyım dersin?” Uşağı Cemal’in boğazı düğümlendi, yutkunmuş, gözleri dolmuş, Paşa’sına yanıt verememiştir. Cemal’in üzülmesinin önüne geçmek için son suyunu yudumlamadan önce; “Her gelişin, bir gidişi vardır.” Demiştir. 10 Temmuz’da kendini çok hissetmiş, etrafına neşeli görünmeye çalışmış, Savarona ile Florya Köşkü’ne hareket edilmiştir. Savarona’nın hareket ettiği gören halk sevinç duymuş, zaten geziyi de halkı için istemiştir. Sarayburnu’nda 1-2 dondurma yemiş, kendini çocuklar gibi şen hissetmiş, Florya’ya varıldığında 2 dondurma daha yemiş, dönüş yolculuğunda 2 dondurma yemiştir. Doktorlar yasak olmasına rağmen müsaade etmişlerdir. Ancak, Büyükdere önlerinde neşesi birdenbire kesilmiş, dudaklarındaki gülümseme silinmiştir. Atatürk; “Hafif bir baş ağrısı ve kırıklık hissediyorum! Dönelim!” demesi üzerine, Dolmabahçe Sarayı’na dönülmüş, yolda rahatsızlığı daha da artmıştır. Doktorlar muayene ettiğinde, rahatsızlığına konulan tanı; “Zatürree başlangıcı” olmuştur. Siroz tedavisi görürken hastanın zatürreye yakalamasına nasıl izin verilmiştir? Dünyanın gözünün üzerinde olduğu bir lider, uzman doktorların gözetimi altında olmasına rağmen bir gün içinde zatürree olmuştur.

16 Temmuz’da Fransız Prof.Dr.Fissenger, Savarona’da muayene etmiş ve durumunu çok daha ağırlaşmış bulmuştur. Türk doktorlarının karnındaki suyun artma olasılığına karşı dikkatlerini çekmiştir. İlaçları mutlaka kullanmaya devam etmeli, su birikmesi devam ederse kesinlikle su alınmalı.” diyerek tedavi yöntemine devam edilmesini istemiştir. Falih Rıfkı Atay; “Atatürk, rahatsızlığını kimseye hissettirmemeye çalışmış ve öleceğini anlamışa benziyordu. Atatürk’ün ölüm felsefesi sade idi; Ölümü istemek bir cesaret değildir ama ölümden korkmak ahmaklıktır.” Sözü ile cesaretini belirtmiştir. 24 Temmuz’a kadar Savarona'da kalan Atatürk'ün hastalığı ağırlaşınca doktorları karaya çıkarılmasına karar vermiş ve Dolmabahçe Sarayı'na nakledilmiştir. Viyana Tıp Fakültesinden Prof.Dr.Hans Eppinger, 31 Temmuz Pazar günü Dolmabahçe Sarayı'nın 71 numaralı odasında muayene ettiği hastanın samimi kişiliğiyle bilenen, dünya asker ve siyasi tarihine damga vuran cesur bir asker, dahi bir politikacı ve dünyanın tanıdığı bir devrimci olduğunu biliyordu. Avusturyalı Yahudi ailenin bir çocuğu ve uzmanlık alanı karaciğer rahatsızlığı olan Prof.Dr.Eppinger, bu kez karaciğer sirozu teşhis koyacağı ve kendi yöntemlerini uygulayacağı hastası Türkiye'nin lideri ve dünya politika tarihine yön veren Atatürk’tür. Doktorlar akşam saatlerinde bir araya gelmişler, hastalığını konuşmuşlar ve verdiği diyet; “Çiğ meyve kürü ve bol bol karpuz kavun yedirilmeli.” Olmuştur. Uygulanacak tedavi yöntemini ve kullanılması gerek ilaç olarak; “Karnındaki asidin boşaltılması için hastanın bedenine idrar söktürücü mahiyette olan “Salyrgan” ilacının enjekte edilmesi gerekir” demiştir. Doktorlar şaşırmıştı, çünkü ilacı ilk kez deneyeceklerdir.

Berlin Dâhiliye kliniği direktörü iç hastalıkları uzmanı Prof.Dr.Von Bergmann, yaptığı muayene sonucu teşhisi; “Hasta sirozdur.” tanısını koymuştur. O da aynı kür ve ilacı uygun görmüş; “Bolca kavun, karpuz, çiğ meyve kürü ve Salyrgan.” Doktorlar o günkü raporda “siroz” teşhisini, ilk kez hep birlikte koymuş ve son cümle bir tarihin göçtüğünün ilk kanıtı olmuştur. “Durum ciddi ve vahimdir.” Prof.Dr. Eppinger ve Prof.Dr. Bergman’ın teşhisi; “Dalak ve bağırsaklardan gelen kanı, karaciğere taşıyan büyük toplardamarın pıhtı ile tıkanması” Teşhislerini, rapor ettiler; “Atatürk'te bir siroz vardır. Asit yapmış, biraz hafif şiddette sarılık oluşmuştur.”  Doktorlar, Asım Arar ile birlikte Atatürk ile görüşmüşler, diyet vermişlerdir. Prof.Dr. Eppinger ve Prof.Dr.Bergman, 6 Ağustos 1938’de akşam 17.00’de Atatürk’ü son kez muayene etmişler, Salyrgan ilacının yapılmasını kararlaştırmışlardır. 57 yaşında gelmiş ve bu yaşına kadar en son Türk Devleti’ni kurmayı başarmış, dünya lideri sanılan İngilizleri mağlup etmiştir. Sadece Türkiye’de değil, sömürgeci devletler karşısında direnen İslam Alemi’ne örnek olmuştur. II.Dünya Savaşı yaklaşıyordu ve Atatürk dünyanın en stratejik noktasında bulunan Türkiye’nin lideriydi. Türkiye her geçen gün hızla güçleniyordu, tüm dünya liderlerinin gözü kulağı Atatürk’ün sağlık durumundadır. Özellikle İngilizlerin dikkatleri Türkiye’nin Arabistan Yarımadası’na açılan güneyinde ve Ortadoğu’daki kutsal topraklarda kurulacak Yahudi Devleti’ndedir.

Prof.Dr.Noel Fissenger, Atatürk’ün Eylül ayına doğru iyileşebileceğini; “Cumhurbaşkanı bize anlaşılan kötü şaka yapıyor, demir gibi bünyesiyle şaka yapabiliyor, daha zayıf kimseler olsaydı göçüp giderlerdi” demiştir. Profesörler Neşet Ömer İrdelp, Akil Muhtar Özden, Nihat Reşat Belger, Mim Kemal Öke, Abravaya Marmaralı, Dr.Mehmet Kamil Berk’den Türk doktorları Dolmabahçe Sarayı’nda yatıp kalkıyorlar ve Saray da bir matem havası oluşmuştur. Türk doktorları yaptıkları muayene konsültasyonlar sonucunda karın boşluğundan su alınmasına karar vermişlerdir. Atatürk, su alınmasını kabul etmiş, ama riskli olduğunu anlayınca hastalığının ciddiyetini kavrayarak 5 Eylül 1938'de Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ı çağırıp; “Bu yolda konuşmak, benim için de, senin içinde ağır bir şey, ama başka çaremiz yoktur. Konuşmaya mecburuz çocuk.  Hani seninle ara sıra bir işimizden bahsederdik, hatta bunun için bir de hususi kanun çıkarılmıştı. Şu vasiyetname meselesi. Bugün yarın o işi bitirmeliyiz. Ne olur ne olmaz. İhtiyatlı olalım. Mal olarak nemiz varsa derhal bir listesini yap, bana getir.” Vasiyetinde; servetinin büyük bir kısmını Halk Fıkrasına, çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını Ankara ve Bursa Belediyesine bağışlamıştır. Mirasından kız kardeşi Makbule’nin aylık giderlerinin karşılanmasını ve Çankaya’dan ev alınmasını, 5 manevi kız evlatlarının aylık giderlerini karşılanmasına ve Sabiha Gökçen’e ev alınmasını, İsmet İnönü’nün çocuklarının eğitimlerinin aylık giderlerinin karşılanmasını sağlayacak gerekli tutar ayrıldıktan sonra geriye kalan miktarı Türk Dil ve Tarih Kurumlarına bağışlamıştır.

Atatürk, Hasan Rıza Soyak'a siyasi mirasını; “Elbette bunda söz ve intihap hakkı sadece milletin ve onun mümessili olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nindir. Yalnız ben bu meseledeki mütalaamı ifade edeceğim. Önce akla İsmet Paşa gelir. Evet! O, memlekete büyük hizmetler ifa etmiştir. Fakat nedense umumun sempatisini kazanamadığı görülüyor. Bu yüzden durumu pek de cazip olmasa gerek. Bir de Mareşal Fevzi Çakmak var. O, hem memlekete büyük hizmetler vermiş hem de herkesle iyi geçinmiş, salahiyet sahiplerinin mütalaalarına daima kıymet vermiştir. Kimse ile münazaa halinde değildir. Bu itibarla bence devlet başkanlığı için en münasip arkadaş odur. Filhakika kendisi ordu işleriyle uğraşmaktan çok hazzeder, belki ordudan ayrılmak istemez. Ama Cumhurreisliğinde, aynı zamanda başkomutanlık mevkiinde de olacağı için bu meşguliyetine devam imkânı daima mevcut demektir. Binaenaleyh, kanuni bir yol bulup kendisi namzet gösterilir ve seçilirse çok iyi olur zannederim.” şeklinde yazdırmıştır.

Atatürk’ün hastalığının karınca ısırması olduğunu bile iddia eden doktorlar olmuştur. Yaşamını bilime adamış, parazitoloji ve mikrobiyoloji alanında makaleler, kitaplar yazmış olan Prof.Dr.Gülendame Saygı; Atatürk’ün idrar yolları rahatsızlığına ve siroza sebep olan “Şistozoma” türü parazitleri, Ortadoğu’daki sıcak topraklarında görev yaptığı sırada, büyük olasılıkla da Kahire’de kapmış olabileceğini düşünmüştür. Onun kimi zaman at sırtında, hatta bazen yaya olarak yaptığı uzun yolculukların birinde, örneğin Kahire’ye giderken yıkandığı sudan, o coğrafyada çok yaygın olan parazitlerin bulaşmış olduğuna inandığını belirtmiştir. Hastalığının sebebinin alkol olmadığını şöyle ifade etmiştir: “Sirozunun nedeni alkol değil, işte bu parazitlerdi.” 

6 Eylül 1938 Salı günü Prof.Fissenger, dördüncü kez İstanbul’a gelmiş, Atatürk muayene etmesini istemese de hükümet muayene edilmesine karar vermiştir.  Muayene etti ve doktorlara; “Aziz hastamı daha iyi bulacağımı tahmin ederek çok neşeli gelmiştim.” Demiştir. Istırabı dayanılmaz hale gelmiş, toplanan suyun derhal alınmasını istemiştir. O güne kadar su alınmasını mümkün olduğunca geciktirmeye çalışan doktorları sonunda boyun eğmişlerdir. Karnından su alma işlemi Çarşamba günü Dr.Mim Kemal Öke tarafından yapılmış, Dr.Fissenger ve Dr. Neşet Ömer İrdelp’de operasyon sırasında nezaret etmişlerdir. Karnından 12 kilo su çekilmesi ile rahatlamış ve günlerdir ilk kez derin bir oh çekmiştir. Atatürk, Salih Bozok’a; “Su alındıktan sonra epeyce rahat ettim. Doktorlar almak istemiyorlardı. Fakat ben dayanamadım, suyu aldırdım.” Demiştir. Salih Bozok, gece gördüğü rüyayı anlatmış, Atatürk rüyanın sonu gelmeden gülmeye başlamış, bu onun son gülüşü olmuştur. O günden sonra tebessüm ettiğini bile görmek kısmet olmamıştır.

19 Eylül 1938’de, Prof.Dr. Nihat Reşat Belger ve Prof.Dr.Neşat Ömer İrdelp’in müşterek raporlarında; “Genel durum çok yorgun ve takatsizdir. Asit toplanması, ilerleyici bir şekilde devam etmektedir. Miktarı da karın içinden sıvı alma işlemi ile alınan miktara yaklaşmıştır. Bundan dolayı evvelce söz konusu olan Ankara ya dönüş meselesinin gerçekleşmesi daha uygun vaziyet ve şartlara ertelenmesi gerekli görülmüştür.” Atatürk’ün çok yorgun ve halsiz olduğu, kanında asidin toplanmasının devam ettiği ve ilk ponksiyondan önceki seviyeye geldiği belirtilmiştir. 21 Eylül’de karnından ikinci kez sıvı alınmasına karar verilmiş, Prof.Dr.Süreyya Hidayet Serter’de saraya gelerek doktor heyetine katılmıştır. Atatürk, Prof.Dr.Serter’e; “Sizden bir asker hekim ciddiyeti ile öğrenmek isterim: Sirozun başlangıçta teşhisi halinde tedavisi garanti edilebilir mi?” sorusuna Serter, durumunun ciddiyetini açık ve net biçimde anlatmıştır. Prof.Dr.Mim Kemal Öke lokal anestezi ile karnındaki sıvı boşaltılınca derin bir oh çekmiştir.

Atatürk'ün hastalığı her geçen gün kötüye giderken, Salih Bozok’a; “Çok dermansızım Salih, büsbütün başka bir adam oldum. Su ellerimin haline bak. Hiç hafızam kalmadı. Değiştim Salih. Artık o eski adam değilim.” Sözleri ile kendisi de ümidini kaybettiğini ve sona doğru geldiğini anlamıştır. 1 Ekim 1938’de gözünü açtığında Afet İnan’ı gördü; “Ölüm demek böyle olacak kızım. Gidelim Afet. Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda. Hele ben bir iyi olayım da.” Hastalığının ciddiyetine rağmen yaşama umudunu hala devam etmektedir.  5 Ekim Çarşamba günü yaveri İsmet İnönü’nün gönderdiği mektubu verdi; “Sevgili Atatürk! Celal Bayar bana sizin selamınızı getirdi. Çok sevindim. Sizin bir an evvel sağlığınıza kavuşmanız yegâne ve samimi dileğimdir. İki mübarek ellerinizden, sevgili ve can verici yüzünüzden, doymadan binlerce öperim, sevgili Atatürk, büyük Atatürk, velinimetim Atatürk.” bağlılığını ve sevgisini belirtmiştir.

Hastalığı her geçen gün daha da ilerlemiş, üst üste karnında su toplanması meydana gelmiş ve 13 Ekim’de karnından su alınmıştır. 16 Ekim’de durumu ağırlaşmış, Dışişleri Bakanı Dr.Tevfik Rüştü Aras bir konsültasyon yapılmasını önermiş ve doktorlar acil olarak saraya çağrılmıştır. 17 Ekim 1938 sabah Başbakan Celal Bayar’da soluğu sarayda almıştır. Gözlerini kapamış ve düzensiz nefes almaya başlamış ile herkes gözler dolu dolu Atatürk’ün başında gelişmeleri izlemiştir. Durumu ciddi, dili kuru, kırmızı, karnındaki asit çoğalmış ve karın damarları genişlemiştir. Hastalığı nedeni ile ilk defa 17 Ekim 1938’de komaya girmiş ve bu koma 18 Ekim’de devam etmiştir. Artık bütün ülke ayakta, Başbakan ve bütün bakanlar, Mareşal Fevzi Çakmak, Dolmabahçe Sarayı’nda toplanmışlardır. 20 Ekim’de yavaş yavaş komadan çıkmış, nispeten bir iyileşme gözükmüş, her zaman olduğu gibi savaşarak direnmiştir. Girdiği koma hali 4 gün 4 gece sürmüştür Komayı takip eden süreçte bir süre Savarona yatında kalmış, daha sonra Dolmabahçe Sarayı’na kaldırılmıştır.

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları için Ankara’ya gidebileceğini söylemiş, şeref tribünündeki yerine çıkabilmesi için bir asansör yapılması emri verilmiştir. Atatürk’ün tek isteği ve bütün arzusu, 29 Ekim’de Cumhuriyet Bayram törenlerine Ankara’ya gitmek ve Cumhuriyetin 15’inci yıldönümü törenlerinde bulunmak, ordusu ve milleti ile son defa görüşmek olmuştur. “Bunları ayağıma çekerim, yakama da bir eşarp sararım. Ankara’ya gidelim Ne olacaksam orada olayım. Ankara da yapılacak önemli işler var.” Ancak tren sarsıntısı çok tehlikeli olacağı için gitmemesi güçlükle ikna edilmiştir. Ne yazık ki, bu isteği gerçekleşememiştir. Sağlığı tekrar kötüleşip, Ankara’ya gitmekten ümidini kesince; “Bu zayıf halimle Ankara’ya gitmekte bir fayda görmüyorum. Gidersem hiç olmazsa kimsenin yardımı olmadan hiç olmazsa otomobile kadar yürüyebilmeli, arkadaşlarımla selamlaşabilmeliyim, bunu yapamayacak olduktan sonra değmez. Ankara’ya gitmeyeceğim”. Silah ve dava arkadaşları, vatansever milletiyle birlikte; dişleri, tırnakları kazma kürekleriyle kurduğu evladı Cumhuriyet 15. yaşına girmiş, ancak durumu buna izin vermemiş, bir daha çok sevdiği Ankara’sını görememiştir. Türk milletine ve Orduya mesaj yayınlamak istemiş ve Celal Bayar’a; “Büyük komutaya, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan böyle de, bütün işlerinizde başarılar dilerim. Arkadaşlarıma benim selam ve muhabbetlerimi söylemeyi unutma.” 29 Ekim 1938’de Türk Ordusu’na yayımladığı mesajı, Başbakan Celâl Bayar okumuş; Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu, Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini, dâhilî ve haricî her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an yapmaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır”.Türk Ordusu'nun önemini ve ona olan güvenini belirtmiştir.

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı gecesi, Ata’sını yalnız bırakmayan, vapurla Dolmabahçe Sarayı’nın rıhtımına yaklaşan Kuleli Askerî Lisesi öğrencileri, askeri bandonun çaldığı marşlar eşliğinde hep bir ağızdan, “Dağ başını duman almış, Gümüş dere durmaz akar” söyleyerek geçerken, “Atatürk’ü, Atamızı görmek istiyoruz”. sesleri göklere yükselmiştir. İstiklal Marşı ve 10. Yıl Marşı’nı söylemişler, hepsinin başı ve gözleri pencerelerde, bütün kalpler Atatürk için çarpmıştır. Genç öğrencilerin sesleri sarayın duvarında yankılanmıştır. Atatürk, koluna girilerek yatağından kaldırılıp, pencere kenarında oturtturarak öğrencileri selamlamış ve mırıldanarak kendilerine eşlik etmiştir. “Bu bayramlar ve yarınlar sizindir, güle güle” demiş ve bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlayarak gözyaşları ile ölüm döşeğine dönmüştür.  Türk gençliği, Ata’sı ile vedalaşmış ve helalleşmiştir. Çünkü bu onlarla son karşılaşması olmuştur.

Atatürk, 1 Kasım 1938’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış töreninde de bulunamamıştır. Hazırladığı açılış nutkunu Başbakan Celâl Bayar okumuş, nutkunda ülkenin imarı, sağlık hizmetleri ve ekonomi konularındaki faaliyetlerini anlatmıştır. Eğitim ve kültür konularındaki düşüncelerini açıklamış, gençliğin millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetişmesi için İstanbul Üniversitesi’nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi’nin tamamlanması ve Van Gölü civarında bir üniversitenin kurulması için çalışmaların yapıldığını belirtmiştir. Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının çalışmalarından ve Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Beden Terbiyesi Kanunu’nun uygulamaya konulmasından duyduğu memnuniyeti belirtmiştir. Ölümüne kadar ülkenin sorunlarından hiç uzak kalmamıştır.

7 Kasım 1938 Pazartesi günü, hastalığındaki sıkıntılar çok artmış ve tükürüğündeki kan dikkat çekmiştir. Bunun üzerinde doktorlar, saat 10.30’da yanına gelmiş, karnındaki toplanan sudan o kadar rahatsız olmuş ki, kesinlikle alınmasını istemiştir. Prof.Dr.Nihat Reşat Belger’e; “Doktor, karnımdaki bu suyu çekme zamanı geldi. Çünkü bu mayi benim nefesime dokunuyor. Soluk almamı güçleştiriyor. Bunu çekip alın.” Prof.Belger; “Emr-i devletinizi yarın ifa ederiz. Çünkü malum-u devletiniz üzere su çekilmeden önce kalbi takviye edecek tedbirler almak zarureti vardır.” Atatürk; “Emrediyorum. Bugün bunu çekin. Ben mustaribim, hemen suyu alın.” Dr. Mehmet Kemal Berk saat 12.20’de karnından 6 litre su almıştır. Prof.Dr.Neşet Ömer İrdelp, Atatürk’ün hastalığı ile ilgili; “Karaciğer artık vazifesini yapamıyor. Vücuttaki yağlar tamamen eridi. Şimdi de etleri erimektedir. Vaziyet mühim ve ümitsizdir.” artık sona doğru yaklaşılmıştır.

8 Kasım 1938’de ikinci ve son kez ağır komaya girmiş, bilinci büyük ölçüde kaybolmuştur. Söylenenleri duyamaz hale gelmiş, dilini tamamen içine çekmiştir. Başını biraz sağa çevirerek, göz kapaklarının arasında sıkışıp kalan gök mavisi gözleriyle Prof.Dr.Neşet Ömer İrdelp’e dikkatlice bakmış ve saat 18.35’de son sözünü “Aleykümesselam” söylemiştir. 9 Kasım 1938 Çarşamba günü Atatürk’ün son komasına girmesi üzerine Cumhurbaşkanı Genel Sekreterliği, saat 10.00, 20.00 ve 24.00’te yayımladığı tebliğlerde durumun kötüye gittiğini beyan etmiştir. Saat 24.00’de resmi tebliğde; “Saat 20.00’den itibaren dalgınlık artmıştır. Umumi ahval vahamete doğru seyretmektedir.”

Dünyanın en demokrat, en samimi, en barışçı lideri fani dünyaya yolculuğa hazırlanıyordu. Artık kimsenin elinden bir şey gelmiyordu. Doktor Asım Arar, evine giderken gözyaşları içerisinde; “Onun gibi azimkâr, hareketli, kahraman bir asker için yatağa bağlı kalarak derin bir itaat etme ne kadar tatsız bir şey. Yalnız Türklüğün değil, bütün insanlığın iftiharına, gururuna layık olan bu büyük adam, sevgili Atatürk, bilenler ve hadiseye vakıf olanlar nazarında mezarın eşiğine gelmiş, zavallı bir hastadan bir hastadan başka bir şey değil.” Atatürk evlatlarından, ulusundan ayrılmaya hazırlanıyordu. Atatürk, bir defa 3 gün süren komaya girmiş, bundan kurtulmuş ve doktoru; “Size edebi bir şey söylemiyorum, yirminci asır tıbbının kudretini bilen bir insan olarak söylüyorum, ölüm ondan korktu” demesine rağmen son komadan uyanamamıştır. Atatürk’ün ağır hastalığı, Mart 1938’den 10 Kasım’a sekiz ay sürmüştür. 21’nci asrın en büyük lideri, milli kahramanı, bir büyük deha, milletinin ve insanlığın elinden gitmeye başlamıştır. Bu hastalık dönemine “Hatay Meselesi” ona büyük acı ve ıstırap vermiştir.

10 Kasım 1938 sabahı saat 09.00, Dolmabahçe Sarayı’nın çevresi insan seli olmuş, herkes ağlıyor, sayesinde küllerinden yeniden doğan bir ulusun gözyaşları sel olmuş, Boğaz’ın sularına akmıştır. Hasan Rıza Soyak, Kılıç Ali’ye;Kılıç bak, koca bir tarih göçüyor.” Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, saat 09.05'te sert bir asker bakışı ile başucundaki hekime doğru dönmüş, gözlerini açmış, o güzel mavi gözleri son olarak başında bekleyen kız kardeşi Makbule, manevi kızları Afet İnan ve Sabiha Gökçe, Hasan Rıza Soyak, Kılıç Ali, Salih Bozok ve Muhafız Bölük Komutanı İsmail Hakkı Tekçe’ye yönelterek son nefesini vermiştir. Dolmabahçe Sarayı'nda dünyayı etkileyen, büyüleyen gözler artık sonsuza kadar kapanmıştır. Dr.Mim Kemal Öke, Atatürk’ün cansız bedenine yaklaşmış ve açıkgözlerini kapatmış ve Dr.Mehmet Kamil Berk’de Gazi Mustafa Kemal (G.M.K) markalı beyaz ipek mendille çenesini bağlamıştır.

Atatürk’ün vefatından birkaç dakika sonra odaya giren Salih Bozok, onun cansız bedenini görünce dışarı çıkmış ve tabanca ile kendini göğsünden vurmuştur. Kurşun kalbini sıyırıp geçmiş ve 1941’de yaşamını yitirmiştir. Atatürk’ün hastalığının tedavisi için görevlendirilen ve vefatında yanında bulunan Türk müdavim tabip; Prof.Dr.Neşet Ömer İrdelp, Prof.Dr.Mim Kemal Öke ve Prof.Dr.Nihat Reşat Belger, Prof.Dr.Akil Muhtar Özden, Prof.Dr.Mustafa Hayrullah Diker, Prof.Dr.Süreyya Hidayet Serter, Prof.Dr.Mehmet Kamil Berk, Prof.Dr.Abravaya Marmaralı, Dr.Asım İsmail Arar ve Dr.Hulusi Alataş’dan oluşan ekip ölüm raporu düzenlemiştir. Raporda; “Reisicumhur Atatürk’ün umumî hâllerindeki vahamet dün gece saat 24’te neşredilen tebliğden sonra her an artarak bugün, 10 Kasım 1938 Perşembe sabahı saat dokuzu beş geçe Büyük Şefimiz derin koma içinde terk-i hayat etmişlerdir.” Yazılarak Türk halkına ölümü ilan etmiştir. Vefata ilişkin hükümet bildirisi radyoda; “Ebedi Türk milleti, onun eserlerini ebediyete kadar yaşatacaktır. Türk gençliği, onun kıymetli emaneti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni daima koruyacak ve onun izinde yürüyecektir. Kemal Atatürk, Türk’ün tarihinde ve gönlünde daima yaşayacaktır.” bildirisi okunmuştur. Acı haber duyulur duyulmaz, resmi dairelerdeki bayraklar yarıya indirilmiş, daireler ve okullar resmî tatil ilan edilmiştir. Kütüphanecisi Nuri Ulusu, gözyaşları içinde Dolmabahçe Sarayı’ndaki Cumhurbaşkanlığı Sancağını yarıya indirirken, tüm yurtta, sarı saçlı mavi gözle dünya liderinin sevenlerinin yüreklerine kor ateşten mızrak saplanmıştır.

10 Kasım’da; “Türk vatanı büyük yapıcısını, Türk Milleti Ulu Şefini, insanlık büyük evladını kaybetti” hükümet bildirisi ile Türk milleti, kendisine yirmi yıla yakın rehberlik etmiş büyük liderinin vefatını öğrenmiştir. 10 Kasım’da “Kurun” gazetesi; Atatürk’ün cenazesinin İstanbul’da 3 gün boyunca halk tarafından ziyarete edileceğini, sonrasında cenazenin Ankara’ya nakledileceğini, Ankara’daki törenin 10 güne kadar süre yapılacağını yazmıştır. Ayrıca gazete, Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Numan Menemencioğlu başkanlığında biri protokol işlerini yapmak üzere iki komisyonun kurulduğunu belirtmiştir. 11 Kasım’da naaşı, İstanbul Üniversitesi İslam Tetikleri Enstitüsü Başkanı Ord.Prof.Dr.Şerafettin Yaltkaya’nın nezaretinde, özel hafızı Yaşar Okur tarafından yıkanmıştır. 12 Kasım’da bedenini Prof.Dr.Mustafa Hayrullah Diker ve Prof.Dr.Süreyya Hidayet Serter’in nezaretinde Gülhane Tıp Akademisi Patoloji Kürsüsü’nden Prof.Dr.Lütfi Aksu tarafından tahnit edildikten sonra tabutuna Türk Bayrağı örtülerek Dolmabahçe Sarayı’nın kapıları halka açılmış ve 7 gün boyunca insanlar katafalkın önünden akıp geçmiştir. Tahnit işlemi için düzenlenen raporda; tahnit için iç organları çıkarılmamış, vücut bütünlüğü bozulmamış, cesede hiç dokunulmadan damarlara formal solüsyonu ve asit fenik maddeleri enjekte edilerek yapıldığı belirtilmiştir. Tahnitten işlemi bittikten sonra vücut gazlı bezlerle sarıldıktan sonra kefenlenmiştir.

13 Kasım 1938’de Bakanlar Kurulu, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün evinde toplanmış ve cenaze ile ilgili karar almıştır. Kararda; “Atatürk’ün cenazesinin kendisine layık bir Anıtkabir yapılıncaya kadar Etnografya Müzesi’nde kalması.” belirtilmiştir. Taksim Meydanı’nda düzenlenen mitingdeki konuşmalarda, Atatürk’ü kaybetmenin verdiği üzüntü dile getirilmiş, on binlerce halk kendilerine bıraktığı Türk devrimleri ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kanları pahasına koruyacaklarına dair ant içmişlerdir. Taksim Cumhuriyet Anıtı’na konan çelenkte; “İstanbul Atatürk Üniversitesi: Dünya ağlasın, yarattığı tarihe adımız böyle yazılsın.” Diye yazılmıştır. 13 Kasım 1938 günü Hükümet, Atatürk’ün cenaze töreni için yapılacak harcama hakkında kanun tasarısını Türkiye Büyük Millet Meclisi ne sunulmuştur. Mecliste Atatürk’ün doktoru Samoel Abravaya Marmaralı; “Atatürk’ün büyüklüğü, Atatürk ün dehası, Atatürk’ün eseri hakkında neler söylendi, neler yazıldı. Radyoda neler dinledik. Bunlara ilave edecek söz bulmak şimdilik benim için kabil değildir. Gözümün önünde hazin ve elim tabloyu gördüğüm zaman elini, ayağını seve seve öptüm. Fakat bu dakikada o arzu yine bende uyandı ve huzurunuzda, huzurunuz diyorum. Çünkü huzurunuz demek doğrudan doğruya Atatürk’ün huzuru manevisi demektir, eğilmek ve milyonlarca defa elini, ayağını öpmek için buraya geldim. Sağ olsun Türk milleti.” Sözleriyle duygularını anlatmıştır.

16 Kasım’da, başında silâh arkadaşlarının nöbet tuttuğu mukaddes naaşı özel bir katafalk üstüne ve Dolmabahçe Sarayı’nın büyük kabul salonuna konmuş ve saat 10.00’da ziyarete açılmıştır. Türk halkı, 3 gün 3 gece önünden gözyaşları ile geçen bir insan seli, ulu önderine karşı duyduğu saygı, minnet ve bağlılığını ifade etmiştir. Cumhuriyet gazetesi, ilk gün ziyaret eden sayısının 150.000 kişi olarak açıklamıştır. Yaşanan izdihamdan dolayı 11 kişi ezilerek ölmüş, 40’tan fazla kişi yaralanmıştır. O dönemde İstanbul’un nüfusu 940 bin iken, cenaze törenine toplam 600 bin kişi katılmıştır.

18 Kasım’da “Ulus” gazetesinde Cemal Kutay; “Bütün millet, kendisine haysiyet, hürriyet, istiklal, güzel şeyler armağan etmiş şefkatli bir babadan öksüz kaldığında nasıl gözyaşı döker? İşte öyle gözyaşı döküyordu. Şahit olmayanlara, bu asrın hadisesini, bu vefa ve minnet selini, yazı, söz, fotoğraf, beste, tabloyla anlatmak mümkün değildir. Zerrece protokol yoktu. Merasim gibi hiçbir fani hissin izi yoktu. Vakar içinde tavaf eden millet vardı. Kadınlar çoğunluktaydı.”  Atatürk’ün naaşının Ankara’ya nakil işlemi için 19 Kasım saat 08.10’da seçkin İslam bilgini ve ilahiyatçısı Ord.Prof.Dr.Şerafettin Yaltkaya tarafından Müslüman usulünce vücudu yıkanmıştır. Cenaze namazı Diyanet İşleri Başkanı Milli Mücadele kahramanı Mehmet Rıfat Börekçi ve bilahare Diyanet İşleri Başkanı olan Ord.Prof.Dr.Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırılmıştır. Saat 08.21de büyük bir törenle 12 general omzunda katafalkı top arabasına taşınmış ve üç çift siyah kadanaya konmuştur. Artık İstanbul’dan ebediyen ayrılmış, çok sevdiği Ankara’sına doğru yola çıkarılmıştır. Cenaze korteji saat 08.59’da hareket etmiş, tramvay yolunu takip ederek Gülhane Parkı içinden 12.26’da Sarayburnu’na gelinmiştir. Rıhtımdaki Zafer muhribine taşınmış ve Donanmamız ve törene katılmak için gelmiş olan yabancı gemilerin eşlik ettiği Haydarpaşa önünde demirli Yavuz Zırhlısına nakledilmiştir. Seyir esnasında birer dakika ara ile matem topu atılmış, Hamidiye kruvazörü, Zafer ve Tınaztepe muhripleri, Dumlupınar ve Gür denizaltısı, Doğan ve Martı hücumbotları eşlik etmiştir. Türk donanması, tarihinin en hüzünlü görevini yerine getirmiştir. Donanma İzmit’e hareket etmiş, Mayın İskelesi’ne yanaşmış ve saat 20.30’da özel trenle Ankara’ya gönderilmiştir. Ankara’ya giderken tren istasyonlarda yavaşlatılmış ve halkın son sevgi ve saygılarını sunmalarına olanak verilmiştir. Geçtiği her kentte her ilçede gözyaşları sel olmuştur.

Gazeteci Zekeriya Sertel; Cenazenin kaldırılacağı gün, bütün şehir halkı erkenden sokaklara dökülmüştü. Dolmabahçe’den Sultanahmet’e giden yol daha sabahtan Atatürk’e son saygı ödevini yapmak isteyen insanlarla dolmuştu. Eşimle ben cenaze alayını daha iyi görebilmek için Yeni Cami minarelerinden birinin birinci şerefesine çıkmıştık. Karaköy’e kadar her yer insanla doluydu. Nihayet köprünün Karaköy ucundan cenaze alayı göründü. En önde elinde siyah şapkasıyla başı açık yürüyen Celal Bayar, arkasından top arabasında Atatürk’ün tabutu. Arkasından tekbir sesleri, matem havası çalan askeri muzika. Ve sonra gençler, öğrenciler ve bir karabulut yığını halk yığınları. Aşağıdan ilahi sesleri ve hıçkırıklar yükseliyordu.” Sözleri ile anlatmıştır. Cenaze törenini Reşat Nuri Güntekin; “Top arabasını takip eden kesif gruplar arasındaki yedişer sekizer metrelik muntazam boşluklardan birinin ortasında bir aralık tek bir insan görüldü. Üzerinde herhalde resmi kıyafet, frak ve silindir bulunması lazımdı. O Cihangir ve Fındıklı tepelerinden inen dizi dizi sokakları doldurmuş kalabalıkların içinden, dalgınlıkla bu boşluğa yürüyüvermiş rastgele bir insana benziyordu. Gözlüklerinin içi yaşla dolmuştu. Vücudu hafifçe öne eğilmiş, çehresi yorgun yavaş yavaş ağlayarak yürüyordu. Bu Başvekilimiz Celal Bayar’dı.” Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, aziz Atatürk, 16 Mayıs 1919’da yalnız ve uğurlayanı olmadan ayrıldığı Dolmabahçe Sarayı’ndan bu defa, gözü yaşlı milyonların sevgi seli ile Ankara’ya uğurlanmıştır.

20 Kasım 1938’de saat 10.00’da naaşı Ankara garında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, TBMM Başkanı Abdülhalik Renda, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, bakanlar, milletvekilleri, ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından törenle karşılanmıştır. Başbakan Celal Bayar, tabutun arkasındaki vagonda Hasan Rıza Soyak ve bazı eski arkadaşları ile beraber gelmiştir. Millî Mücadelenin başında karargâh olarak kullanılan direksiyon binası, bu defa ebedi uğurlamaya ev sahipliği yapmıştır. Naaşı, TBMM önünde halkın ziyareti için hazırlanan katafalka konmuştur. Komutanlar ve silâh arkadaşları tarafından tutulan saygı nöbeti, 20 Kasım 1938 saat 10.30’da başlamış, 21 Kasım 1938’de törenin başlayacağı 09.00 saatine kadar devam etmiştir. 21 Kasım’da, Atatürk ün tabutu 09.42’de, 12 milletvekili tarafından katafalktan alınarak top arabasına yerleştirilmiştir. Saat 10.07’de, sivil ve askerî yöneticiler ile yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulunduğu ve on binlerce insanın katıldığı büyük bir askeri tören yapılmıştır. 17 dünya devleti özel temsilcilerini göndermiş, diğer ülkeleri büyükelçileri temsil etmiş ve 9 ülkeden korteje askeri birlikler katılmıştır. Çanakkale'de ve diğer muharebelerde ona karşı savaşmış yabancı generaller törende bilhassa dikkati çekmiştir. İngiltere’yi Gelibolu Savaşı’nda ismi duyulan Feldmareşal Lord Birdwood, Fransa’yı İçişleri Bakanı Albert Sarruat, Nazi Almanya’sını ise Baron Von Neurath, İtalya’yı Baron Aloizi, Sovyetler Birliği’ni General Potemkin, Yugoslavya’yı Savunma Bakanı Nedic ve Yunanistan’ı Başbakan Metaksas temsil etmiştir. Hemen her milletin askeri kıtalarla cenaze törenine katılmaları, milletler topluluğunda, büyük kaybımızın ne kadar genel ve derin bir üzüntü yarattığının açık ve bariz göstergesi olmuştur.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü cenazede; “Eşsiz kahraman Atatürk; vatan sana minnettardır”. Sözleri ile Türk Milleti’nin ulusal kahramanına veda etmiştir. Atatürk'ün naaşı, kendisine layık bir anıt kabir inşa edilinceye kadar geçici istirahatgahı olan Ankara Etnografya Müzesi'nde hazırlanan kabre konmuştur. 31 Mart 1939’da kurşun galvanizli tabut, katafalkın altına açılan kabre indirilmiş, 15 yıl burada kalmıştır. Türk milleti, bu büyük insana lâyık Rasattepe'de Anıtkabir yaptırmış ve 10 Kasım 1953'te Etnografya Müzesinden alınan naaşı görkemli bir törenle Anıtkabir'e getirilmiştir. Şeref holünde tek parça mermerden yapılan mozolenin tam altında yer alan sekizgen odanın içinde hazırlanan mezarda, İslâmî kaidelere uygun olarak, dualarla ile yurdun her ilinden ve Kıbrıs’tan getirilmiş olan topraklar ile hazırlanan “vatan toprağı” büyük Ata’sını kucaklamıştır. Ebedî istirahatgahına defnedilmiş ve ölümsüz vücudu vatandaşlarına emanet edilmiştir. Atatürk’ün cenaze töreni, farklı kamplarda yer alan ülkeleri bir araya getiren bir zemin olmuştur. İsviçreli gazeteci Zürcher Zeitung, cenaze törenindeki tabloyu; “Atatürk’ün cenaze töreni, onun son zaferi oldu. Tabutunun önünde karşıtlarının hepsi sessiz kaldı. Türk ve Alman askerleri, tabutunun arkasında bir sırada yürüdüler; bir diğer sırada Stalin ve Hitler’in temsilcileri yan yanaydılar hem Valencia hem de General Franco çiçek yollamışlardı. Tabutun önünde Faşistler, Demokratlar ve Komünistler eğildiler.” şeklinde tasvir etmiştir.

Atatürk, büyük bir deha, yüksek idealler, büyük bir entelektüel kapasite ve ileri görüşlülük yanında, çok yüksek insanı özellikler taşımaktadır. 57 yıllık ömrünü, “Türk Milletine Adamış” bir yaşam sürdürmüştür. Prof.Dr.Nihat Reşat Belger, hastalık süresince gözlemlerini; “Milli kahraman ve eşsiz komutan Atatürk, uzun süren hastalığı süresince milletçe hayranı olduğumuz yüksek vasıflarından ve liderliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Hastalığının sonuna kadar sağlıklı günlerde olduğu daima keskin ve nafiz bakışlı, berrak ve akıcı ifadeli, çelik gibi dayanıklı, güçlü ve sağlam, benzeri olmayan ve seçkin bir yaradılış idi. Her gün fizik kuvvetinden biraz daha kaybettiği ve gittikçe zayıfladığı halde, dünya çapında şöhretli hastanın insan kütlelerini sevk ve idarede benzeri bulunmayan bir kabiliyete sahip yüce şahsiyeti hemen göz çarpmaktadır. Sayısız yüksek meziyetlere tutulmuş Atatürk’ü hastalık, fikren ve manen hiçbir şekilde sarsmamış ve değiştirmemiştir.” şeklinde ifade etmiştir. Hastalığını anlamasına rağmen ölümü hiç aklına getirmediğini ve ölmekten korkmadığını belirtmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk; Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir. İki Mustafa Kemal vardır. Biri ben, et ve kemik, fert olan, fani olan Mustafa Kemal. İkinci Mustafa Kemal onu “ben” kelimesi ile ifade edemem; o, ben değil, "Bizdir". Yani sizler, çalışan köylü, uyanık, münevver, milliyetperver vatandaşlar. İşte o Mustafa Kemal ölmez. O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni yaşam ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!” Önce asker olarak ulusuna önderlik etmek üzere Avrupa’nın “Hasta Adamını” yatağından kaldırıp ona yeni bir hayat ve canlılık veren parlak ve ilham verici bir lider olarak yükselmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve devrimlerin sahibi olan Atatürk, Olmasaydın Olmazdık. İsterse Geçinmek İçin Bir Dilim Kuru Ekmek Geçmesin Elimize, Dünya Düşse Peşimize, Yer Sarsılsa Yerinden, Ne Sen’den Geçeriz Ne Senin Eserinden. Adını Türk Tarihine Altın Harflerle Yazdıran Büyük Lider Fikirlerin ile Sonsuza Kadar Türk Milleti’nin Kalbinde Yaşayacaksın Ve Yaşatılacaksın.

Dr. Cengiz TATAR
Dr. Cengiz TATAR
Tüm Makaleler

  • 09.11.2022
  • Süre : 17 dk
  • 2402 kez okundu

Google Ads