Saltanatın Kaldırılması ve Cumhuriyetin İlan Edilmesi ile İlgili Anlatılmayan Gerçekler
Saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin ilan edilmesi, 1700’lerde başlayan ve adım adım rejim değişikliklerini de beraberinde getiren Osmanlı/Türk modernleşmesinin bir sonucu ve son aşamasıdır. Cumhuriyet uzun süredir birçok kişinin düşündüğü ve savunduğu bir rejimdir. O zamana kadar ilan edilmemiş olmasının tek sebebi, koşulların henüz uygun olmamasıdır.
Millî Mücadele sonrasında yapılan inkılaplar ve bu arada saltanatın kaldırılarak yerine cumhuriyetin kurulması hakkında birçok şey yazılıp çizilmiştir. Bunların bir kısmı inkılaplara karşı olanların bakış açısıyla bir kısmı da inkılaplara taraftar olanların bakış açısıyla yazılmıştır. Fakat hangi açıdan bakılırsa bakılsın bu yazıların çoğunda ortak bir nokta bulunmaktadır. Bu ortak nokta, yapılan inkılapların Atatürk tarafından kısa süre içinde düşünülerek verilen ani kararlarla birdenbire yapılmış gibi anlatılmasıdır.
Halbuki, Osmanlı’da modernleşme hareketi 1700’lere kadar geriye giden bir süreçtir. Önce Batı’dan getirilen uzmanlarla başlayan bu süreç, 3. Selim döneminde köklü bir reforma dönüşmüş fakat Yeniçeri isyanı sonucunda, yapılan reformlar rafa kaldırılmak zorunda kalınmıştır. Ama 2. Mahmut Yeniçeri Ocağı’nı kaldırıp devlete tamamen hâkim olunca, bu günkü devlet ve toplum yapısına gelmemizi sağlayacak ilk köklü reformları hızla ve art arda gerçekleştirmiştir.
Bununla birlikte, yapılan yenilikler askeri, hukuki, idari vb. alanlarla sınırlı olmuştur. Devletin rejimi ve siyasi teşkilatı ile ilgili gelişmeler daha sonra ortaya çıkmıştır. Bunda, Tanzimat ve Islahat Fermanlarının yarattığı yeni gelişmeler etkili olmuştur. Nitekim, bu dönemin bazı bürokratları mutlak monarşiden meşruti monarşiye geçmek için 1876 yılında bir darbe yapmış ve ilk anayasayı yürürlüğe koymayı başarmıştır.
Bu anayasa, kısa süre sonra 2. Abdülhamit tarafından askıya alınmış ve meclis kapatılarak meşruti monarşiye son verilmiştir. Bunun yerine yeniden mutlak monarşiye dayanan otoriter bir rejim tesis edilmiştir. Ancak bu durum, o zamana kadar daha sınırlı taleplerle saltanatın karşısına çıkan muhalefeti köklü bir değişime uğratmıştır. Artık muhalefet, sadece Abdülhamit’e değil mevcut rejime de radikal bir şekilde karşı olan unsurlar barındırmaya başlamıştır.
Nitekim 1908 ihtilalinden sonra, meşrutiyete yeniden geçilmekle kalınmamış, 1913 yılında anayasada yapılan değişikliklerle padişahın yetkileri tamamen kısıtlanarak yasama yetkisi meclise, yürütme yetkisi ise hükümete verilmiştir. Padişahlık, yetkileri sınırlı olan temsili bir makam haline gelmiştir.
Meşrutiyet döneminin yarattığı değişim, bununla da sınırlı kalmamıştır. Bu dönemde ortaya çıkan özgürlük ortamında birçok dergi ve gazete yayın hayatına başlamıştır. Bu gazete ve dergilerde, cumhuriyet rejimine geçilmesi de dahil Atatürk tarafından Millî Mücadele’den sonra yapılan inkılapların daha o dönemde yapılmasını savunan yazılar yazılmış ve karşıt görüşlerde olanlar arasında tartışmalar yapılmıştır.
Bu hususlarla ilgili tartışmalar, sadece basın ve yayın organlarında değil devlet kurumlarında çalışan kişiler ve değişik toplum kesimlerinden insanlar arasında da yaşanmıştır. Örneğin, orduda subayların kendi aralarında yaptığı konuşmalarda bazı kişiler cumhuriyet rejiminin ülke için en iyi rejim olduğunu açıkça ifade etmekten çekinmemişlerdir.
Bunlardan biri de Mustafa Kemal’dir. Atatürk’ün Harbiye yıllarından itibaren yakın arkadaşı olan Ali Fuat Cebesoy Paşa’nın hatıralarında da bahsettiği gibi Mustafa Kemal Paşa, daha yüzbaşı iken arkadaş ortamlarındaki sohbetlerde en iyi yönetim şeklinin cumhuriyet olduğunu savunmuştur.
Cumhuriyeti savunanlar Mustafa Kemal ile sınırlı değildir. Bu fikirde olan başkaları da vardır. Hatta Atatürk’ün yaverlerinden Şükrü Tezer’in anlattığına göre, Enver Paşa da cumhuriyet rejimine geçmeyi (en azından belli bir dönemde) düşünmüştür. Hatta düşünmekle kalmayıp bunun için değişik çevrelerde nabız yoklaması da yapmıştır.
Tezer’in söylediğine göre Mustafa Kemal Paşa, Suriye’de kurulacak 7. Ordu Komutanlığı’na atandığında görüşmeler yapmak için yaverleri ile birlikte İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’da bulunduğu bu dönemde bir gün resmi günlerden birinde bir toplantı yapılmış ve Mustafa Kemal Paşa, bu toplantıya yaverleri ile birlikte katılmıştır. Toplantıda Enver Paşa ve başka paşalar da bulunmaktadır.
Bir ara Harbiye Nezareti Levazımatı Umumiye Reisi İsmail Hakkı (Aksak) Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya baş başa konuşmak istediğini söylemiş, bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa ve İsmail Hakkı Paşa, yanlarına hiç kimseyi almadan Boğaziçi’ne doğru yürümeye başlamışlardır. İki saat kadar sonra Mustafa Kemal Paşa karargâha geri dönmüş ve yaverlerine neler konuştuklarını anlatmıştır.
‘Gezinti sırasında İsmail Hakkı Paşa, önce şuradan buradan konuşarak sohbeti başlatmış, sonra, o günlerde yaşanan olaylardan bahsetmiş ve mevcut durum hakkında bazı genel değerlendirmeler yaptıktan sonra da sözü saltanatın kaldırılmasına getirmiş.’
Zaten, bu gezintinin tertip edilmesindeki hikmetin ve İsmail Hakkı Paşa tarafından temas edilen hususların her hâlükârda olağanüstü bir sonuca varacağını tahmin eden Mustafa Kemal Paşa, sükunetle dinlediği Paşa’nın saltanatla ilgili sözlerinin mahiyetini tam olarak anlamak için ona şu soruyu sormuş:
“Peki paşam. İşin sonu ve idare şekli ne olacak?”
İsmail Hakkı Paşa, buna kısa ve net bir cevap vermek yerine önce bazı değerlendirmeler yapmış ve sonra konuyu cumhuriyet rejimine getirmiş.
Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa; “Peki ama, padişah indirildiği takdirde başa kim gelecek?” diye sormuş.
İsmail Hakkı Paşa şu cevabı vermiş:
“Sen, ben ve mesela Enver!”
Bu cevabı alan Mustafa Kemal Paşa, kendisi ile yapılan bu özel görüşmenin asıl maksadını anlamış.
Tezer’in anlattığına göre (ve elbette Mustafa Kemal Paşa’nın ona söylediğine göre); İsmail Hakkı Paşa Enver Paşa’nın sağ kolu konumunda olduğundan, bu konuyu açtıranın Enver Paşa olduğuna şüphe yoktur. Bu sebeple Tezer, Enver Paşa’nın cumhuriyet rejimine geçmek istediğini ve kendisine taraftar kazanmak için bu tür girişimlerde bulunduğunu düşünmektedir. Ona göre Enver Paşa’nın asıl amacı, cumhuriyet ilan ederek devletin başına tek başına geçmektir.
Mustafa Kemal Paşa da bu kanaate varmış olacak ki, İsmail Hakkı Paşa’ya şu cevabı vermiş:
“Paşam! Görüşünüzü izah ve gerekli mütalaada bulunmak suretiyle üzerinde durarak sonunu açıkladığınız durum, esas itibarıyla çok önemli bir memleket meselesi olmakla beraber bunun, kanaatimce günün birinde mutlaka tahakkuk edeceğine hiç şüpheniz olmaması lazımdır. Ancak, bugünkü ahval ve ağır şartlar, buna elverişli bulunmadığı cihetle bu işin bugün için henüz sırası gelmiş değildir ve genel duruma göre düşüncelerinizin yine bugün için tatbik kabiliyeti de yoktur.”
Dikkat edilirse Mustafa Kemal Paşa, cumhuriyete karşı olduğunu söylememiş, tam aksine bunun bir gün mutlaka gerçekleşecek kaçınılmaz son olduğunu ancak içinde bulunulan koşulların o anda bunun için uygun olmadığını söylemiştir.
Mustafa Kemal Paşa ile İsmail Hakkı Paşa arasında geçtiği ifade edilen bu konuşmadan, Osmanlı ordusunun en üst kademelerinde görev yapan paşaların bir kısmının daha o zamanlar cumhuriyet rejimine geçilmesi gerektiğine inandıkları ancak ne zaman geçileceği konusunda (muhtemelen kimin önderliğinde geçileceği ve devletin başına kimin geçeceği konusunda da) farklı düşündükleri anlaşılmaktadır.
Ancak, Mütareke Dönemi ve Millî Mücadele sırasında ortaya çıkan gelişmeler, bunun zamanının geldiğini gösteren koşulları oluşturmuştur. Bunu gören Atatürk, daha Anadolu’ya gelir gelmez, mücadele sonucunda elde edilecek hedefler arasına saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin ilanını da koymuştur.
Nitekim, Ceyhun Atıf Kansu’nun “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” adı altında yayınladığı hatıralarında da Millî Mücadele’nin daha ilk günlerinde Atatürk’ün kendisine mücadeleden sonra cumhuriyet rejimine geçileceğini söylediğinden bahsetmektedir. Zaten Amasya Tamimi ile Erzurum ve Sivas kongrelerinde alınan kararların içeriği dikkatle incelendiğinde de gidilen yönün cumhuriyet olduğu anlaşılmaktadır.
Hatta, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin yapılış tarzı ve kongrelerden sonra bir “Temsil Heyeti (Heyet-i Temsiliye)” seçilmesi, ondan sonra da işlerin heyet başkanı olan Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde Heyet-i Temsiliye tarafından yürütülmesinin, öncül bir cumhuriyet idaresi örneği olduğu bile söylenebilir. Bu sistem, 23 Nisan 1920’de TBMM açıldıktan sonra da gelişerek devam etmiştir.
Meclis başkanı olan Mustafa Kemal Paşa, adı konulmamış bir cumhurbaşkanı/devlet başkanı gibi Millî Mücadele’yi idare etmiştir. TBMM hükümetinin ve onun kontrolünde olan toprakların idaresinde Kurtuluş Savaşı süresince Padişahın herhangi bir yeri yoktur. Padişah, Anadolu’da fiilen ortaya çıkan yeni devletin siyasi sistemindeki bir makam değil, İstanbul’da işgalcilerle işbirliği içindeki bir rakip konumundadır. Yani padişahlık, resmi olarak kaldırılmadan çok önce fiili olarak devletin yönetim sisteminden kaldırılmıştır.
Bu sebeple, 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması, birçok kitapta bahsedildiği gibi Atatürk’ün bir akşam toplantısında “Yarın saltanatı kaldıracağız.” deyip ertesi gün bunu meclise onaylattığı ani ve sadece kendisinin karar verdiği bir olay değildir. 29 Ekim 1923’te ilan edilen cumhuriyet de Mustafa Kemal Paşa’nın bir önceki akşam toplantıda “Yarın cumhuriyeti ilan ediyoruz.” diye karar verdiği, o anda ortaya çıkan bir karar değildir.
Saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin ilan edilmesi, 1700’lerde başlayan ve adım adım rejim değişikliklerini de beraberinde getiren Osmanlı/Türk modernleşmesinin bir sonucu ve son aşamasıdır. Cumhuriyet uzun süredir birçok kişinin düşündüğü ve savunduğu bir rejimdir. O zamana kadar ilan edilmemiş olmasının tek sebebi, koşulların henüz uygun olmamasıdır. 29 Ekim 1923’te ilan edilmesinin sebebi ise Millî Mücadele sırasında padişah ve çevresinin uyguladığı politikanın, bunun için uygun koşulları oluşturmuş olmasıdır.
Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür:
Cumhuriyet bir başlangıç değil, bir sondur. En az 200 yıldan beri devam eden bir sürecin son aşaması ve zirvesidir.