Site İçi Arama

tarih

Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne (TBMM) Gerek Var mı?

Beğensek de beğenmesek de, Türkiye’de siyaseten her şeyden sorumlu tek makam öne çıkıyor: Cumhurbaşkanlığı makamı. Yani Tek Adam sistemi veya düzeni. Geri kalan her kişi veya kurum, TBMM dahil, ister istemez, mevcut yapı içinde ikinci planda kalıyor.

Türkiye’de ‘baba-devlet’ temeline indirgenebilecek devlet geleneği; ekonominin kaynaklarını kontrol eden, ekonomiye devlet kurumları eliyle yön veren baskın bir karaktere sahiptir. Bu anlayışın uzantısıyla vücut bulan ve gelenekselleşen devlet yapısı, zamanla devletini ‘velinimet’ olarak gören kendi halk kitlesini doğurmuş ve halk-devlet bütünleşmesine yol açmıştır.

Halkın kendini temsili kurumlarla idare etmesine dayanan demokratikleşmeyi, sadece kişi hak ve hürriyetlerinin bireysel anlamda kullanılması olarak göremeyiz. Aynı zamanda bireylerden oluşan toplumun örgütlenme hakları önündeki sınırların kaldırılması, bireyin ve son tahlilde halkın, devlet kurumları ve bu kurumlara hükmeden siyasi yapılara karşı ‘ezilmemesini’ sağlayan bir yapı olarak da demokrasiyi ve nimetlerini görmeliyiz. Bir devlette, halkın, olası dikta rejimine ve baskıya karşı kendini ifade edebileceği yegâne alternatif, demokratik yaşama özgün olarak tanımlanmış siyasi kurumlardır. Demokrasi; devletin ceberut gücü ve özellikle de bu gücü ele geçiren siyasi iktidar karşısında birey ve topluma, baş eğmeden yaşama şansını veren, seçimler yoluyla sistemin işleyişi önündeki tıkanıklıkları açma fırsatı sunan bir mekanizma olarak görülmelidir. Özellikle siyasi yozlaşmanın arttığı her dönemde, bu çıkış kapısı mekanizması, kanaatimce toplumsal barışın ve birlikte yaşama iradesinin devamının da ana teminatıdır.

Siyasi kurumlar yanında, halkın hak arama için başvurabileceği ana kurum Yargı gücüdür. Bununla birlikte, bazen toplumlarda, Yargı erkinin de siyasallaşma eğilimi belirgin hale gelebilir. Kamuoyunda yargının siyasallaşması yönünde bir kanaat hasıl olmuş ise, hâkim ve savcılar bilerek veya bilmeyerek sergiledikleri tutumlarla halkta bu yönde sabit bir fikrin oluşmasına hizmet ediyorlarsa, siz istediğiniz kadar ‘yargı bağımsızdır’ deyiniz, pek inandırıcılığı olmaz. Halkın ekseriyetinin hak arama, hakkının teslim edilmesi noktasında devlet kurumlarından beklentisi vardır Adalet mülkün temelidir. Hak arama olanağı ortadan kalkan, buna yol açan hiçbir siyasi sistem ayakta kalamaz, zorlamalarla ayakta kalsa bile, halkın nazarında pek kıymeti harbiyesi kalmaz.

Demokrasilerde, hükmetme gücü, hükümetlerde ve bilhassa hükümetin başı pozisyonundaki başbakan ve/veya başkandadır. Cumhuriyet rejimi, devletin demokrasiye uygun yapılanmasını sağlayan esnek bir mekanizma sunar. Bununla birlikte, adı cumhuriyet olan, türlü türlü devlet yapılanmaları vardır. Nitekim Türkiye’de de 100 yıllık Cumhuriyet döneminde, devletin yönetim biçimi hiç değişmemiştir. Ancak fiiliyatta her dönem bir diğerinden farklı olmuştur. Şeklen olmasa da uygulamada ‘tek adam’ dönemleri olarak nitelendirebileceğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk 15 yılındaki Atatürk dönemi ile son yirmi yılındaki Erdoğan dönemi bile, devleti yönetmede, her iki liderin şüphesiz farklı kültürel kodlara ve yönetim anlayışına sahip olmaları yönleriyle, birbirinden farklı bir seyir izlemiştir. İsmet İnönü’nün çok partili döneme geçinceye kadar ki ‘tek adam’ kültü de devlet hayatımız açısından iz bırakan bir özelliğe sahiptir.

Ortak algı ise velinimet devlet, devletin başı kim ise onun şahsında bütünleşmektedir. Atatürk, Erdoğan, kısmen İnönü yanında bunlar kadar belirgin olmasa da, Adnan Menderes, Turgut Özal, bazı dönemlerde Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit de ‘devletin gölgesini taşıma’ boyutuyla öne çıkan liderler olarak tarihimize geçmişlerdir.

Devletin başındaki kişinin özgül ağırlığının artması oranında, Türk toplum hayatında siyasal çatışma belirginleşmeye yüz tutmaktadır. Siyasal çatışmanın ögeleri arasında siyasal partiler ve baskı grupları demokrasilerde öne çıkmaktadır. Siyasi partiler, kuruluş maksatlarına uygun olarak siyasal iktidarı ele geçirmeye odaklı çalışırken, baskı grupları da siyasal iktidarı etkileme amacına yoğunlaşmaktadırlar. Bu bağlamda, bir ülkede siyasal partiler sistemi ve partilerin yapısı, o ülkedeki siyasal rejimi layıkıyla anlayabilmek için kilit öneme sahiptir.

Türkiye’de, aristokrasi ve burjuvazinin oluşturduğu toplumsal tabanlardan beslenen, tutucu ve/veya liberal ideolojileri öne çıkaran kadro partileri nedense pek olmadı. Batı toplumunda işçi sınıfının mücadelesi sonucu oy hakkının yaygınlaşmasıyla birlikte ortaya çıkan kitle partileri de geniş kitlelere ulaşamadı, dolayısıyla dün de bugün de hep Türk siyasi sisteminde işçileri temsil ettiğini iddia eden partiler hep marjinal kaldılar. Yine Türkiye’de, totaliter bir ideolojiyi öne çıkaran komünist ve faşist partiler de gerçek manada hiçbir zaman yaşam hakkını bulamadılar. Bu yönüyle ülkemizde ideolojiye dayalı otoriter rejimlerin varlığından da söz etmek pek olası değildir. Bununla birlikte, totaliter bir ideolojiden ziyade toplumsal yapımızın ürünü olan lider tabanlı işleyen ‘otoriter yapılı parti’ görünümleri bizde yaygın bir şekilde kabul görmektedir. 1876’ya kadar uzanan demokrasi geleneğimizin ürünü olan siyasal partilerimizin, gerçek manada demokratik yapıya ve işleyişe sahip olduklarını herhalde kimse iddia edemez.

Gelinen noktada, 14 Mayıs seçimleri öncesinde, Türk siyasi partiler yelpazesine baktığımızda, Türkiye’de kadro ve/veya ideoloji tabanlı işleyişi olan, geniş halk kitlelerinin peşinde sürükleyen bir siyasi parti bulunmamaktadır. Örneğin büyük sermaye çevrelerini temsil eden ya da en büyük işçi kuruluşuna dayanan bir parti örneğimiz yoktur.

Genel kabul gören örneğimiz ise şöyle gelişmiştir: Türkiye’de siyasi parti liderleri, siyasal sistemlerin işleyişi gereği iktidara gelme, eğer iktidarda ise iktidarlarını koruma ve artırma eğilimine sahip olmaktadırlar. Parti üyeleri de, ağırlıklı olarak iktidar olmanın nimetlerinden yararlanmak isteğiyle hareket etmektedirler. Bu doğal çıkar dengesi, partileri bir kişi etrafında vücut bulan yapılar haline dönüştüren önemli bir faktör olarak siyasi hayatımıza hükmeder hale gelmiştir. Dolayısıyla, Türkiye’de iktidarı elinde tutan parti, tutucu bir kimliğe bürünür, şartlar kendisini değiştirmeye zorlasa bile, iktidarını korumak adına değişimin önündeki engel olarak varlığını korumak ister. Bir lokomotiften ziyade vagonlar yığınına dönüşme eğilimi gösterir. Siyasi parti liderlerimiz, Almanya’da Merkel’in yaptığı gibi, ‘bu kadar siyaset yeter’ demek istemediği müddetçe, yerlerini sonuna kadar koruma içgüdüsüyle partilerini yönetme anlayışına sahiptir. Hele ki iktidardaki bir partinin liderinin, ben ‘gücü bırakıyorum’ demesi, neredeyse imkânsız bir durumdur. Gariptir ki, bizde seçimlerde sayısız yenilgi alan muhalefet partileri de aynı anlayışa sahiptir. Neticede, ülkemizde parti isimleri değişir ancak siyasi liderlerimizin bu konuya yönelik anlayış birliği hiç değişmez.

Bu şartlar ve gerçeklikler altında, kadro ve/veya ideolojiye dayanmayan siyasal partilerin var olduğu bu düzlemde, Türk siyaseti; Cumhur ve Millet İttifakları etrafında, adeta iki kişi arasında cereyan eden bir siyasi yarışın kazananını belirlemek için 14 Mayıs’ta sandığa gidiyor. Ya da daha klasik bir söylemle, iki partili bir sistem varmışçasına ortaya çıkan bir siyasi yarışla karşı karşıyayız. Her durumda, ironik bir şekilde, bir yanda sol geleneği temsil ettiği iddiasında olan CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun etrafında toplanmış sağ partiler var. Öte yanda ise muhafazakâr-dindar geleneğin uzantısı olan, sağ geleneği temsil ettiği iddiasında olan AKP lideri Erdoğan’ın etrafında toplanmış sağ-sol partiler manzumesi var. İşçi olsanız, ikisi de beni temsil etmiyor dersiniz herhalde. Sermaye sahibi olsanız da durum öyle. Dindar olsanız, kıblenizi şaşırtan bir siyasi dağılım var. Pür milliyetçi olsanız hakeza öyle. Etnik milliyetçiliğe sarılıyor olsanız bile durum karışık. Sosyal demokrat olsanız CHP ve DSP farklı kanatlarda mücadele ediyor. Gerçekten de 14 Mayıs seçim atmosferi ne idüğü belirsiz bir siyasi yarış görüntüsünü önümüze seriyor.

Bu siyasi yarış, alenen çıkar odaklı bir siyasi tarafgirlik üzerinde ilerliyor. Bu siyasi çıkar yarışı, daha önceki seçimlerden farklı olarak, kazananı itibariyle, Türk bürokrasisini de şekillendirmeye aday görünüyor. Çünkü, siyasi iktidarın gücünün yansıması olarak artık son yıllarda Türk bürokrasisi de değişime uğramıştır. Geleneksel söylem, seçimle gelen siyasal iktidarlar gidici, atamayla gelen ‘memurlar ordusu’ kalıcıdır. Bununla birlikte Roberto Michels’in söyleminde vücut bulan “Bürokrat, kitlelerin gereksinimlerini onlardan daha iyi bildiğine kolaylıkla ve içtenlikle inanır!” tipteki bürokrat veya memur tiplemesi de neredeyse Türk Devlet hayatında yok olma eğilimine girmiştir. Bu fonksiyon siyasete tevdi edilmiştir.

Ülkemizde, bundan böyle bürokrasiyi ve teknokrasiyi belirleyici tek kurum, sadece ve sadece siyaset mekanizmasıdır. Türkiye’de bürokrasiye giriş, yükseliş, görevler, sorumluluklar ve yetkiler, şeklen belirli ve ayrıntılı kurallara bağlı olarak işliyor olsa da, siyasete bağımlı bir yapıya evrilmiştir. Kamuoyundaki yaygın kanaat, siyasi iktidarın daha işe giriş anından itibaren tüm varlığını bürokrasiye yansıtmakta olduğu şeklindedir. Herhangi bir işe girmenin, ‘referanslı’ olmadan mümkün olamadığına dair iddiaların geldiği ürkütücü noktayı görmek için, sosyal medyaya bile bir nebze olsun bakmak, hepimize yeterince fikir verebilir.

Türk toplumunda yükselen yeni beklenti, özellikle üst yönetim mekanizmasında yer alan ‘memurlar ordusunun’ artık siyasetin tercihleriyle belirlenmekte olduğudur. Hâl böyle olunca da, olası bir iktidar değişikliğinde, ABD’de olduğu üzere, bu tabakada görev yapanların da değişeceği beklentisi ortaya çıkmıştır. Yalnız, ABD’de Başkan’la birlikte değişen 4.000 kişilik bir kadro söz konusuyken, Türkiye gibi nüfusu ABD’nin dörtte biri olan bir ülkede neredeyse ABD’nin dört katına yakın bir kadronun siyasi iktidarla birlikte değişebileceğine dair değerlendirmeler bile mevcuttur. Bu inanılmaz ama yadsınamaz gerçeklik, bürokraside çalışan ve liyakatle yükselmeyi bekleyen kişiler için ürkütücü ve bir açıdan kabul edilemez bir durumdur. 2017 yılındaki değişikliğin 2018 yılında Erdoğan liderliğinde uygulanmaya başlamasıyla birlikte, önümüze çıkan siyasi-bürokratik tablo maalesef budur veya bu yönde evrilmiştir diye değerlendiriyorum. Bürokratik yapıdaki bu değişimin (doğru veya yanlış diye bir yargıya varmadan), 2017’nin uzantısı olarak ortaya çıkan doğal bir sonuç olduğuna inanıyorum. Şüphesiz bu satırları okuyan bazılarınız bu durumu, Weberizm’de vücut bulan klasik bürokratik yapıdan kopma, Marksist kuramdakine benzer şekilde bürokrasinin egemen gücün aracına dönüşmesi ve hatta genel manada ‘bürokratik yozlaşma’ olarak da niteleyebilirler. Ayrı bir tartışmayı hak eden bu tür değerlendirmelere, bu yazımda, yazıyı daha fazla uzatmamak adına, müsaadenizle girmeyeceğim.

En nihayetinde, 14 Mayıs öncesinde öne çıkan iki ana figür var: Değişimin temsilciliğine soyunan Kılıçdaroğlu ve mevcut durumu sonuna kadar korumaya odaklanmış Erdoğan. Her iki siyasi lider arasında geçen bir yarışa indirgenmiş bir seçime gidiyoruz. 2017 kurgusu bize en önemli siyasi kurumun, Cumhurbaşkanının şahsında kimlik bulan iktidar erkinin olduğunu dikte ettiriyor. Erdoğan da zaten 2018-2023 arasındaki iktidar döneminde bunun böyle olduğunu, farklısının olamayacağını, hepimize beş yıllık icraatıyla başarılı bir şekilde sergilemeyi tercih eden bir liderlik ortaya koymuştur. Beğensek de beğenmesek de, Türkiye’de siyaseten her şeyden sorumlu tek makam öne çıkıyor: Cumhurbaşkanlığı makamı. Yani Tek Adam sistemi veya düzeni. Geri kalan her kişi veya kurum, ister istemez, mevcut yapı içinde ikinci planda kalıyor.

Bu şartlar altında girilen seçimde, sizce, milletvekili payesi saklı kalmak üzere, milletvekili seçilmenin bir önemi kalmadı mı? Biraz apolitik bir şahsiyet olarak, görebildiğim kadarıyla, kimin milletvekili seçildiğinin hiçbir önemi yok. Mevcut yapı korunursa, bir yönüyle Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bile, şekli varlığı hariç, pek bir önemi bulunmuyor. Demokrasinin üç sacayağından biri olan Parlamento, bugünlerde neredeyse Yargı erkinden bile sonra geliyor. Oysa, bir ülkede her şeyin belirleyicisi, halkın iradesinin yansıtıldığı temel siyasi kurum Meclis değil midir? Meclisin en önde gelen görevi olan halk adına kullandığı Yasama gücü, bir devletteki en belirleyici ve önemli erk olarak görülmesi gerekirken, acaba bu güce artık ihtiyaç kalmadı mı dersiniz?

Yasama ve halkı temsil etme noktasında, böylesine önemli bir işleve yuva olan Türk Parlamentosu, 2017 yılında yapılan büyük değişiklik sonrasında geçilen Başkanlık sistemiyle birlikte, mecburen ikinci planda kalan bir kurum hüviyetine bürünmüştür. Farklı bir durum da zaten öngörülmüyordu. Cumhurbaşkanına kanunla verilen kanun hükmünde kararname (KHK) çıkarma yetkisi, fiiliyatta, normalde parlamentodan beklenen yasama fonksiyonunun da Cumhurbaşkanı tarafından büyük oranda yerine getirilmesine yol açmaktadır. Daha pratik ve hızlı bir yasama yolu olan KHK yöntemi; teknik olarak şüphesiz sınırları olmakla birlikte, Cumhurbaşkanı makamında kim oturursa otursun, kolaylıkla başvurabileceği bir yöntem olacak kadar cazip bir güç kaynağını, kolaylığı, Cumhurbaşkanının kullanımına sunmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran temel kurum olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bu durumdan rahatsız olması gerekir diye düşünenlerdenim. Bundan 103 yıl önce, Osmanlı Meclis-i Mebusanın 16 Mart’ta fiilen ortadan kalkmasıyla birlikte, Ankara’da 23 Nisan’da yeniden vücut bulan Yüce Meclis, İstiklal Harbi mücadelemizin meşruiyet kaynağı, temel dayanak noktası olmuştur.

Demokrasi kültürünün kök salmasında önemli bir rolü olan Aristo’dan hareketle, çoğulcu demokraside siyasi kurumların olması gereken önemi görmeleri gerektiğine yönelik bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim. Eğer bir devlet yaşıyorsa, bunun hikmeti, topyekûn birliğe doğru gitme noktasında, bir yerden daha ileriye gidememesidir. Yani tam birlik olamamasıdır. Bir başka deyişle, farklılıkların korunması, farklı olanların da o devlet yapısı içinde hayat bulmaya devam etmesidir. Her şeye rağmen topyekûn birliktelik için devlet aygıtı, hassas noktanın ilerisine geçtiğinde ya ortadan kalkar ya da kötü bir devlet haline gelir.

Adeta müzikte uyumun tek ses haline gelmesi veya ritmin tek vuruş haline gelmesi gibi bir durum devletin işleyişinde ve siyasi mekanizmasında ortaya çıkar. Müzik zevkinize göre tek seslilik size yeterli gelebilir belki ama dünya genelinde kabul gören müzik, çok sesli olanıdır. Çok sesli müziğin birbirinden farklı seslerinin bir arada ve uyum içerisinde olması, bir zenginliktir. Bu seslerden en güzel müziğin çıkmasına önderlik eden ve arada bir de seçimlerle bayrak değişimi yapan yetenekli maestroların varlığı, devletimizi ebedi kılmaya fazlasıyla yeter inancındayım.

Bu yönüyle de demokrasinin üç sacayağından birisi olan, gerçek manada meşruiyetin kaynağı olan Türk Parlamentosuna, yani ulusal egemenliğimize timsal olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne yeniden hak ettiği erki layıkıyla kullanma fırsatının tanınmasına, tek sesliden ziyade hakiki çok sesli müziğin namelerine kulak verilmesine ihtiyaç bulunduğunu değerlendiriyorum.

Yüce Meclisimizin kuruluş günü olan bugünün siyasi tarihimiz ve demokrasi kültürümüz açsından önemi büyüktür. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızın 103. yıldönümü kutlu olsun!

Kaynakça:

Kışlalı A.T. (1987). Siyaset Bilimi. Ankara Üniversitesi Basın-yayın Yüksekokulu Yayınları No:9. Ankara

Güzel H.C. (Editör). (1998). Yeni Türkiye. Cilt II. Siyasal Sistem, Demokrasi ve Cumhuriyet. Ankara 

Dr. Hüseyin Fazla
Dr. Hüseyin Fazla
Tüm Makaleler

  • 23.04.2023
  • Süre : 9 dk
  • 1264 kez okundu

Google Ads