Site İçi Arama

tarih

Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucu Lideri ve İlk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün Ölümünün 86. Yıldönümü (Bölüm -1)

Falih Rıfkı Atay; “Atatürk, rahatsızlığını kimseye hissettirmemeye çalışmış ve öleceğini anlamışa benziyordu. Atatürk’ün ölüm felsefesi sade idi; Ölümü istemek bir cesaret değildir ama ölümden korkmak ahmaklıktır.”

Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucu Lideri ve İlk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün Ölümünün 86. Yıldönümü (Bölüm -1)

Mustafa Kemal Atatürk, ömrünün büyük bölümü cephede geçmiş ve yaşamı boyunca kalp krizinden karaciğer hastalığına, sıtmadan zatürreeye kadar birçok hastalıkla mücadele etmiş ve onları yenmiştir Küçük yaşta difteri-kuşpalazı geçirmiş, ancak kardeşlerinin aksine hastalığı atlatmıştır. 1896’da girdiği Manastır Askeri Lisesi’nde etkisini hayat boyu taşıyacağı sıtmaya yakalanmış, Çanakkale Savaşı’nda, Samsun’a çıkarken ve Sivas Kongresi sırasında sık sık nöbet geçirmiştir. 20 Eylül 1919’da, Sivas’ta görüştüğü Amerikan Heyeti Başkanı General Harbord anılarında “Durmadan tespih çekerdi, sonradan öğrendim ki bunun sebebi yakın zamanda sıtma nöbeti geçirmesiymiş” yazmıştır.

20 yaşlarında, hayatının sonuna kadar sürecek ağrılı, sık idrara çıkaran, ateş yapan, bazen titreme ve terlemeye neden olan Pyelonefrit’e (böbrek enfeksiyonu) yakalanmıştır. 16 Ocak 1912’de, Libya-Derne’de toz bulutu içinde kalmış ve gözüne kireç parçası girmiş, 18 Ocak’ta Kızılay hastanesine yatmış, ancak sol gözünde şaşılık kalmıştır. Hastaneden zor savaş şartlarında iyileşmeden cepheye döndüğü için 4 Mart 1912’de gözündeki rahatsızlığı tekrar etmiş ve 15 gün yataktan kalkamamıştır. 15 Aralık 1917’de, Vahdettin ile yaptığı Almanya ziyaretinden 4 Ocak 1918’de böbrek rahatsızlığı ile dönmüştür. Sürekli böbrek sancılarından ötürü 1 Haziran 1918’de böbrek hastalığının tedavisi için Viyana-Cottage, sonra 30 Haziran 1918’de Karslbad’da kaplıca tedavisi görmüştür. Karslbad’da 27 Temmuz’a kadar tedavisi devam etmiş, ancak tamamen iyileşemeden görevine dönmüş ve tekrar cepheden cepheye koşmuştur.

19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı zaman 5 veya 6 saatte bir sıcak banyo ile rahat edebilecek kadar böbrek sancıları yaşamış ve 25 Mayıs’ta tedavi için Havza’ya gelmiştir. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde böbrek rahatsızlığı devam etmiş ve Mart 1922’de not defterinde yazdıklarına göre Bolvadin’de yine rahatsızlanmış ve tedavi görmüştür. 12 Ağustos 1921’de Polatlı’da cepheyi incelerken bindiği atın ürkmesi sonucu düşmüş, 3 kaburga kemiği kırılmıştır. Bunun üzerine 16 Ağustos’ta tedavi için Ankara’ya gelmiş, fakat tam iyileşemeden 17 Ağustos’ta cepheye dönmüştür.

13 Kasım 1923’te Çankaya’da kalp krizi geçirmiş, Dr.Neşet Ömer İrdelp, krizin çok çalışmaktan ve yorgunluktan ileri gelen bir “elemi asabi” olduğunu belirtmiştir. Gençliğinden itibaren kulak egzaması yaşamış ve kulak ağrısı Haziran 1926’da Bursa’da nüksetmiştir. Bu nedenle zaman zaman kulağında iltihaplanma yaşamıştır. 22-23 Mayıs 1927 tarihlerinde Nutuk’u hazırlarken çok çalıştığı günlerde yine kalp krizi geçirmiştir. Almanya’dan Ankara’ya davet edilen Berlin Üniversitesi’nden Prof.Dr.Kraus ve Münih Tıp Fakültesi’nden Prof.Dr.Romberg, 6 Haziran 1927’de kendisini muayene sonrası hastalığın çok sigara içmesinden kaynaklanan bir anjin olduğunu, içki, kahve ve sigaradan uzak durmasını ve kendisini yormamasını söylemişlerdir. 22 Kasım 1936’da ve 7 Şubat 1938’de, 2 defa zatürre teşhisi konmuş ve tedavi amaçlı antibiyotiklerin olmamasına rağmen karaciğer hastalığı ile uğraşırken zatürreyi yenmeyi başarmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk, 55 yaşında olmasına rağmen cepheden cepheye koşması, ülke sorunları ile uğraşması ve geçmişten gelen rahatsızlıkların da tam olarak tedavi edilmemesi nedeniyle çok halsiz ve yorgun düşmüştür. Ölümüne neden olan hastalığının başlarında uzun bir süre teşhis konulamamıştır. Teşhis konuluncaya kadar geçen sürede doktorların ve yanındaki kişilerin kafalarında hep gelgitler ve şüpheler yaşandığı halde sadece kaşıntıya karşı savaş verilerek adeta zaman kaybedilmiştir. Sağlık Müsteşarı doktoru Asım Arar, 1936 yılının sonlarında ölüme götürecek olan onun sağlığındaki bu değişiklikleri gözlemlemiştir. Ayrıca bu dönemde, burun kanamaları başlaması Dr.Asım Arar’da şüpheler oluşturmuş ve karaciğer kifayetsizliklerinde ve özellikle “atrofik siroz” denilen rahatsızlıkta bu tür kanamalar olabilir diye düşünmüştür. Bu tür kanamalar burunda değil de bağırsaklarda gerçekleşirse aniden ölebilme riski olduğunu belirtmiştir. Burun kanamaları azalacağına artmış ve zamansız kanamalarında artış görünmüş, bununla birlikte kaşıntılar başlamıştır. 22 Kasım 1936’da öğle saatlerinde rahatsızlanmış, ateşi 39 dereceye kadar çıkmış ve sabah sağ tarafında ağrı ile uyanmıştır. Dr.Refik Saydam ve Dr.Asım Arar, Köşk’te muayene ettiklerinde akciğerlerinde konjesyon tespit etmişlerdir. Tedavi olarak istirahat etmesi, perhiz yapması ve alkol almamasını tavsiye etmişlerdir. Hastalığına dikkat edilmezse rahatsızlığının çok tehlikeli olan zatürree hastalığına dönüşebileceğini söylemişlerdir. Dr.Asım, Atatürk’ün göğsünde kan birikmesinden kaynaklanan gözle görülebilen bir şişlik tespit etmiş ve hatıratında; “Atatürk’ün ölümüne neden olan karaciğer hastalığının başlangıcının 1936 yılı sonları olduğunu” belirtmiştir. 1937 yılı içinde önce uzun aralıklarla, sonraları sık sık olarak burun kanamaları görülmeye başlanmış, yılın sonlarına doğru sağlığı iyice bozulmaya başlamış ve öldürücü hastalığın ilk belirtisi; halsizlik ve isteksizlik ortaya çıkmıştır.

Falih Rıfkı Atay; “Cumhuriyet’in onuncu yıl dönümünden sonra Atatürk’te ağır, fakat sürekli bir değişiklik hisseder olmuştuk. Bu değişikliğin ilk belirtileri isteksizlik ve halsizlik idi. Daha sonra kendisine sinir bozukluğu ve unutkanlık geldi. Oysa hafızasının kuvvetine, dikkatine devamlılık ve aksamazlığına, çalışma tahammülüne hep şaşırırdık. Fakat öldürücü hastalığın ilk belirtileri sık sık burun kanamaları olmuştur.”

Gerçekten de sağlığı iyi değildi, gerektiğinde 24-30 saat aralıksız çalışabilen, o sağlam vücutlu ve demir iradeli Büyük Adam’ın son zamanlarda çok yorulduğunu ve bunu gizleyemediğini hayretle karışık bir üzüntü ile çevresindekiler gözlemlemişlerdir. Atay, 1937 sonbaharında İstanbul-Florya Deniz Evi’nde ziyaretinde; “Maddi takati de gittikçe azalıyordu. Biz hiçbir yorgunluğa Atatürk kadar dayanamazdık. Hiçbirimiz onun kadar devamlı çalışamaz, onun kadar uykusuz kalamazdık. Yemeklerden önce bir müddet bilardo oynardı. Bu onun bir çeşit sporu idi. İyi oynardı rakiplerinin başında İsmet İnönü gelirdi. Kazım Özalp, Saffet Arıkan, Nuri Conker gibi bir hayli oyuncusu da vardı. Bu spor bazen bir saatten fazla sürerdi. Maddi bir çöküş ve sarsılış hali vardı. Sanki artık gitmeyen, gitmek istemeyen bir şeyi, eğilmez, bükülmez, iradesi ile kendi içinden kendi istiyordu. Kalp onun eşsiz hayatiyetini kaplayıp tutamıyordu.” sağlığındaki değişimi anlatmıştır.

Can yoldaşı ve çocukluk arkadaşı Nuri Conker’in 11 Ocak 1937 sabahı ölüm haberi, Atatürk’ün rahatsızlıklarının artmasına neden olmuştur. Conker’in ölümü ile adeta çökmüş ve Dolmabahçe Sarayı üzerine yıkılmıştır. Onun ölümüyle birlikte paylaştığı binlerce anı, bir anda kül olup uçmuştur. En sevdiği arkadaşının ölümünün üzüntüsünü atmak için sık sık İstanbul’u gezerek birlikte geçirdikleri anıları yad etmiştir. Ancak geceleri gözüne uyku girmemiş, arkadaşının ölümünün üzüntüsünü üzerinden bir türlü atamamıştır. 16 Ocak akşamı Cenevre Üniversitesi’nde okuyan Afet İnan’a yazdığı mektupta; “Hatay üzüntüsüne, Conker’in ölümü acısı karıştı, bu acının açtığı yaranın derinliğini tahmin edersin” Ölüm acısı bedenindeki halsizlik, kaşıntı ve burun kanamalarının şiddetini arttırmış ve asabileşmesine neden olmuştur.

1937’de, Atatürk’ün vücudunun muhtelif yerlerinde kaşıntılar başlamış, kaşınan yerlerde fiske kabartılar görülmüştür. Doktorlar, kaşıntının nedenini karınca ısırmasına bağlamışlardır. 1937 Ekim ayında Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman, Sıhhat Vekâleti Müsteşarı Dr.Asım Arar’a Çankaya Köşkü’nün karıncalar baskınına uğradığını, bunların Atatürk’ün derisini ısırarak kaşıntılar yaptığını ve karıncalara karşı önlem alınmasını istemiştir. Atatürk’ün Yalova seyahatine çıkmasından sonra köşkteki karıncaların yok edilmesi planlanmıştır. Bunun için Cyclon B isimli siyanidrik asit gazı ile ilaçlanmasına karar verilmiştir. 7 Şubat 1938’de köşkün bütün pencere ve kapıları zamklı bez ve kâğıtlarla kapatılarak gaz geçirmez hale getirilmiş ve 48 saat yoğun bir gaz altında tutulmuştur.

Atatürk, 1937’den itibaren hastalığının belirtilerini hissetmeye başlamış ve doktorların istirahat önerilere rağmen çalışma temposunda bir değişiklik yapmamıştır. Hastalığının en son safhalarında bile iyileşmemesine hiç aldırış etmemiş, devletin en önemli işleriyle ve dünya siyaseti ile ilgilenmekten geri kalmamıştır. Bu süreçte, Bakanlar Kurulu toplantıları yapmış, Başbakan ve devletin ileri gelen yetkililerini kabul etmiş, onlardan bilgi almış, onlara düşündüklerini söylemiş ve direktiflerini vermiştir. Avrupa’da çok geçmeden büyük bir savaşın geleceğini ve dünyanın her tarafına saracağını öngörmüştür. “Bizim için bu kanlı badirede tarafsız kalmak, harbe katılmamak ve devlet gemisini bu fırtına ortasında hiçbir mâniaya çarptırmadan sevk ve idare ederek harp dışında ve sulh içinde yaşamaya çabalamak, bizim için hayati ehemmiyeti haizdir.” Sağlıklı zamanlarında olduğu gibi hastalığı esnasında dahi geleceği öngören, iyi düşünen, en uygun kararları veren büyük asker ve devlet adamı olmuştur. 1937 yazında Florya’da bulunduğu bir gece idrarından kan gelmiş, o gün Haseki Hastanesinde Üroloji uzmanı Dr.Fuat Kamil Beksan, yaptığı muayenede patoloji tespit edilmediğini belirtmiştir. Ancak 19 Ekim 1938’de girdiği karaciğer komasında idrarından kan gelmiştir. Ne yazık ki 20 Ocak 1938’de Yalova’ya son kez geleceği yolculuğuna başlamıştır.

21/22 Ocak sabah saat 08.00 sularında Yalova’da yeni açılan Termal Otelinin ilk konuğu olarak bir tedavi kürü geçirmek için gelmiştir. Yalova'da bulunduğu sırada sık sık burun kanamaları geçirmiş, kaşıntıları artmış ve ciddî rahatsızlıklar yaşamıştır. 22 Ocak günü sabah saatlerinde uyandığında kendisini çok keyifsiz hissetmesine rağmen kaplıcaya girmiş ve dinlenme odasına geçtiğinde kaşıntıların devam ettiğini görünce, görevliye kaplıca müdürü Prof.Dr.Nihat Reşat Belger’i çağırtmış ve kaşıntılarına çare bulmasını istemiştir. Ölümüne giden yolda 22 Ocak 1938’de siroz teşhisi konmuş, hastalığı ilerledikçe kaşıntı, burun kanaması, bilinç kaybı ve geçici hafıza kaybı yaşamıştır.

Dr.Belger, ilk izlenimi Ruşen Eşref Ünaydın’a; ”Atatürk, ilk geceyi Termal Otel’deki apartmanında geçirdi. Ertesi sabah oteldeki kendine özel olarak yaptırılan banyo dairesine girdi ve beni çağırdı. Şikâyetlerini bildirdi. Kaşıntıya çare bulmasını istiyordu. Dedim ki: müsaade buyurursanız önce zat-ı devletinizi bir muayene edeyim, kaşıntının sebeplerini tespite çalışayım”. Atatürk; “Doktor, kaşıntıyı buldunuz mu? Nedir?” diye sorusuna, Belger; “Efendim bu kaşıntının nedeni karaciğerinizden kaynaklanmaktadır. Bu teşhisimin isabetinde şüphenin gölgesi bile yoktur. Karaciğeriniz sertleşmiş ve üç parmak büyümüştür. İşte kaşıntının tek nedeni bu karaciğer rahatsızlığıdır.”

Ancak bugüne kadar kendisine karaciğer rahatsızlığından bir kez bile söz edilmemiş ve hiç tanı konmamış olması Atatürk üzerinde büyük üzüntü ve tesir yaratmıştır. Bu teşhis üzerine 23 Ocak 1938’de, özel doktoru Prof.Dr.Neşet Ömer İrdelp Yalova’ya gelmiştir. Dr.İrdelp, kendisini 1937 yazında 6 ay önce Yalova’da muayene etmiş ve bu teşhisi koyamamıştır. Şimdi bir kez daha muayene etmiş ve teşhis hakkında Dr.Belger’e; “Sizin tedavinizin devam etmesini Atatürk’e tavsiye ettim. Atatürk’ü istediğiniz gibi tedavi ediniz, kardeşim”. Meslektaşının teşhisini ve tedavisini onaylamış, rahatsızlığının ilk ve acı teşhisi konulmuştur. Artık ortada ciddi bir teşhis olduğunu herkes öğrenmiştir. Ne yazık ki, karaciğerdeki büyüme ve siroz başlangıcı teşhisinin geç konması nedeniyle tedavi geciktirilmiştir.

Prof.Dr.Nihat Reşat Belger anılarında; "Elle yaptığım muayenede karaciğerinin üç parmak kadar büyüdüğünü anladım. Kaşıntının yemek ve içmekle ilgili olduğunu söyledim. O güne kadar kendisine karaciğer rahatsızlığından hiç bahsedilmemiş olan Atatürk üzerinde bu sözlerim sürpriz tesiri yaptı. Ama belli etmeden, 'Şimdi ne yapacağız' dedi. Yemek içmekten ne kastettiğimi anlamıştı. Perhize hemen başlaması gerektiğini söyledim. Kaşıntısını azaltacak bir pudra verdim."

Atatürk’ün rahatsızlığına “ilk teşhisi” koyan kaplıcanın yöneticisi Dr.Belger, Cumhuriyet gazetesine verdiği demeçte; “Atatürk’ü ilk kez 22 Haziran 1937’de Yalova’da muayene ettim. O tarihte kendisinde siroz hastalığına ait hiçbir bulgu göremedim. Fakat bu tarihten 8 ay sonra yine Yalova’da yaptığım muayenede karaciğerdeki rahatsızlığın bulgusunu tespit ettim”. Tıp, zalim teşhisini koymuş, döküntünün karaciğerindeki rahatsızlık nedeniyle “Siroz” hastalığı olduğunu açıklamıştır. Atatürk, Yalova’da 11 gün kalmış ve tedaviden olumlu sonuç alınmıştır. Kaşıntısı azalmış, iştahı artmış ve neşesi yerine gelmiştir. Dr.Belger, tedaviye 3 hafta devam etmek için ısrar etmesine rağmen kabul etmemiştir. Ruşen Eşref Ünaydın; “Atatürk’ün sağlık durumunu biraz düzeltmeye yüz tutar görünce, iş kolay geçiştirilecektir düşüncesine kapılarak söz dinlemeyip, tedavisi bitmeden önce yolculuğa çıkması da hastalığın savuşmasını önleyen talihsizliklerden biri olmuştur.” demiştir. Atatürk, 1 Şubat 1938’de Yalova’dan ayrılmış ve saat 16.00’da Bursa-Çelik Palas Oteli’ne gelmiştir. Akşam yemeğinde konuk hanımlar ile vals yapmış ve ölüme meydan okuyarak Sarı Zeybek oynamıştır. Gecenin ilerleyen saatlerinde, Bursa Belediye Başkanı Neşet Kiper’e yazdığı mektubu yaverinin okumasını istemiştir. Mektupta, Çelik Palas Oteli’nin kaplıcalarından kaldığı memnuniyeti dile getirmiş; “Çelik Palas Oteli'nin Bursa Belediyesi’nin de gayret ve yardımlarıyla daha fazla gelişmesini temin için bu otelin ait olduğu şirketteki 34.839 Türk liralık hissemi belediyeye terk ediyorum. K.ATATÜRK.” Öleceğini hissediyormuş gibi kazanımlarını milletine bağış yapmaya devam etmiştir.

3 Şubat 1938’de Bursa’dan ayrılıp, Mudanya’ya geçmiş ve buradan Ege vapuruyla İstanbul’a gelmiş, geceyi vapurda geçirerek 4 Şubat’ta Dolmabahçe Sarayı’na geçmiştir. 7 Şubat’ta, şiddetli öksürükle beraber nefes almaya ve göğsünde ağrılar duymaya başlamış ve sancılar içerisinde kıvranırken saat 23.00’te Ali Fuat Cebesoy’a; “Buradaki sancı beni çok rahatsız ediyor Fuat Paşa” diyerek sancıyan yerini göstermiştir. Özel doktoru Neşet Ömer İrdelp ve Dr.Nihat Reşat Belger, muayene etmişler ve zatürree teşhisi koymuşlar, ilaçlarını vererek istirahat etmesini istemişlerdir. Ancak yüksek ateşi günlerce sürmüş, karaciğer yetmezliği dolaysıyla nekahet devresi gecikmiş ve uzamıştır.

27 Şubat 1938 akşamı, Ankara-Çankaya Hariciye Köşkü’nde Balkan Antantına katılan ülkelerin Dışişleri Bakanları şerefine yemek verilmiş, ancak saat 20.00’de başlaması planlanan yemek için konuklar gelmesine rağmen Atatürk gelmemiştir. Geç kalmasının nedeninin burnunun kanadığı ve uzunca süre devam ettiği bilgisi alınmıştır. Hatay sorununu çözmek için gittiği Mersin’de 2-3 defa burun kanaması geçirmiştir.

Dr.Asım Arar; “Aylardan beri cereyan eden hadiseler, burun kanamaları, kaşıntılar, karınca hikâyeleri, müşahede ettiğim yorgunluk ve halsizlik, hülasa bütün bu vakalar?” üzerine Atatürk’ün amansız bir hastalığın pençesinde olabileceğini ve bu durumun mutlaka hükümet yetkililerine haber verilmesi gerektiğini düşünmüştür. Aksi takdirde görevini yapmamış olacağını ve derin bir manevi sorumluluk içinde kalacağını belirtmiştir. Bunun üzerine İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya; “Atatürk çok vahim bir hastalığın başlangıcındadır ve öyle zannediyorum ki şimdiden tedbir almak hususunu ihmal edecek olursak maddi ve manevi mesuliyetimiz olur.” hastalık ile ilgili düşüncelerini paylaşması üzerine kendisini Celal Bayar’a götürmüştür. Şükrü Kaya; “Bakın Celal Bey, Asım mühim bir şeyden bahsediyor. Kendisini dinlemenizi rica ederim.” Dr.Asım Arar’ı dikkatlice dinlemiş ve “Ne yapalım?” diye sormuş. Arar; “Takip edilecek tek bir yol var. Atatürk’ü ciddi bir muayeneye tabi tutmak, ondan sonra da ortaya çıkacak duruma göre bir tedavi sayesinde kurtarmaya çalışmak. Bunun içinde fikrimce, yegâne çare ecnebi mütehassıs getirerek onun da yardımıyla tedavi işlemini tanzim etmek.” Başbakan Bayar, Atatürk’ün bu fikri beğenmeyeceğini, ancak kendisiyle konuşacağını söylemiştir. Arar; “Burnundan gelen kanın ciğerden geldiği inancındayım, eğer şüphelerim doğruysa durum vahim demektir.” sözleri ile uyarıda bulunmuştur.

Başbakan Celal Bayar, Atatürk’ün hastalığını, 28 Şubat 1938’de Balkan Antantı sırasında öğrenmiştir. Almanya ve Fransa’dan iki ünlü yabancı uzman doktor çağırmak için izin istemiştir. Atatürk; “Ortalıkta Hatay meselesi var. Hastalığım dışarıda duyulursa iyi olmaz. Bu noktayı değerlendirmek lazımdır. Sen, Neşet Ömer’le konuş. Burada zaten Tıp Kongresi yapılıyor. Gelip bir muayene etsinler, gerekli ise konsültasyon yapsınlar. Bakalım onlar ne diyecek? Sonra düşünürüz.” şiddetli ısrara rağmen Avrupalı doktor kontrolünü kabul etmemiştir. Ancak doktorlar 28 Şubat 1938’de yaptıkları görüş alışverişi sonucunda durumunun kritik olduğunu belirtmişlerdir. Akciğer muayenesinde, sağ akciğer tabanında daimî gayrı bir tabilik olduğunu, bunun Sakarya Meydan Muharebesi sırasında kırılan kaburgası nedeniyle kaldığını söylemişlerdir.

Ölümünden bir yıl kadar önce Atatürk, hastalığı hakkında İsmet İnönü’ye içini dökmüştür. Hastalığının içki nedeniyle gelişen bir karaciğer rahatsızlığı olduğunu öğrendiğini ve akıbetini bildiğini; “Beni en çok üzen şey, bugüne kadar doktorlarımdan hiçbirinin gerçek durumumu anlatıp, içkiyi mutlaka bırakmam gerektiğini söylememiş olmasıdır. Yoksa hiç tereddüt etmeden bırakırdım ve belki de bu hallere düşmezdim.” böyle olmasına çok üzüldüğünü söylemiştir.

6 Mart 1938’de; Prof.Dr.Akil Muhtar Özden, Prof.Dr.Neşet Ömer İrdelp, Prof.Dr.Hüsamettin Kural, Dr.Asım Arar ve Dr.Ziya Naki Yaltırım’dan oluşan Türk hekimlerinden kurulu sağlık heyeti, Çankaya Köşkü’nde Atatürk’ü muayene etmişlerdir. “Hastalık, karaciğer atrofik sirozu (Karaciğerin boyutlarının küçülmesiyle belirgin siroz) başlangıcı.” Bu hastalığın sonucunun mutlaka ölüm olduğunun rapor düzenleyerek Atatürk’e sunulmasına ortak karar vermişlerdir. Yapılacak tek şeyin hastalığı mümkün olduğu kadar geciktirmek gerektiğini düşünmüşlerdir. Dr.Arar’ın hazırlanan raporu okuması üzerine, dünya liderlerinin gıptayla takip ettiği kahraman, şifa bulmaz bir hastalığın pençesinde olduğunu, hayatının bundan sonraki sürecini ve ne acıdır ki hayatı boyunca aldığı en önemli haberlerden birini öğrenmiştir. Yıllarca savaş meydanlarında siperden sipere koşarken, hayatını vatanı uğruna hiçe sayarken bile bundan daha rahat hissetmiştir.

Prof.Dr.Neşet Ömer İrdelp, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları uzmanı Prof.Dr.Alfred Erich Frank’ı arayarak Atatürk’ü muayene etmesini istemiş ve 12 Mart 1938’de muayene için Ankara’ya davet edilmiştir. 12 Mart 1938’de, dünyaca ünlü Dr.Frank ve Dr.İrdelp birlikte akşamüstü Köşk’e gitmişler ve Atatürk’ü muayene etmiştir. Raporunda; “Teşhis: Presiroz siroz!” teşhisi koymuş, safra söktürmek için verdiği ilaç ve tedavi yöntemi Atatürk’ü memnun etmemiştir. Çünkü tedavi olarak günün iki üç saatini arka üzeri ve uzun yatmak üzere geçirecek, bunu 3 ay devam ettirecek, yorulmayacaktır. Kuvvetli beslenmesi, bilhassa çok tatlı yemesi, ayrıca taze soğanla peynir yemesi ve kesinlikle alkol almaması tavsiye edilmiştir. Atatürk’ün hayatı artık sıkı bir rejim ile geçmiştir. Muayene sonrası İrdelp'in Kızılay'daki evinde bulguları ve tedavi yöntemlerini görüşmüşlerdir. Atatürk’e o güne kadar kan tahlili yapılmamış, sadece ellerinde Haseki Hastanesi Başhekimi Dr.Fethi Erden’in analiz ettiği birkaç idrar raporu bulunmasına Dr.Frank’i hayretler içinde bırakmıştır. Şaşkın bir vaziyette “Bu nasıl olur efendim?” sorusuna İrdelp; “Atatürk’ten kan almaya çekindik” cevabını vermiştir. Başbakan Celal Bayar, yabancı doktorların getirilmesi konusunda ısrarcı olmuştur.

Atatürk’e, 15 Mart 1938’de; “Yabancı doktorların gelmesini rica ettiğim zaman reddetmiş ve böyle bir çağrının Hatay davası üzerine etki edeceğini ileri sürmüştünüz. Bizim için en büyük dava, sizin sağlığınızdır. Türk milletinin sağlığınızdan öte bir kaygısı olmadığını arz etmek vazifemdir. Lütfen izin verin de bir yabancı uzman getirelim, konulan teşhisi bir kere daha kontrol etmiş ve tedavi şeklini gözden geçirmiş olsun.” Bunun üzerine Atatürk; “Çocuk. Ne yapacaksan çabuk yap, anlıyorum, ben hastayım.” demiştir.

Bakanlar Kurulu’nda görüşülerek davet kararı alınan Fransız Prof.Dr.Noel Fiessinger, 28 Mart 1938’de Çankaya Köşkü’nde muayene etmiş ve karaciğeri büyük bulmuştur. Ayrıca karın boşluğunda bir miktar asit toplandığını fark etmiş ve “Karaciğer iltihabı” teşhisini koymuştur. Dr.Fiessinger; “Karaciğer, bir orduda levazım tedarik eden, orduyu besleyen bir kıtadır.” Atatürk; “Bazen orduda levazım teşkilatı bozulur. Lakin orduyu yine beslemek mümkün olur. Onları bir tarafa bırakınız.” Dr.Fiessinger; “Hastasınız. Ben sizi iyi edeceğim. Ama önce siz kendinizi iyi edeceksiniz. Siz, büyük savaşlar kazanan büyük bir kumandan olabilirsiniz. Fakat bu işin kumandanı benim. Yardımınızı istiyorum, bana yardım edeceksiniz.” Atatürk, ne istenirse yapmaya söz vermesi üzerine Dr.Fiessinger;“Benim tayin edeceğim zamana kadar alkol yok. 3 ay müddetle 24 saatin 23’ünü bir şezlongda arka üstü yatarak geçirecek, çalışıp yorulmayacak, katiyen içki içmeyecek, beslenmenize dikkat edeceksiniz.” Aşçıbaşıya; kabızlık giderici ve selülozlu sebzelerle yemek yapmasını tavsiye etmiş, beyazpeynir, taze soğan ve özellikle tatlıyı çok yemesini öğütlemiştir. Uzman doktorlara göre kronik karaciğer hastaları ve özellikle siroz hastalarında özel beslenme programı düzenlenmeli, şekerli çay, çikolata, bal, reçel, kola, gazoz gibi basit şekerli gıdalar az tüketilmelidir. Sağlıklı bireylere göre bir buçuk misli enerji ve protein gereksinmeleri olan karaciğer hastalarının gereksiz yere protein ve diyet kısıtlamasına yönelmesi beslenme yetersizliğine ve hastalığın ilerlemesine neden olacağı belirtilmiştir.

Prof.Dr.Noel Fiessinger, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’ne sunduğu raporda; “Teşhis: Hepatite Sclero Congestive Ethylique (Alkole bağlı sert ve kanlı karaciğer iltihabı) ve Atatürk dediklerimi yaparsa 7-8 sene yaşaması mümkün“ demiştir. Fiessinger, Atatürk’ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'a; “Bu hastalığın sırf içkiden geldiği yolundaki düşünce doğru değildir. Benim, Fas, Tunus ve Cezayir’den gelen birçok Müslüman hastalarım var ki, ömürlerinde ağızlarına herhangi ispirtolu bir içki koymamışlardır. Hastalığın daha başka ve önemli etkenleri olduğunu kabul etmek lazımdır. Bence bunlar arasında özellikle dengesiz beslenme tarzı ve devamlı kabızlık gibi sebepler başlı başına yer tutmaktadırlar.”

İstanbul'dan ayrılırken gazetecilere; “Bu kadar dinamizmin, bu kadar zekâ ve canlılığın bir arada toplanması pek enderdir. Zamanımızın birçok büyük adamlarıyla temas ettim; fakat Büyük Şefiniz Atatürk, bunlardan hiçbiriyle bir tutulamaz.” demecini vermiştir. Atatürk’e konan üç ayrı teşhis; Atrofik siroz, Presiroz ve alkole bağlı sert ve kanlı karaciğer iltihabı hepsi sirozdur. 30 Mart 1938’de Atatürk’ün sağlığı ile ilgili yayınlanan ilk tebliğ de Fiessinger tarafından bir grip geçirdiği ve sağlığında endişe verici bir durum olmadığı, kendisine 1,5 ay istirahat tavsiyesinin yeterli görüldüğü belirtmiştir. Atatürk, istirahat önerilmesine rağmen birkaç gün sonra hasta değilmiş gibi hareket etmeye başlamış ve Ankara’da 19 Mayıs törenlerini izlemiştir.

Bununla yetinmemiş, 21 Temmuz 1936’da söz verdiği “Hatay Meselesini” çözmek için İskenderun sancağında seçim tarihi yaklaşırken, Fransızlara baskı yapmak amacıyla 19 Mayıs 1938 akşam 17.00’de trenle Mersin ve Adana gezisine çıkmıştır. Ülkü edindiği millî dava uğruna kendi sağlığını hiçe saymıştır. Tren, Pozantı'yı geçerken Salih Bozok’a; “Ben öleceğim Salih. Çünkü benim hastalığım sirozdur. Bu hastalık beni ölüme götürecektir. Okudum, tetkik ettim. Bu hastalıktan kurtuluş yoktur. Siroz insanı muhakkak öldürür. Ama hastalığım daha önce tüm ayrıntılarıyla bana anlatılsaydı, o zaman bu işin başında önlemini alırdım." demiş ve “Ölümü istemek cesaret değildir ama ölümden korkmak da ahmaklıktır” diye sözlerine devam etmiştir. Bu seyahati hastalığının artmasına sebep olmuş ve 25 Mayıs'ta Ankara'ya dönmüştür.

Mustafa Kemal Atatürk, dostlarına ve birlikte kurdukları başkente 26 Mayıs 1938’de bir daha dönmemek üzere veda etmiş, tedavi ve istirahat için İstanbul’a hareket etmiş ve 27 Mayıs’ta Dolmabahçe’ye yerleşmiştir. Ertesi akşamüzeri Florya’ya gitmiş, Dolmabahçe Sarayı’na dönerken yolda fenalık geçirmiştir. 28/29 Mayıs’ta Dr.Neşet Ömer İrdelp muayene etmiş ve Atatürk; “Karnımda ve ayaklarımdaki şişliğin sebepleri nedir doktor?” İrdelp; “Efendim, bağırsaklarınızda ödem hasıl olmuş, su topluyor. Arka üstü yatmakla ve idrar söktürücü ilaçlarla önüne geçilmesi kabil olacaktır.” demiştir. Hasan Rıza Soyak, Dr.İrdelp’e sağlık durumunun son halini sorduğunda; “Dünkü krizin kalple alakası yok. Bu tamamen karaciğere aittir. Bizde buna rüzgârdan sonra yağmur derler. Karnı su toplamaya başlamış” demiş, çünkü hastalığı sirozdur.

Doktorlar deniz havasının iyi geleceğini belirtmişler, onun için 1 Haziran’da İstanbul’a getirilen Savarona Yatı'na Başbakan Celal Bayar, Hasan Rıza Soyak, Salih Bozok, Kılıç Ali, Cevat Abbas Gürer ve yaveri Celal ile birlikte gitmiştir. Atatürk; “Ne olurdu bu güzel gemi elimize birkaç yıl önce geçmiş olsaydı.” Fakat Savarona’nın sefasını süremeyeceğini anlamış ve üzülerek; “Bu tekne yoksa benim mezarım mı olacak? diye hazin hazin sormuştur. Savarona’da bir süre dinlenmiş, bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etmiştir. Günler peş peşe birbirini izlerken Atatürk’ün sağlığında beklenen iyiye gidiş gerçekleşmemiştir. O ilk günlerdeki neşesi kaybolmuş, yüzü gene solgunlaşmış, hastalığın doğal seyrinde görülen iştahsızlık başlamıştır. Bu gelişmeler doktorları endişelendirmiş ve 7 Haziran’da Prof.Dr.Noel Fiessinger tekrar gelmiştir. 8 Haziran’da Savarona’da teşhisi; “Bağırsak ve karaciğer rahatsızlığı” olduğunu söylemiştir.

Fiessinger; “Hasta sessiz ve asude bir hayat geçirecek, zihni ve bedeni her türlü yorgunluktan kaçınacaktır. Kamarasında dolaşabilirdi ama dışarı çıkması, merdiven tırmanması yasaktı.” önerisinde bulunmuş ve sıkı perhiz listesi eklemiştir. Dr.Fiessinger, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya; “Atatürk, tıbbın müdahalesi ve tabiatın yardımı ile daha iki yıl daha yaşayabilir. Tıp tarihinde bunun örnekleri çoktur. Ama şimdi yatağa döneriz, bağırsak ya da beyin kanamasından Atatürk’ü ölmüş bulabilirsiniz. Onun için siz Cumhuriyet’in selameti için gereken tedbirlerinizi şimdiden alınız” diye tavsiyede bulunmuştur. Dr.Fiessinger, Atatürk’ün Eylül ayına doğru iyileşebileceğini; “Cumhurbaşkanı bize anlaşılan kötü şaka yapıyor, demir gibi bünyesiyle şaka yapabiliyor, daha zayıf kimseler olsaydı göçüp giderlerdi” demiştir.

14 Haziran’da, aklında bin bir güçlükle, milletiyle kurduğu Türkiye Cumhuriyeti ve dünyada çıkacak muhtemel savaşta ülkesinin ne yapacağını düşünürken Cenevre Üniversite’de okuyan Afet’e yazdığı mektupta; “Vaziyetim şudur. Bence doktorların görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış, ilerlemiştir. Vakitsiz ayağa kalkmak, yürümek, hususu ile burunda yapılan atışman üzerine gelen kusma neticesi; yapılan istirahatleri hiçe indirmiştir. İstanbul’a gelince, Hükümet reyimi almaya dahi lüzum görmeksizin Fisenge’yi getirtti. Yeniden tetkik, muayene yapıldı. Karaciğeri eski halinden farksız ve karın birkaç kiloluk müterakim su ve gaz dolayısıyla şişkin ve defi güre bir halde buldular. Şimdilik 15 Temmuz’a kadar yeni tretman ve yeni rejim tahtında repo apsoüyü zaruri buldular. Bunun esası da yatak ve şezlong istirahatidir. Bu müddet sonunda Fisenge tekrar gelecektir. Ahvali umumiyem iyidir. Tamamen iadeyi afiyet ümit ve vaadi kuvvetlidir. Senin için asla mucibi merak ve endişe olmamalıdır. Serinkanlılıkla imtihanlarını vererek muvaffakiyetle avdetini bekler ve muhabbetle gözlerinden öperim.” Hastalığının tedavi edilmemesinin doktorların suçu olduğundan yakınmıştır. Artık adeta öleceğine inanmaya başlamış, bu süreçte yapmış olduğu çalışmalardan dolayı rahatsızlığı artmıştır. “Bir çocuğun oyuncağını beklediği gibi bekledim” dediği Savarona’da 56 gün kalmıştır.

Atatürk, hastalığına rağmen devlet işlerine devam etmiştir. 25 Haziran 1938’de, Savarona yatında Romanya Kralı II.Carol’u kabul etmiş ve gemide Erdek açıklarında rahatsızlanınca Adalar’a doğru yöneldiğinde saat 05.25’te Yorgolu önünde; “Neredeyiz?” diye sormuş, “Büyükada önünde, Yorgolu sahilindeyiz, paşam”. Atatürk; “Burada duralım” demesi üzerine 27 Haziran’a kadar buraya demir atılmıştır.

Dünya savaş baronlarına kök söktüren, onlara “Yurtta barış, cihanda barış” demeyi öğreten mavi gözlü, sarı saçlı dev adam kendinden geçmiş, iniltiler içerisinde herkesin bakışları arasında sayıklaması dostlarını üzmüştür. 9 Temmuz 1938’de, Savarona’da toplanan Bakanlar Kurulu Atatürk’ün başkanlık yaptığı son toplantısı olmuş, artık sona doğru yaklaşmaya başlamıştır. Yatta bulunan uşağı Cemal Granda’ya, yemek servisi yaparken; “Doktorlar iyi olacağımı söylüyorlar amma Cemal. Buna pek ben inanmıyorum, sen nasıl görüyorsun, iyi olacak mıyım dersin?” Cemal’in boğazı düğümlenmiş, yutkunmuş, gözleri dolmuş, Paşasına yanıt verememiştir. Cemal’in üzülmesinin önüne geçmek için son suyunu yudumlamadan önce; “Her gelişin, bir gidişi vardır.” demiştir.

10 Temmuz’da kendini çok iyi hissetmiş, etrafına neşeli görünmeye çalışmış, Savarona ile Florya Köşkü’ne hareket etmiştir. Savarona’nın hareket ettiğini gören halk sevinç duymuş, çünkü geziyi halkı için istemiştir. Sarayburnu’nda 1-2 dondurma yemiş, kendini çocuklar gibi şen hissetmiş, Florya’ya varıldığında 2 dondurma daha yemiş, dönüş yolculuğunda da 2 dondurma yemiştir. Doktorlar yasak olmasına rağmen müsaade etmişler, ancak Büyükdere önlerinde neşesi birdenbire kesilmiş, dudaklarındaki gülümseme silinmiştir. Atatürk’ün “Hafif bir baş ağrısı ve kırıklık hissediyorum! Dönelim!” demesi üzerine, Dolmabahçe Sarayı’na dönülmüş, yolda rahatsızlığı daha da artmıştır. Doktorlar kendisini muayene ettiğinde, rahatsızlığına konulan tanı; “Zatürre başlangıcı” olmuştur. Siroz tedavisi görürken zatürreeye yakalanmasına nasıl izin verilmiştir? Dünyanın gözünün üzerinde olduğu bir lider, uzman doktorların gözetimi altında olmasına rağmen bir gün içinde zatürre olmuştur.

16 Temmuz’da Fransız Prof.Dr.Fiessinger üçüncü kez gelmiş, Savarona’da muayene etmiş ve durumunu çok daha ağırlaşmış bulmuştur. Türk doktorlarının karnındaki suyun artma olasılığına dikkatlerini çekmiş ve “İlaçları mutlaka kullanmaya devam etmeli, su birikmesi devam ederse kesinlikle su alınmalı.” tedavi yöntemine devam edilmesini istemiştir. Falih Rıfkı Atay; “Atatürk, rahatsızlığını kimseye hissettirmemeye çalışmış ve öleceğini anlamışa benziyordu. Atatürk’ün ölüm felsefesi sade idi; Ölümü istemek bir cesaret değildir ama ölümden korkmak ahmaklıktır.” sözü ile cesaretini belirtmiştir. Gelişine çocuklar gibi sevinerek beklediği Savarona'da, 24 Temmuz’a kadar kalmıştır.

Atatürk'ün hastalığı ağırlaşınca doktorları karaya çıkarılmasına karar vermiş ve 25 Temmuz’da gece 01.00’de Dolmabahçe Sarayı'na nakledilmiştir. Viyana Tıp Fakültesinden Prof.Dr.Hans Eppinger ve Berlin Tıp Fakültesi 2’nci Dâhiliye Kliniği direktörü iç hastalıkları uzmanı Prof.Dr.Ernst Von Bergmann, 31 Temmuz-6 Ağustos 1938 günlerinde ayrı ayrı ve Türk doktorları ile konsültasyonlar yapmışlardır. 31 Temmuz Pazar günü Dolmabahçe Sarayı'nın 71 numaralı odasında muayene ettiği hastanın samimi kişiliğiyle bilinen, dünya asker ve siyasi tarihine damga vuran cesur bir asker, dahi bir politikacı ve dünyanın tanıdığı bir devrimci olduğunu biliyordu. Uzmanlık alanı karaciğer rahatsızlığı olan Dr.Eppinger, bu kez karaciğer sirozu teşhis koyacağı ve kendi yöntemlerini uygulayacağı hastası Türkiye'nin lideri ve dünya politika tarihine yön veren Atatürk’tür.

Doktorlar; “Çiğ meyve kürü ve bol bol karpuz kavun yedirilmeli.” diyetini vermişlerdir. Uygulanacak tedavi yöntemi ve kullanılacak ilaç olarak; “Karnındaki asidin boşaltılması için hastanın bedenine idrar söktürücü mahiyette olan “Salyrgan” ilacının enjekte edilmesi gerekir” demiştir. Doktorlar şaşırmıştı, çünkü ilacı ilk kez deneyecekti. Dr.Von Bergmann, muayene sonucu teşhisi; “Hasta sirozdur.” tanısını koymuştur. O da aynı kür ve ilacı uygun görmüş; “Bolca kavun, karpuz, çiğ meyve kürü ve Salyrgan.” Doktorlar o günkü raporda “siroz” teşhisini, ilk kez hep birlikte koymuş ve son cümle bir tarihin göçtüğünün ilk kanıtı olmuştur. “Durum ciddi ve vahimdir.” Dr.Eppinger ve Dr.Bergmann’ın teşhisi; “Dalak ve bağırsaklardan gelen kanı, karaciğere taşıyan büyük toplardamarın pıhtı ile tıkanması” raporda; “Atatürk'te bir siroz vardır. Asit yapmış, biraz hafif şiddette sarılık oluşmuştur.” yazmıştır. Dr.Eppinger ve Dr.Bergman, 6 Ağustos 1938 saat 17.00’de son kez muayene etmiş ve Salyrgan ilacını kullanması ve diyet yapması kararlaştırmıştır.

(Devam Edecek)

Dr. Cengiz TATAR
Dr. Cengiz TATAR
Tüm Makaleler

  • 07.11.2024
  • Süre : 7 dk
  • 725 kez okundu

Google Ads