Vefatının 83. Yıldönümünde ATATÜRK’ü Tanımak ve Anlamak
Bugün 10 Kasım 2021, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN vefatının 83.Yıldönümünde Türk Milleti olarak onu minnetle, rahmetle, özlemle, sevgi ve saygıyla anıyoruz.
Bugün 10 Kasım 2021, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN vefatının 83.Yıldönümünde Türk Milleti olarak onu minnetle, rahmetle, özlemle, sevgi ve saygıyla anıyoruz.
Mustafa Kemal ATATÜRK, 1881’de Selanik’te Ahmet Subaşı Mahallesi’nde, üç katlı orta halli pembe evde doğmuştur. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım’dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi, Aydın-Söke tarafından göç edip Selanik’e yerleşmiştir. Zübeyde hanımın babası Feyzullah Hacı Sofular, Karaman-Konya’nın Karamanoğullarından alınması ile Makedonya’ya ve 1810’da Vodina-Sarıgöl bucağından göç edip Selanik yakınlarındaki Lankaza kasabasına yerleşmiştir. Türkmen boylarından Türk ailesinin kızı, Kocacık Yörüklerindendir. Ali Rıza Efendi, 1871’de Zübeyde Hanım’la evlenmiş ve 28 Kasım 1893’te vefat etmiştir. 5 kardeşinden 4’ü küçük yaşlarda ölmüş, 18 Ocak 1956’e kadar yaşamış olan Makbule Atadan ailesini; “Babam, Ali Rıza Efendi yerli olarak Selaniklidir. Kendileri “Yörük” sülalesindendir. Annem her zaman “Yörük” olmak ile iftihar ederdi”. Sözleri ile anlatmıştır. ATATÜRK, Haziran 1887’de Hafız Mehmet Efendi mahalle mektebinde öğrenime başlamış ve babasının isteği ile ilkokulu Selanik’te Şemsi Efendi Mektebi’nde okumuştur.1893’te babasını kaybetmesi ile bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selanik’e dönüp okulunu bitirmiş ve 1893’de Selanik Askerî Rüştiye’ye girmiştir. Bu okulda Matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Sabri Bey adına “Kemal”i ilave etmiştir. 13 Mart 1896’da Manastır Askeri Lisesine girmiş, 1998’de sınıf dördüncüsü olarak bitirip, 13 Mart 1899’da İstanbul Pangaltı’da Harp Okulu’nda öğrenime başlamıştır. 10 Şubat 1902’de Teğmen rütbesiyle mezun olmuş, Harp Akademisi’ne devam etmiş ve 11 Ocak 1905’te Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle akademiden mezun olmuştur. 1905-1907 yılları arasında ilk görev yeri olan Şam’da 5.Ordu emrine görevlendirilmiştir. 20 Haziran 1907’de Kıdemli Yüzbaşı olmuş ve 13 Ekim 1907’de Manastır’a 3.Ordu’ya atanmış, 19 Nisan 1909’da Hareket Ordusu’nda Kurmay Başkanlığı görevi yapmıştır. 1911’de İtalya’nın Trablusgarp’ı işgal ile Tobruk’a gönderilmiş, 22 Aralık 1911'de Tobruk Savaşını kazanmış ve 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına görevlendirilmiştir. Bu görevlerini başarı ile tamamladıktan sonra Binbaşı rütbesiyle Gelibolu ve Bolayır'daki birlikleri ile Balkan Savaşı’na katılmıştır.
1913-1915 yıllarında Sofya’da Askeri Ateşe görevinde bulunmuş ve bu görevde iken 1914’te Yarbaylığa yükselmiştir. 1915’te I. Dünya Savaşı’nda 19.Tümen Komutanı olarak Tekirdağ'da görevlendirilmiş ve Çanakkale Savaşı’na katılmıştır. Çanakkale’de kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez" dedirtmiş ve 25 Nisan 1915’te Arıburnu’na çıkan düşman kuvvetlerini, komuta ettiği 19.Tümen Conkbayırı’nda durdurmuştur. 1 Haziran 1915’te Albaylığa yükselmiş, Anafartalar Grubu Komutanı olarak 9-10 Ağustos'ta Anafartalar, 17 Ağustos'ta Kireçtepe ve 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferlerini kazanmıştır. Çanakkale Savaş’ında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusunun onurunu korumuş ve askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum" diye tarihe geçen emri ile cephenin kaderini değiştirmiş ve “Anafartalar Kahramanı” unvanı kazanmıştır.
1916’da Edirne ve Diyarbakır’da görev almış ve 1 Nisan 1916’da Tümgeneralliğe yükselmiştir. Rus kuvvetleri ile savaşarak, Bingöl ve Muş’u düşmandan geri almıştır. Şam ve Halep’teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917’de İstanbul’a gelmiştir. 5 Temmuz 1917'de Halep’e 7.Ordu Komutanı olarak göreve başlamış ve cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yapmıştır. 17 Ekim başında görevinden istifa etmiş ve 7 Kasım 1917’de Genel Karargâh’ta görevlendirilmiştir. 15 Aralık-4 Ocak 1918’de Veliaht Vahdettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulunmuş ve bu seyahatten sonra böbrek rahatsızlığı nedeniyle Viyana ve Karlsbad'a giderek tedavi olmuştur. 15 Ağustos 1918’de 7.Ordu’ya komutan olarak Halep’e geri dönmüştür. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirilmiş ve 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelip Millî Savunma Bakanlığı’nda görevine başlamıştır.
19 Mayıs 1919'da 9.Ordu Müfettişi olarak Samsun'a çıkmış, 22 Haziran 1919'da Amasya'da, Türk milletine, “Vatanın bütünlüğünün ve milletin bağımsızlığının tehlikede olduğunu, Milletin İstiklalini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını” ilan etmiştir. 23 Temmuz-7 Ağustos 1919’de Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919’da Sivas Kongresi ile vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağlamıştır. Kongrelerde, “Düşman işgaline karşı milletin vatanı savunacağı, bu amaçla geçici bir hükümetin kurulacağı ve bir millî meclisin toplanacağı, manda ve himayenin kabul edilmeyeceği” kararları alınmış ve tüm dünyaya açıklanmıştır. 27 Aralık 1919'da Ankara'da gelmiş, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’nin 23 Nisan 1920’de açılışı ile Meclis ve Hükümet Başkanı seçilmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması yolunda önemli adımlar atmıştır. 23 Ağustos -13 Eylül 1921’de 22 gün geceli gündüzlü süren Sakarya Meydan Savaşı’nın zaferle sonuçlanması ile TBMM tarafından “Mareşal” rütbesi ve “Gazi” unvanı verilmiştir. Vatan topraklarını düşman işgalinden kurtarmak için 26 Ağustos 1922’de “Büyük Taarruz” başlamış, 30 Ağustos 1922’de Yunan Ordusu’nu bozguna uğratarak 9 Eylül 1922’de İzmir’e girmiştir.11 Ekim 1922’de Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın imzalanması ile İtilaf Devletleri işgal ettikleri Türk topraklarından çekilmiştir. 13 Ekim 1923'te Ankara Başkent olmuş ve 29 Ekim 1923’de Cumhuriyetin ilan edilmesi ile ilk Cumhurbaşkanı seçilmiştir.
ATATÜRK, özel hayatında sadelik içinde yaşamış ve 29 Ocak 1923’te Latife Hanımla evlenmiş, evlilik 5 Ağustos 1925’e kadar sürmüştür. 24.11.1934 gün 2587 sayılı kanunla “ATATÜRK” soyadı verilmiş ve başkaları tarafından kullanılması yasaklanmıştır. Afet İnan, Sabiha Gökçen, Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edinmiştir. Abdürrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine almıştır. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok sevmiştir. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi olmuştur. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif almıştır.“Sakarya” adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer vermiştir. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet etmiş ve ülkenin sorunlarını tartışmıştır. Temiz ve düzenli giyinmeye özen göstermiş, doğayı çok sevmiş, Atatürk Orman Çiftliği'ni yaratmıştır.
ATATÜRK’ÜN hastalık süreci ilk olarak akciğer iltihabı ile 1916’da başlamış ve 1918’de böbrek rahatsızlığı baş göstermiştir. Bir sene sonra ise kulak ağrıları başlamıştır. Hastalığının başlarında uzun denecek bir süre teşhis konulamamıştır. Teşhis konuluncaya kadar geçen sürede doktorların ve yanındaki kişilerin kafalarında hep gelgitler ve şüpheler yaşandığı halde sadece kaşıntıya karşı savaş verilerek adeta zaman kaybedilmiştir. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı zaman 5, 6 saatte bir sıcak banyo ile rahatsızlığını gidermeye çalışmıştır. 1924’te kalp krizi teşhisi konan bir göğüs ağrısı yaşamış ve 1927’de ise bir enfarktüs krizi geçirmiştir. Bu süreçte, sık sık burun kanamaları ve vücudunda kaşınmalar başlamıştır. Doktor Asım Arar; “Atatürk’ün ölümüne neden olan karaciğer hastalığının başlangıcının 1936 yılı sonları olduğunu” belirtmiştir. 1937 yılı sonlarında sağlığı iyice bozulmaya başlamış ve öldürücü hastalığın ilk belirtisi; halsizlik, isteksizlik, sık sık burun kanamaları ile ortaya çıkmıştır.
ATATÜRK, 20 Ocak 1938’de Yalova’ya son kez geleceği yolculuğuna başlamış, yeni açılan Termal Otelinin ilk konuğu olarak gelmiş ve bir tedavi kürü geçirmeye karar vermiştir. Yalova'da bulunduğu sırada sık sık burun kanamaları geçirmiş, kaşıntılar artmış ve ciddî olarak hastalanmıştır. O’nun rahatsızlığına ilk teşhisi koyan kaplıcanın yöneticisi Prof.Dr. Nihat Reşat Belger; “ATATÜRK’Ü ilk kez 22 Haziran 1937’de Yalova’da muayene ettim. O tarihte kendisinde siroz hastalığına ait hiçbir bulgu göremedim. Fakat bu tarihten 8 ay sonra yine Yalova’da yaptığım muayenede karaciğerdeki rahatsızlığın bulgusunu tespit ettim.” teşhisini koymuş, döküntünün karaciğerindeki rahatsızlık nedeniyle “Siroz” hastalığı olduğunu açıklamış ve ölümüne kadar tedavisi ile uğraşmıştır. Reşat Belger, Ruşen Eşref Günaydın’a; “Atatürk geceyi Teram Otel’deki apartmanında geçirdi. Ertesi sabah oteldeki kendine özel olarak yaptırılan banyo dairesine girdi ve beni çağırdı. Şikâyetlerini bildirdi. Kaşıntıya çare bulmasını istiyordu. Dedim ki: müsaade buyurursanız önce zat-ı devletinizi bir muayene edeyim, kaşıntının sebeplerini tespite çalışayım”. ATATÜRK; Doktor, kaşıntıyı buldunuz mu? Nedir? Belger; “Evet efendim. Bu teşhisimin isabetinde şüphenin gölgesi bile yoktur. Karaciğeriniz sertleşmiş ve biraz büyümüştür. İşte kaşıntının tek nedeni bu karaciğer rahatsızlığıdır”. Ancak bugüne kadar kendisine karaciğer rahatsızlığından bir kez bile söz edilmemiş olması ATATÜRK üzerinde büyük tesir yaratmıştır. Özel doktoru Neşet Ömer İrdelp de, muayene ederek “Atatürk’ü istediğiniz gibi tedavi ediniz kardeşim.” sözü ile teşhis ve tedaviyi onaylamıştır.
Başbakan Celal Bayar, ATATÜRK’ÜN hastalığından 28 Şubat 1938’de Ankara’daki Balkan Konferansı sırasında haberdar olmuştur. Almanya ve Fransa’dan iki ünlü yabancı uzman doktor çağırmak için izin istemiştir. Ancak, ATATÜRK; “Ortalıkta Hatay meselesi var. Hastalığım dışarıda duyulursa iyi olmaz. Bu noktayı değerlendirmek lazımdır” şiddetli ısrara rağmen Avrupalı doktor kontrolünü kabul etmemiştir. Ne yazık ki doktorlar yaptıkları görüş alışverişi sonucunda durumunun kritik olduğunu belirtmişlerdir. Celal Bayar; 15 Mart 1938’de; “Yabancı doktorların gelmesini rica ettiğim zaman reddetmiş ve böyle bir çağrının Hatay davası üzerine etki edeceğini ileri sürmüştünüz. Bizim için en büyük dava, sizin sağlığınızdır. Türk milletinin sağlığınızdan öte bir kaygısı olmadığını arz etmek vazifemdir. Lütfen izin verin de bir yabancı uzman getirelim”. Yabancı uzmanların kontrol ve tedavi şeklini gözden geçirmesi isteğine bu kez ATATÜRK; “Çocuk. Ne yapacaksan çabuk yap, anlıyorum, ben hastayım”. Fransız Prof.Dr. Fiessinger, 28 Mart’ta Çankaya’da muayene etmiş; “Hastasınız. Ben sizi iyi edeceğim. Siz büyük bir kumandan olabilirsiniz, büyük zaferler kazanmış olabilirsiniz. Fakat bu işin kumandanı benim. Yardımınızı istiyorum, bana yardım edeceksiniz”. 30 Mart 1938’de sağlığı ile yayınlanan ilk tebliğde Fiessinger’in; bir grip geçirdiği ve sağlığında endişe verici bir durum olmadığı, kendisine 1,5 ay istirahat tavsiyesinin yeterli görüldüğü, ancak tavsiyelere uyarsa 7-8 yıl daha yaşayabileceğini belirtilmiştir.
ATATÜRK, birkaç gün sonra hasta değilmiş gibi hareket etmeye başlamış ve Ankara’da 19 Mayıs törenlerini izlemiştir. “Hatay meselesi benim şahsi davamdır. Alacağız” 21 Temmuz 1936’da söz verdiği “Hatay Meselesini” çözmek için 20-24 Mayıs 1938’de İskenderun sancağında seçim tarihi yaklaşırken, Fransızlara baskı yapmak amacıyla hasta olmasına rağmen, ölümüne davet çıkarttığı Mersin ve Adana'ya gezisine çıkmıştır. Kızgın güneş altında askerî birlikleri teftiş edip tatbikat yaptırmış, çok yorgun düşmüş ve iki üç kez burun kanaması geçirmiştir. Ülkü edindiği millî dava uğruna kendi sağlığını hiçe saymıştır. Gezisi, Fransızların bölgeye Türk askerlerinin girmesine izin vermelerini sağlamıştır. Ölümüne girdiği muharebeleri kazanmıştır, ancak bu sefer ölüme karşı meydan savaşına girmiştir. Ne yazık ki bu savaşı kaybedecektir. Bu seyahat hastalığının artmasına sebep olmuş ve 26 Mayıs'ta Ankara'ya dönmüştür. 26 Mayıs 1938’de bir daha dönmemek üzere tedavi ve istirahat için İstanbul’a gitmiştir. 27 Mayıs’ta Dolmabahçe’ye yerleşmiş ve 29 Mayıs’ta Dr.Neşet Ömer İrdelp tarafından muayene edilmiş ve karnında su toplanmaya başladığı belirtilmiştir. Doktorların deniz havasının iyi geldiğini belirttikleri için 1 Haziran’da Savarona Yatı'na Hasan Rıza Soyak, Salih Bozok, Kılıç Ali ve yaveri Celal ile birlikte gitmiştir. Bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etmiş, İstanbul'a gelen Romanya kralı ile görüşmüş ve Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etmiştir. 8 Haziran’da Prof.Dr.Fiessenger Savarona’da; “Hasta sessiz ve asude bir hayat geçirecek, zihni ve bedeni her türlü yorgunluktan kaçınacaktır”. önerisinde bulunmuştur. 14 Haziran’da ATATÜRK, Cenevre’deki Afet’e yazdığı mektupta;”Hastalığının tedavi edilmemesinin doktorların suçu olduğundan yakınmıştır”. Bu dönemde yapmış olduğu çalışmalar ile rahatsızlığı artmıştır.
16 Temmuz’da Fransız Prof.Dr.Fiessenger, Savarona’da muayenede durumunu çok daha ağırlaşmış bulmuş; “Tıbbın yardımı ile Atatürk nihayet bir iki yıl daha yaşayabilir. Fakat şimdi yatağa gittiğinizde bağırsak veya beyin kanamasından onu ölmüş bulabilirsiniz. Tedbirlerinizi buna göre alın”. Falih Rıfkı Atay; “Atatürk, rahatsızlığını kimseye hissettirmemeye çalışmış ve öleceğini anlamışa benziyordu. Atatürk’ün ölüm felsefesi sade idi; “Ölümü istemek bir cesaret değildir ama ölümden korkmak ahmaklıktır.” sözü ile cesaretini belirtmiştir. 24 Temmuz’a kadar Savarona'da kalan Atatürk'ün hastalığı ağırlaşınca doktorların kararı ile Dolmabahçe Sarayı'na nakledilmiştir. Berlin Dahiliye kliniği direktörü Pof.Dr.Von Bergmann ve Viyana Tıp Fakültesinden Prof.Dr. Eppinger 31 Temmuz-6 Ağustos 1938’de Türk doktorları ile muayene konsültasyonları sonucunda karın boşluğundan su alınmasına karar vermişlerdir. ATATÜRK, su alınmasını kabul etmiş, ancak riskli olduğunu anlayınca hastalığının ciddiyetini kavrayarak 5 Eylül 1938'de vasiyetini yazmıştır. Vasiyetinde; servetinin büyük bir kısmını Halk Fıkrasına, çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını Ankara ve Bursa Belediyesine bağışlamıştır. Mirasından kız kardeşi Makbule’nin aylık giderlerinin karşılanmasını ve Çankaya’dan ev alınmasını, 5 manevi kız evlatlarının aylık giderlerini karşılanmasına ve Sabiha Gökçen’e ev alınmasını, İsmet İnönü’nün çocuklarının eğitimlerinin aylık giderlerinin karşılanmasını sağlayacak gerekli tutar ayrıldıktan sonra geriye kalan miktarı Türk Dil ve Tarih Kurumlarına bağışlamıştır.
Hastalığının karınca ısırması olduğunu bile iddia eden doktorlar olmuş, ancak yaşamını bilime adamı olan Prof.Dr.Gülendame Saygı; ATATÜRK’ÜN idrar yolları rahatsızlığına ve siroza sebep olan “Şistozoma” türü parazitleri Ortadoğu’daki sıcak topraklarında görev yaptığı sırada, büyük olasılıkla Kahire’de kapmış olabileceğini düşünmüştür. Onun kimi zaman at sırtında, hatta bazen yaya olarak yaptığı uzun yolculukların birinde, örneğin Kahire’ye giderken yıkandığı sudan ve o coğrafyada çok yaygın olan parazitlerinden bulaşmış olabileceğine inanmıştır. Hastalığının sebebinin alkol olmadığını; “Sirozunun nedeni alkol değil, işte bu parazitlerdi.” Muayene ve tedavisi için dört kez gelen Prof.Dr.Fissenger; “Bu hastalığın sırf içkiden geldiği yolundaki düşünce doğru değildir. Benim, Fas, Tunus ve Cezayir’den gelen birçok Müslüman hastalarım var ki, ömürlerinde ağızlarına herhangi ispirtolu bir içki koymamışlardır. Bence bunlar arasında özellikle dengesiz beslenme tarzı ve devamlı kabızlık gibi sebepler başlı başına yer tutmaktadırlar.” Dr Saygı’nın tespitine bir diğer kanıt olmuştur.
21’inci asrın en büyük lideri, milli kahramanı, bir büyük deha, milletinin ve insanlığın elinden gitmeye başlamıştır. Bu hastalık dönemine “Hatay Meselesi” ona büyük acı ve ıstırap vermiştir. ATATÜRK’ÜN ağır hastalığı, Mart 1938’den 10 Kasım’a 8 ay sürmüştür. Hastalığı her geçen gün daha da ilerlemiş, üst üste karnında su toplanması ile 13 Ekim’de karnından su alınmıştır. Hastalığı ile ilk defa 17 Ekim 1938’de komaya girmiş, 18 Ekim’e kadar devam etmiş ve 19 Ekim’de yavaş yavaş komadan çıkmıştır. Komayı takip eden süreçte bir süre Savarona yatında kalmış, daha sonra Dolmabahçe Saray’ına kaldırılmıştır. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları için Ankara’ya gidebileceğini söylemiş, bütün arzusu Cumhuriyetin 15’inci yıldönümü törenlerinde bulunmak, ordusu ve milleti ile vedalaşmak istemiştir. Ancak sağlığı tekrar kötüleşip, Ankara’ya gitmekten ümidini kesince; “Bu zayıf halimle Ankara’ya gitmekte bir fayda görmüyorum. Gidersem hiç kimsenin yardımı olmadan hiç olmazsa otomobile kadar yürüyebilmeli, arkadaşlarımla selamlaşabilmeliyim, bunu yapamayacak olduktan sonra değmez. Ankara’ya gitmeyeceğim”. Celal Bayar’a; “Büyük komutaya, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan böyle de bütün işlerinizde başarılar dilerim. Arkadaşlarıma benim selam ve muhabbetlerimi söylemeyi unutma”. 29 Ekim 1938’de, Türk milletine ve ordusuna yayımladığı son mesajını Başbakan Celâl Bayar’ı okumuş; “Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu, Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini, dâhilî ve haricî her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an yapmaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır”. Türk Ordusu'nun önemini ve ona olan güvenini belirtmiştir. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı gecesi, vapurla Dolmabahçe Sarayı’nın rıhtımına yaklaşan askeri okul öğrencileri, askeri bandonun çaldığı marşlar eşliğinde hep bir ağızdan, “Dağ başını duman almış, Gümüş dere durmaz akar” söyleyerek geçerken, “ATATÜRK’Ü, Atamızı görmek istiyoruz.” sesleri göklere yükselmiştir. Hepsinin başı ve gözleri pencerelerde, bütün kalpler onun için çarpmıştır. Koluna girilerek yatağından kaldırılmış, pencere kenarında oturtturulmuş, öğrencileri selamlamış ve mırıldanarak kendilerine eşlik etmiştir. “Bu bayramlar ve yarınlar sizindir, güle güle” sözü ile ölüm döşeğine gözyaşları ile dönmüştür. Türk gençliği Atası ile vedalaşmış ve helalleşmiş, çünkü bu onlarla son karşılaşması olmuştur.
ATATÜRK, 8 Kasım 1938’de 2’nci ve son kez ağır komaya girmiş, 9 Kasım’da devam etmiş ve Cumhurbaşkanı Genel Sekreterliği saat 10.00, 20.00 ve 24.00’te yayımlanan tebliğler ile durumunun kötüye gittiği belirtilmiştir. O, bir defa 3 gün süren komaya girmiş, bundan kurtulmuş ve doktoru; “Size edebi bir şey söylemiyorum, yirminci asır tıbbının kudretini bilen bir insan olarak söylüyorum, ölüm ondan korktu” demesine rağmen ikinci ve son komadan uyanamamıştır.
ATATÜRK; 10 Kasım 1938 sabahı saat 9.05'te sert bir asker bakışı ile başucundaki hekime doğru dönmüş, gözlerini açmış, o güzel mavi gözleri son kez başında bekleyen Hasan Rıza Soyak, Kılıç Ali ile Salih Bozok, Muhafız Bölük Komutanı İsmail Hakkı Tekçe’ye yöneltmiştir. Dolmabahçe Sarayı'nda dünyayı etkileyen, büyüleyen gözler artık sonsuza kadar kapanmış ve son nefesini vermiştir.
Dr.Mim Kemal Öke açıkgözlerini kapatmış, Dr.Kamil Berk’de Gazi Mustafa Kemal (G.M.K) işlemeli beyaz ipek mendille çenesini bağlamıştır. Hasan Rıza Soyak, son sözlerinin Prof.Dr.Neşet Ömer İrdelp’e; “Aleykümselam” söylediğini belirtmiştir. Onun vefatından birkaç dakika sonra odaya giren Salih Bozok, cansız bedenini görünce dışarı çıkmış ve tabanca ile göğsünden vurmuş, ancak kurşun kalbini sıyırıp geçmiştir. Atatürk’ün hastalığının tedavisi için görevlendirilen ve vefatında yanında bulunan Prof.Dr.Neşet Ömer İrdelp, Prof.Dr.Mim Kemal Öke ve Prof.Dr.Nihad Reşat ile Prof.Dr.Akil Muhtar Özden, Prof.Dr.Hayrullah Diker, Prof.Dr.Süreyya Hidayet Serter, Dr.Mehmet Kamil Berk ve Dr.Abravaya Marmaralı’dan oluşan ekip vefatı; “Reisicumhur Atatürk’ün umumî hâllerindeki vahamet dün gece saat 24’te neşir edilen tebliğden sonra her an artarak bugün, 10 Kasım 1938 Perşembe sabahı saat dokuzu beş geçe büyük şefimiz derin koma içinde terki hayat etmişlerdir” raporu ile ilan etmiştir.
10 Kasım’da; “Türk vatanı büyük yapıcısını, Türk Milleti Ulu Şefini, insanlık büyük evladını kaybetti” hükümet bildirisi ile Türk milleti, kendisine yirmi yıla yakın rehberlik etmiş büyük liderinin vefatını öğrenmiştir. 16 Kasım’da, Türk bayrağına sarılmış ve mukaddes naaş’ı özel bir katafalk üstünde Dolmabahçe Sarayı’nın büyük kabul salonuna konulmuş halk katafalkın önünden akıp geçmiştir. Türk halkı, 3 gün 3 gece önünden gözyaşları ile geçen bir insan seli, ulu önderine karşı duyduğu saygı, minnet ve bağlılığını ifade etmiştir. Naaş’ının Ankara’ya nakil işlemi için 19 Kasım saat 08.10’da seçkin İslam bilgini ve ilahiyatçısı Ord.Prof.Dr.Şerafettin Yaltkaya tarafından Müslüman usulünce vücudu yıkanmış, cenaze namazı ile kıldırılmış ve naşı büyük bir törenle12 general omzunda katafalkı saat 12.45’te Zafer Torpidosuna taşınmıştır. Donanmamız ve yabancı gemilerin eşlik ettiği Yavuz Zırhlısı’yla 19.30’da İzmit’e ve saat 20.20’da özel trenle Ankara’ya gönderilmiştir. Tren istasyonlarda yavaşlatılmış ve halkın son sevgi ve saygılarını sunmalarına olanak verilmiştir. 20 Kasım 1938’de saat 10.30’da naaş’ı Ankara garında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, TBMM Başkanı Abdülhalik Renda, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, bakanlar, milletvekilleri, ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından törenle karşılanmıştır. Başbakan Celal Bayar, tabutun arkasındaki vagonda Hasan Rıza Soyak ve bazı eski arkadaşları ile beraber gelmiştir. Naaş’ı, TBMM önünde saat 12.10’dan itibaren halkın ziyareti için hazırlanan katafalka konmuştur. Silâh arkadaşları tarafından tutulan saygı nöbeti, 20 Kasım 1938 saat 10.30’da başlamış ve 21 Kasım saat 09.00’a kadar devam etmiştir. 21 Kasım 1938’de sivil ve askerî yöneticiler ile çok sayıda yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulunduğu ve on binlerce insanın katıldığı büyük bir askeri tören yapılmıştır. 17 dünya devleti özel temsilcilerini göndermiş ve 9 ülkeden korteje askeri birlikler katılmıştır. Çanakkale’de ve diğer muharebelerde ona karşı savaşmış yabancı generaller törende dikkati çekmiştir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü cenazede; “Eşsiz kahraman Atatürk; vatan sana minnettardır” Türk Milleti’nin ulusal kahramanına veda etmiştir. Naaş’ı, kendisine layık bir anıt kabir inşa edilinceye kadar geçici istirahatgâhı Ankara Etnografya Müzesi'nde kabre konmuştur. Türk milleti, bu büyük insana lâyık Rasattepe'de Anıtkabir yaptırmış ve 10 Kasım 1953'te Etnografya Müzesinden alınan naaşı görkemli bir törenle ebedî istirahatgâhına Anıtkabir'e getirilmiştir. Şeref holünde tek parça mermerden yapılan mozolenin tam altında yer alan sekizgen odanın içinde hazırlanan mezarda, İslami kaidelere uygun, dualarla ile yurdun her ilinden ve Kıbrıs’tan getirilmiş topraklar ile hazırlanan “vatan toprağı” büyük ATA’sını kucaklamış ve ölümsüz vücudu vatandaşlarına emanet edilmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, “Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir. İki Mustafa Kemal vardır. Biri ben, et ve kemik, fert olan, fani olan Mustafa Kemal. İkinci Mustafa Kemal onu “ben” kelimesi ile ifade edemem; o, ben değil, "Bizdir". Yani sizler, çalışan köylü, uyanık, münevver, milliyetperver vatandaşlar. İşte o Mustafa Kemal ölmez. O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni yaşam ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!” Avrupa’nın “Hasta Adamını” yatağından kaldırıp ona yeni bir hayat ve canlılık veren parlak ve ilham verici bir lider olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, Lozan Antlaşması ile sömürgecilik şartlarını yırtmış ve Batı’nın egemenlik ve baskısından kurtulan ilk millet olmuştur. Ülkeyi kalkındırma ve halkının hayat düzeyini yükseltmek ve Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak" amacıyla siyasal, toplumsal, hukuk, eğitim ve kültür, ekonomi alanında bir dizi devrimler yapmıştır. Devrimleri ile kadını, vicdanı ve düşünceyi hür, özgür ve bağımsız kılmış, ümmetçiliğin yerini milletçilik almıştır. Ziraat ve ticaret kaynakları millete mal edilmiş, milli ve yerli endüstri doğmuştur. Milli bankalar kurulmuş, yabancı ve imtiyazlı şirketler millileştirilmiştir. Yazı ve dil değişerek, Arap kültürü köleliğinden kurtulmuştur. Türk Milleti tarihinin en karanlık anında, yeni bir hayat ve umut getirmiştir. 1932’de Milletler Cemiyeti’ne girilmesi, 1934’te Balkan Antantı’nın imzalanması, 1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve 1937’de Sadabat Paktı gibi girişimleri ile Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada etkili bir aktör olarak öne çıkmasına neden olmuştur. Cumhuriyet Halk Partisi Kongresi, 26 Aralık 1938’de Atatürk’e “Ebedi Şef” unvanını vermiştir.
Ulusal bağımsızlığımızın mimarı, Cumhuriyetimizin kurucusu, büyük önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN aramızdan ayrılışının 83’üncü yılında, O’nu kaybetmenin hüznünü yaşarken, O’na olan inancımızı tazeliyor, devrimlerine olan bağlılığımızı bir kez daha yineliyoruz. O, yalnızca Türk milletinin Kurtuluş Savaşı’nı başarı ile yöneten bir yetenekli komutan değil, aynı zamanda gerçekleştirdiği devrimler ile de 21’inci yüzyılın dahi dünya lideri olmuştur.
57 yıl süren yaşamının büyük kısmında, yurttaşının ve yurdunun özgürlüğü, milletinin ve vatanının bağımsızlığı ve mutluluğu için yılmadan çalışmış, bu emeklerinin sonucunda da girdiği her mücadeleden zaferle çıkmıştır. Emperyalist dış güçlere ve işbirlikçisi yönetime karşı tüm güçlükleri, olanaksızlıkları, isyan ve ihanetleri göğüsleyerek ölüm-kalım savaşı olan Milli Mücadeleyi, Kuvay-i Milliye ruhu ve ateşiyle kazanan Mustafa Kemal ATATÜRK ve silah arkadaşlarının yarattığı Türk mucizesi, tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği ve aydınlamayı amaçlaya bir “ulusal savaşı” gelecek nesillere anlatmak bizlerin görevidir. 623 yıllık bir imparatorluğun padişah-halife saltanatının kalıntılarını temizlemiş, demokrasiyi amaçlayan bir Cumhuriyet kurmuş, kul-köle olan insanı ulusun öğesi olan yurttaş düzeyine yükseltmiş, erkek egemenliğinin yerini kadın erkek eşitliğinin almış, ümmet yığınından ulus düzenine geçen tam bağımsız, modern, çağdaş ve uygar “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” kurmuştur. “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır” ve “Görevim, bitmemiştir, bitmeyecektir, ben toprak olduktan sonra da devam edecektir.” Toplumsal görevi vefatından sonra bitmedi, 83 yıl sonra bile devam ediyor. Ulus bilincimizde, ulusal birlik ve bütünlüğümüzde, bağımsızlığımızda yaşıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve devrimlerin sahibi olan ATATÜRK, “Olmasaydın Olmazdık. İsterse Geçinmek İçin Bir Dilim Kuru Ekmek Geçmesin Elimize, Dünya Düşse Peşimize, Yer Sarsılsa Yerinden, Ne Sen’den Geçeriz Ne Senin Eserinden.” Adını Türk Tarihine altın harflerle yazdıran büyük lider güçlü fikirleriyle ve sağlam eserleriyle sonsuza kadar Türk Milleti’nin kalbinde yaşayacaksın ve yaşatılacaksın.
KAYNAKÇA;
ATATÜRK’ÜN Bütün Eserleri, (1929-1930). Kaynak yayınları, C-18, 2011, İstanbul.
ATAY, Falih Rıfkı, Çankaya, Pozitif Yayınları, İstanbul.
KOCATÜRK, Utkan, “Ulu Önder Atatürk'ün Hastalığı, Son Günleri ve Ölümü. (10 Kasım 1938)”, ATATÜRK Araştırma Merkezi, Sayı 2, Cilt: I, Mart1985, Ankara.
KOCATÜRK,Utkan, “Doğumundan Ölümüne Kadar ATATÜRK Günlüğü”, ATATÜRK Araştırma Merkezi, 2007, Ankara.
LEWİS,Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu, 2007, Ankara.
MÜTERCİMLER,Erol,Fikrimiz Rehberi, Gazi Mustafa Kemal, Alfa Yayınları, 2008, İstanbul.
SOYAK, Hasan Rıza; ATATÜRK’ten Hatıralar II, 1973, İstanbul.