Site İçi Arama

ua-iliskiler

12 Eylül 1980 Darbesi, Türk-Amerikan İlişkisini Onarabildi mi?

Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı CIA’in Türkiye’deki İstasyon Şefi Paul Henze’nin dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’a, “Sizin çocuklar darbeyi yaptı!” şeklinde müjdelediği 12 Eylül darbesi; 1974-1980 yılları arasında sancılı bir dönemden geçen Türk-Amerikan ilişkilerini ‘onarmıştır’!

Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı CIA’in Türkiye’deki İstasyon Şefi Paul Henze’nin dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’a, “Sizin çocuklar darbeyi yaptı!” şeklinde müjdelediği 12 Eylül darbesi; 1974-1980 yılları arasında sancılı bir dönemden geçen Türk-Amerikan ilişkilerini ‘onarmıştır’! Böylece Türkiye ve ABD, neredeyse 1964 Johnson mektubu öncesindeki Türk-Amerikan ilişkisindeki ‘sıcaklığı’ tekrar yakalama fırsatı bulmuşlar ve birbirlerine yakınlaşmışlardır. Amerikan etkisi ve Uluslararası Para Fonu IMF’nin yönlendirmesiyle alınan 24 Ocak 1980 kararları Türkiye’de milat olmuştur. 12 Eylül darbesinden sonra kurulan (Emekli Oramiral) Bülent Ulusu hükümetinde görev alan Başbakan Yardımcısı Turgut Özal’la birlikte ‘neo-liberal’ bir anlayışla Türkiye’de de ‘yeni sağ’ politikalarına geçiş yapılmıştır.

1980’lerin başında ABD; Türkiye’nin Kafkaslar bölgesine yönelik kuvvet dengesinin Sovyetler karşısında yeterli olmadığını, Sovyetlerin 19 tümenine karşılık Türkiye’nin 9 tümeninin olmasının yeterli olmadığını öne sürmüştür. Birleşik Amerika, konvansiyonel harp ihtiyaçları çerçevesinde bu bölgenin gerektiğinde Türkiye’yi destekleyecek şekilde takviye edilmesi gerektiğini savunmuş ve bu bağlamındaki görüşünü NATO platformlarına taşımıştır.

Bu çerçevede, Kafkaslara yönelik savunma boşluğunu gidermek için Türkiye’nin doğusundaki bazı meydanların iyileştirilmesi ve yeni meydanlar yapılması suretiyle, gerektiğinde bu meydanlar kullanılarak, NATO kuvvetlerinin süratle Türkiye’yi takviye etmesi yönünde bir anlayış birliği, NATO’da oluşmuştur. Türkiye’ye NATO tarafından altyapı yatırımlarını artıracak ve özellikle Batman ve Muş meydanlarını yeni baştan NATO fonlarından yapılmasını sağlayacak Amerikan önerisi, Türk havacılık işletme ve operasyon altyapısını geliştirmesi yönüyle, Türkiye tarafından da olumlu karşılanmıştır. Amerikan önerisi, Muş ve Batman’dan gerektiğinde kalkacak Amerikan ve/veya NATO savaş uçaklarının bütün Kafkasya’ya ve Basra Körfezi’ne kadar erişebilmesi amaçlamıştır. Taraflar arasında 29 Ekim 1982 tarihinde bu konuya yönelik bir mutabakat imzalanmıştır. Böylece 1982 yılının Kasım ayında, Brüksel’de, bu yatırımlar için tahmini 200 milyon $ büyüklükte olacağı hesaplanan İttifak fonlarının Türkiye’ye akıtılmasına yönelik NATO ile Türkiye arasında anlayış birliğine varılmış ve ayrıca “Mutabakat Muhtırası” da imzalanmıştır.

Türkiye için öngörülen konvansiyonel silahların altyapısını geliştirme yatırımlarına paralel olarak, bu dönemde nükleer silahların kullanımını ikinci plana bırakan ve konvansiyonel savunmaya ağırlık veren NATO planları devreye sokulmuştur. Buna paralel olarak ABD Başkanı Reagan’ın uygulamaya koyduğu askerî plan Avrupa’da sadece aktif savunmaya yönelik bir kuvvet konuşunun ve savaş tarzının NATO hedefi haline gelmesi söz konusu olmuştur. Reagan, aktif savunma tedbirlerinin bir parçası olarak taarruzu esas alan bir plan yapılmasını dikte ettirmiştir. Böylece, Birleşik Amerika’nın yeni askerî stratejisi, doğrudan Sovyetlere karşı savaşabilecek bir deniz gücünün ve Varşova Paktı topraklarının derinliklerine kadar karşı taarruzlar icra edebilecek hava ve kara kuvvetlerinin oluşturulmasına dayandırılmıştır. Bu tür bir planın hayata geçirilmesinde, doğal olarak bir kanat ülkesi olan ve Ruslarla ortak sınırı bulunan Türkiye, kilit konumdaki ülkelerden biri olarak görülmüştür.

Afganistan’daki Sovyet işgali sonrasındaki belirsizlik, İran’ın Batı ile işbirliğinden vazgeçmesi, Yunanistan’da 1980 yılında NATO’yu eleştiren bir yönetimini (PASOK) iktidara gelmesi ile yükümlülüklerini yerine getirip getirmeyeceği konusunda doğan tereddüt, Türkiye’yi o dönem için Ortadoğu’nun kuzey kuşağında tek güvenilir ülke haline getirmiştir. Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in dönemin NATO Avrupa Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Rogers’tan ismini alan Rogers Planı’nı kabul etmesiyle birlikte 1980 yılının Ekim ayı içerisinde NATO’nun askeri kanadına dönen Yunanistan, o dönemde askeri yönden nedense ‘güvenilir bir müttefik’ olamamıştır.

Bu arada Türkiye’de 6 Kasım 1983 seçimlerini kazanan Özal’ın iktidara gelmesi, Reagan ve Thatcher tarafından temsil edilen yeni sağın, neo-liberal politikaların Türkiye’deki zaferi olarak görülmüştür. Seçim döneminde de Özal’ı öven yazılar ABD basınında çıkmış ve Özal basın yoluyla öne çıkarılmıştır. Ayrıca Özal’ın kazanması, ABD’nin Ortadoğu’da oluşturmak istediği ‘yeşil kuşak’ için ‘Ilımlı İslam’ temelinde Türkiye’nin Amerikan politikalarına uyumlu bir çizgiye gelmesine yönelik beklentiler açısından olumlu olarak değerlendirilmiştir.

Nitekim, Özal döneminde Türk-Amerikan ilişkileri sıcak geçmiş, ABD’nin yönlendirmeleriyle ve Özal’ın proaktif kişiliğinin de etkisiyle, Türk-Yunan ilişkisinde de kaydedeğer ilerlemeler sağlanır olmuştur.

Bu arada, NATO savunma planlarının lojistik planlarının bir gereği olarak, daha önce ifade edilen 1982 Mutabakat Muhtırasının teknik yönlerini ortaya koyan 9 uygulama anlaşması, Türkiye ile NATO arasında, ABD’nin öncülüğünde 1985 yılında imzalanmıştır. Böylece, Muş ve Batman’da birer askeri meydanın açılması ve Erhaç (Malatya) Hava Üssü’nün genişletilmesi çalışmaları hız kazanmıştır. Yeni meydanlar; aynı zamanda Amerikan Çevik Kuvvet birliklerinin Ortadoğu’ya gerektiğinde müdahale edebilmesinde kullanabileceği meydanlar olarak da düşünülmüştür. Bu arada, ABD eski başkanlarından Nixon’un Eylül 1985’te gerçekleştirdiği Türkiye ziyareti esnasında, ‘Türkiye’nin İran’ın Ortadoğu’da bıraktığı boşluğu doldurması gerekir’ bağlamındaki sözleri, Türk basınında ve Dışişleri camiasında tepkilere neden olmuştur.

1980 sonrasında iki ülke arasında iyileşen ilişkilere rağmen, ABD; Türkiye’nin PKK terörünü bastırmak için Güney Doğu Anadolu bölgesinde ve Irak’ın kuzeyinde yürüttüğü operasyonlar kapsamında yaşanan birtakım olayları (‘işkence’ iddiaları, polisin göstericilere ve Türkiye’nin sözde Kürt kökenli vatandaşlarına karşı ‘kötü muamele’ de bulunduğu gibi) gerekçeler göstererek, Türkiye’de insan hakları ihlalleri olduğu yönünde zaman zaman suçlamalarda bulunmayı ihmal etmemiştir.

Reagan-Özal ilişkisinin iyi olmasına ve 1985 yılında Özal tarafından ABD’ye gerçekleştirilen ziyaret esansında Türk-İsrail ilişkilerinin geliştirilmesi, Türkiye’nin İran-Irak savaşında arabuluculuk yapması gibi konularda olumlu bir hava yakalanmasına rağmen, aynı yıl yapılan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması (SEİA) görüşmelerinde, Amerikan tarafının Türkiye’nin ihracat potansiyelinin artırılmasının önündeki Amerikan kotalarını kaldırmaya yanaşmamış olması, SEİA’nın sadece bir yıllığına uzatılmasını mümkün kılabilmiştir. Üstelik Amerikan tarafı Türkiye’ye verilen hibe ve kredilerde bile kesintiye gitmiştir. Türkiye ise ABD’nin Orta Asya’daki Türk toplumlarına yönelik radyo istasyonu kurma talebini, Türk-Sovyet ilişkilerini dikkate alarak reddetmiştir. Dışişleri Bakanları seviyesinde SEİA için bir çözüm aramaya başlayan taraflar, 16 Mart 1987 tarihinde mektup teatisiyle SEİA’nın süresini 5 yıl daha uzatan bir çözümde anlaşmışlardır. SEİA’nın uzatılması esnasında imzalanan mutabakatın bir sonucu olarak ABD tarafı Türkiye’ye 40 adet F-4 savaş uçağını hibe etmeyi kabul etmiştir (Akalın, 2011, s.152-155).

Özal’ın Türk dış siyasetinde ve ekonomi politikalarındaki aktif tutumu, Amerikalılar lehine verdiği olumlu kararlar bile Amerikan tarafını Türkiye’yi ‘tutan’ bir noktaya getirmek için yeterli olmamıştır. Bu arada FMS kredi borçlarının silinmesine yönelik Türkiye’nin talebi (forgiveness clause daha önce Mısır ve İsrail uygulanmıştır) ABD tarafından kabul edilmemiştir. Öte yandan Özal’ın ekonomik politikaları gereği, Türkiye, ABD ile ticari ilişkilerini de artırmaya çalışmıştır. “Daha az yardım daha çok ticaret” sloganı üzerine oturtulan Türk dış ticaret politikası, Türk-Amerikan İş Konseyi kurulmasına öncülük etmiş ve iki ülke arasında ticaretin artırılmasını hedeflemiştir. Ancak, Türkiye’nin potansiyelinin en yüksek gerçekleştiği tekstil alanında Amerikan tarafının kotaları kaldırmaya yanaşmaması, haklı olarak Türk Hükümet çevrelerinde hayal kırıklığına neden olmuştur. Özal’ın Amerikan yatırımlarını çekmek için uğraş vermesi de ABD tarafında gereken ilgiyi görmemiştir. Genel olarak bakıldığında, Özal’ın izlediği ‘ekonomi ağırlıklı’ ikili ilişkiler politikası ile Amerikan askeri-siyasi ağırlıklı yaklaşımı arasında bir çelişki ortaya çıkmıştır. Özal, daha bağımsız ve kendi ayakları üzerinde durabilecek bir Türk ekonomisi inşa etmeye çalışırken, Amerikan tarafı ise Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde durmasından ziyade Türkiye’nin ABD’ye mevcut “bağımlılığının” devam etmesini istemiştir.

Bu dönemde Kıbrıs konusunda attığı adımların Türk ve Yunan taraflarının beklentileri nedeniyle, her iki tarafça da ‘sıcak’ karşılanmadığını gören ABD, bu adadaki İngiliz üslerini gerektiğinde kullanmış ve Doğu Akdeniz’deki etkinliğini böylece devam ettirebilmiştir. Böylece ABD; Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs kaynaklı sorunun çözümünün yine bu iki müttefik ülkenin kendileri tarafından geliştirilmesi gerektiğine dair bir tutum izlemeye başlamıştır. Bu arada, Bangladeş ve Pakistan gibi bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) tanıma olasılığı ortaya çıkan ülkelere baskı yapan ABD, Türkiye’nin elinin Kıbrıs boyutuyla Yunanistan karşısında güçlenmesine mâni olmuştur. Amerikan tarafının aynı zamanda Kıbrıs’ta Rauf Denktaş aleyhine takındığı tutum (Denktaş işbaşında olduğu müddetçe sorunun çözüme kavuşturulamayacağı), Türk-Amerikan ilişkilerinde Kıbrıs konusunu açmaza sürüklemiştir. Hatta Asil Nadir’i Denktaş’ın yerine düşünen açılımlar gündeme gelmiş ancak bu manipülatif Amerikan politikası sonuç getirememiştir.

1990-1991 yıllarındaki Körfez Savaşı sırasında Türkiye’nin üsler konusundaki tutumu ile olumlu bir sürece giren ABD-Türkiye ilişkileri, NATO dışında da işleyen ikili bir ittifak biçimine bürünmüştür. Buna rağmen, 1993 yılından itibaren ABD, kendi teçhizatının İç Güvenlik Harekâtında kullanılmasına engel çıkarmış ve Türkiye’ye bir tür “gölge ambargo” (shadow- embargo) uygulamaya başlamıştır.

NATO ve ABD tarafından, Türkiye’nin PKK terör örgütüne karşı içerde ve dışarda yürütmek zorunda olduğu operasyonların gerekliliği konusunda, şüpheli yaklaşımlar sergilenmiştir. Türkiye’nin Batı ile ilişkileri bağlamında, Birinci Körfez Savaşında sağladığı aktif destek nedeniyle Türkiye’nin Batı’daki prestijinin yükselmesi beklenirken, tam tersi olmuştur. PKK’ya yönelik operasyonlar nedeniyle, özellikle insan hakları ve demokratikleşme gibi konularda Türkiye’ye karşı daha sık eleştiriler yöneltilmeye başlanmıştır

PKK terörü ile Türkiye içindeki ve Türkiye’nin komşularındaki Kürtlerin haklarını aynı gören Amerikan raporları, ABD kamuoyunda Türkiye aleyhtarı bir havanın kısmen esmesine neden olmuş ve bunun Türk-Amerikan ilişkilerine menfi yansımaları görülmüştür. Öte yandan, 1990 sonrasında Irak’ın kuzeyinde uçuşa yasak bölge içerisinde sözde ‘Kürdistan’ın kurulmasına” yönelik faaliyetlere elverişli ortamın oluşması, Türk kamuoyunda ABD aleyhtarlığının gittikçe artan bir eğilime girmesine neden olmuştur. Türk halkında, ABD’nin Kürtleri kendisine Irak’taki faaliyetleri için müttefik seçtiği algısı ortak kanaat haline gelmiştir.

TSK’nın PKK isyanını bastırmaya yönelik operasyonlarında, TSK tarafından insan haklarının ihlal edildiğine dair Ermeni ve Yunanlar tarafından ABD’de yoğun bir lobi faaliyeti yürütülmüştür. Bu lobileri yatıştırmak için ABD ve Almanya; Türkiye’ye silah satışlarının engellenmeye ve kısıtlı iktisadi yaptırımlar uygulamaya başlamışlardır.

Bu yazıyla günümüzde bir türlü düzelmeyen Türk-Amerikan ilişkilerine bir perspektif vermesi amacıyla, önemli bir dönem olan 1980-1995 yılları arasında iki ülke arasında kaydedilen bazı olaylar ve gelişmeler dikkatinize sunulmuştur.

Dr. Hüseyin FAZLA
Dr. Hüseyin FAZLA
Tüm Makaleler

  • 29.01.2022
  • Süre : 6 dk
  • 1752 kez okundu

Google Ads