NATO Üyeliği Aslan’ın Ağzındaymış
Bir önceki yazımızda, NATO’nun kurulduğu 4 Nisan 1949 tarihinden sonraki durumu; 13 Nisan 1949 itibariyle, ‘Türkiye’nin olası NATO üyeliği ABD açısından gündem dışına çıkarılmıştır’ şeklinde olduğunu belirtmiştik. Üye ülkelerin onay süreci neticesinde, resmi olarak 24 Ağustos 1949 tarihinde yürürlüğe giren NATO ittifak antlaşmasına; Türkiye, Yunanistan’la birlikte, 18 Şubat 1952 tarihinde imza atmıştır. Türk diplomasi tarihimiz açısından, bu üyelik sürecinin başarıyla gerçekleştirilmesini sağlayan Türk siyasi erkinin ve dışişleri diplomatlarımızın oynadığı rolün bilinmesinin, günümüz Türk-Amerikan ve Türkiye-NATO ilişkilerini daha iyi anlamak adına önemli olduğunu değerlendiriyoruz.
Bir önceki yazımızda, NATO’nun kurulduğu 4 Nisan 1949 tarihinden sonraki durumu; 13 Nisan 1949 itibariyle, ‘Türkiye’nin olası NATO üyeliği ABD açısından gündem dışına çıkarılmıştır’ şeklinde olduğunu belirtmiştik.
Üye ülkelerin onay süreci neticesinde, resmi olarak 24 Ağustos 1949 tarihinde yürürlüğe giren NATO ittifak antlaşmasına; Türkiye, Yunanistan’la birlikte, 18 Şubat 1952 tarihinde imza atmıştır. Türk diplomasi tarihimiz açısından, bu üyelik sürecinin başarıyla gerçekleştirilmesini sağlayan Türk siyasi erkinin ve dışişleri diplomatlarımızın oynadığı rolün bilinmesinin, günümüz Türk-Amerikan ve Türkiye-NATO ilişkilerini daha iyi anlamak adına önemli olduğunu değerlendiriyoruz.
Kendisini medeni alemin değerli bir üyesi olarak gören ve bu manada Batı toplumunun oluşturduğu NATO ittifak yapısının bir parçası olmak isteyen Türkiye, NATO’ya üye olma çabasını, İttifak’ın kurulmasını takiben de bırakmamış, tüm engellemelere rağmen, sonunda ipi göğüslemesini bilmiştir. Peki bu nasıl olmuştur? NATO’nun bu bir anlamda ilk genişleme süreci nasıl gerçekleşmiştir? Bu yazımızda, bu konulara açıklık getirmek istiyoruz.
1949 sonrasında, Türk diplomatlarının yabancı meslektaşlarıyla temaslarından, Batılıların “bölge” esaslı bir yaklaşım ile hareket etmek istedikleri ortaya çıkmıştı. Buna göre, NATO, sadece bir Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü idi. Kuzey Atlantik Okyanusu’nun doğu ve batı kıyısında yer alan ve dilleri, kültürleri, medeniyetleri, dünya görüşleri ortak olan Atlantik’in kuzeyindeki ‘komşu’ devletler; hem kendileri hem de bağlı oldukları ortak manevi değerleri savunmak için bir araya gelmişti. Dolayısıyla Doğu Akdeniz’de bulunan Türkiye’nin, bu tarife göre Atlantik bölgesine eklemlenmesi uygun değildi. Bu arada Türkiye gibi bir Akdeniz ülkesi olan, Atlantik kıyılarından uzak bir konumdaki İtalya’nın durumu nedense göz ardı ediliyordu.
Türk diplomatlar ise, günümüz dünyasında hiçbir milletin dünyanın uzak sanılan köşesindeki olaylara bile yabancı kalamadığını ve Atlantik dünyası tarafından bu şekilde tanımlanan ‘bölge’ kavramının, mutlak anlamda coğrafi niteliğini artık yitirdiğini, ilgili ülkeler arasında çıkar ortaklığının birleştiği ve kaynaştığı bir noktaya gelindiğini vurguluyordu.
4 Nisan’da İtalya’nın Atlantik Paktı’na alınarak Türkiye’nin dışarıda bırakılması, Türkiye’nin Avrupalı bir devlet olarak görülmediğinin de bir ifadesiydi. Bu ayrımcılık aslında NATO’nun Batı Avrupa kanadı tarafından da rahatsız edici bulunuyordu. Nitekim, Ağustos 1949’da Türkiye’yi bu görüntüden biraz uzaklaştıracak şekilde Ankara, Avrupa Konseyi’ne katılım çağrısı alacaktı. Ancak Ankara’nın bu konudaki beklentisi Türkiye’nin Avrupa Konseyi kurucu üyeliğine davet edilmesiydi. Yine de Türkiye’nin 30 Eylül 1949’da Avrupa Konseyi’ne üye olması, Cumhurbaşkanı İnönü’nün gözünde, ülkesinin 1945’teki tecrit edilmişlikten medeni dünyanın itibarlı bir üyesi konumuna yükselmesi anlamına gelen önemli bir adımdı.
Bununla birlikte Türkiye, NATO üyeliğini elde etmek için başka arayışlara da girmiştir. Ankara, taktik olarak, Akdeniz’in görece güçlü ülkesi olan ve aynı zamanda NATO’nun da üyesi yapılan İtalya ile dostluk antlaşması imzalamak istemiştir. Böylece Akdeniz savunma sisteminin temeli atılırken, NATO’yu kuran Batılı devletlerin dikkatini Akdeniz’e, dolayısıyla Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu gerçeklere dikkat çekilmesi amaçlanmıştır. Bu kapsamda, Ankara Roma ile 24 Mart 1950’de Türk-İtalyan Dostluk, Sulh ve Adlî Uzlaşma Antlaşması’nı imzalamıştır.
Takiben, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) yönetimi yapılacak genel seçimlerin üç gün öncesinde bir kez daha adım atarak, 11 Mayıs 1950’de Türkiye’nin NATO’ya üyelik talebini ABD’ye iletmiştir. 14 Mayıs seçimlerinin sonucu doğrultusunda iktidara gelen Demokrat Parti (DP) de bu üyelik sürecini devam ettirmeyi tercih etmiştir. Nitekim, seçim sonrası Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar, II. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye yaptığı nezaket ziyaretinde, eski ve yeni cumhurbaşkanları olarak, Türkiye’nin emniyeti için NATO’ya girmesinin gerekli olduğu sonucunu basınla paylaşmayı gerekli görmüşlerdir. Böylece iktidar ve muhalefet, NATO üyeliği konusunda, partiler üstü bir politika takip edileceği yönünde bir irade ortaya koymuştur.
Bugünden geriye baktığımızda, bazılarına göre, bu üyelik arayışı; “ulusal dış politika olarak kabul edilerek, partiler üstü bir noktaya taşınmış, dışa bağımlı ve yabancılarla ortak çıkarlara sahip olan içimizdekilerin amaç ve beklentilerine hizmet eden bir yönelişten başka bir şey değildi.” NATO’ya üye olma yönündeki uğraşıların, partiler üstü milli bir politika olarak görülmesi, halkımıza bu şekilde takdim edilmesi, üyelik sürecinin de tartışılamayacağı anlamını taşıyordu. Bu durum, NATO üyeliğini istemeyen, dolayısıyla sürece, konuya muhalif olan kesimlerce rahatsız edici bulunuyordu.
Bu minvalde, yeni hükümetin Türkiye’nin NATO üyeliğini sağlama yolunda ilk attığı adım, Kore Savaşı’na Türkiye’nin iştirak etmesi kararıdır. Türkiye’nin ‘Hür Dünya’ ile birlikte hareket etmesinin NATO üyeliğini elde edebilmesi için elverişli bir ortam sunacağı, bu nedenle Kore Savaşı’na katılım fırsatının kaçırılmaması gerektiği düşünülmüştür.
Buna paralel olarak, Türk Hükümeti, Amerikan Hükümetinin etkisiyle, 25 Temmuz 1950’de, meclis kararı bile almaksızın, sadece Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milli Savunma Bakanının üçlü kararı ile (birkaç gün sonra bu kararı resmileştirmek için sadece Bakanlar Kurulu kararı alınmıştır) Kore’ye asker göndermeye karar vermiştir. Sonrasında, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Trygve Lie’ye gönderilen telgrafla, Türkiye’nin Kore’ye 4.500 asker göndereceği bildirilmiştir. Böylece, bu kararla, Ankara’nın NATO üyeliğine yönelik taleplerinde daha ısrarcı olabileceği düşünülmüş, NATO üyeliğini gündemde tutmak için uygun zemin oluşturulması, Türkiye’nin kararlılığının gösterilmesi amaçlanmıştır.
Kore’ye asker gönderme kararının alınmasından henüz bir hafta bile geçmeden, 1 Ağustos 1950 tarihinde Türk Hükümeti, Amerikan, İngiliz ve Fransız Büyükelçilerine Türkiye’nin NATO’ya üyelik talebini yinelemiştir.
9 Eylül 1950’de gündeme gelen Amerikan Genelkurmayının görüşü; Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya tam üye olması yerine, İttifak’a “ortaklık statüsünde” alınmasının daha doğru olacağını ifade ediyordu. Amerikan Genelkurmayına göre, bu türden bir ortaklık statüsünün verilmesi, Sovyet saldırısı karşısında bu iki ülkenin savunulması yönündeki NATO askeri planlamalarına katılmalarına olanak tanıyacaktı. Öte yandan, ABD Genelkurmayı tarafından hazırlanan raporda, Türkiye ve Yunanistan’ın örgüte alınmasının İttifak’ın gelişimini olumsuz yönde etkileyeceği de iddia edilmekteydi. Türkiye ve Yunanistan’a, üyelik yerine, Akdeniz savunmasına katılmak için İttifak ile doğrudan bağlar kurmaları önerilmekteydi.
O dönem için Türkiye’de olumsuz bir havanın esmesine neden olan Pentagon raporu, Amerika’nın resmi görüşü olarak da ifade edilir olmuştu. Nitekim, bu yaklaşımının bir uzantısı olarak, Türkiye’nin üyelik başvurusu Eylül ayında toplanan NATO Bakanlar Konseyi tarafından reddedilmiştir.
Türkiye’nin NATO’ya girmesine ABD’nin yanı sıra; Belçika, Hollanda, Norveç ve Danimarka gibi NATO’nun kurucu devletlerinden bazıları, özellikle Sovyet tehdidini bahane göstererek karşı çıkmışlardır. Bu ülkelerin temel itirazları, Akdeniz’de ortaya çıkabilecek bir krize NATO’nun müdahale etmek zorunda kalması durumunda, bu krize kendilerinin müdahil devlet olmasını istememelerinden kaynaklanıyordu. Bu devletlerin itirazları, Sovyet tehdidi ile en çok ve en ağır şekilde karşı karşıya bulunan Türkiye’nin NATO’ya katılması halinde, Sovyetler Birliği’nin buna şiddetle tepki gösterebileceği ve bunun da bir savaşa yol açabileceği endişeleri üzerine odaklanıyordu. İskandinav ve Benelüks ülkeleri Türkiye gibi kendilerine birçok yönden uzak bir ülke yüzünden savaşa sürüklenmekten çekiniyorlardı.
Bazı Avrupalı ülkeler ise İttifak’a yeni üyelerin alınmasının, halihazırda kendilerine yapılan ABD yardımını nispi anlamda azaltacağını düşünerek, Türkiye’nin üyelik talebine olumsuz bir yaklaşım sergilemişlerdir.
Bu devletlere ilave olarak, İngiltere de başlangıçta Türkiye’nin NATO’ya girmesine olumlu yaklaşmamıştır. Bunun sebebi, İngiltere’nin tekrar Ortadoğu’da kendi nüfuz alanlarını tesis etmek istemesinden kaynaklanmaktaydı. İngiltere; Türkiye’nin güvenlik endişelerini, kendisinin Süveyş menfaatleri ile birleştirerek, Türkiye’nin de katılacağı bir Ortadoğu Savunma Sistemini kurmak istiyordu. İngiltere’ye göre; Ortadoğu’yu kim elinde bulundurursa, üç kıtaya da erişim gücüne sahip olabilecekti. Bu bölgede nüfuz sahibi olmak, özgür bir dünya düzeninin kurulmasını sağlayacaktı. Ortadoğu’nun Sovyet kontrolüne girmesi durumunda, özgür dünya çok küçük bir bölüm olarak kalacaktı. Bu düşüncelerden hareketle, İngiltere Ortadoğu politikasını NATO sınırları dışında tutmayı, dolayısıyla Türkiye’yi üyelik sürecinde desteklememeyi, kendi çıkarları ve beklentileri açısından daha doğru bulmuştur.
Her durumda, Ortadoğu’ya yönelik İngiltere ve ABD politikaları çakışmaya başlamıştı. İngiltere, Süveyş kanalının savunulması esasına dayalı iç halka etrafında şekillenecek bir merkezi savunma (inner defense – inner ring) yaklaşımını dikte ettirmeye çalışıyordu. ABD ise Amerikan dış politikasının temel birleştirici dokümanı Truman Doktrini doğrultusunda ilerlemek istiyordu. Amerikalılar, Sovyet Rusya’nın çevrelenmesi (containment) politikasına yönelik oluşum safhasındaki tartışmaların etkisiyle, Ortadoğu’nun etrafında Türkiye, Irak ve İran’ı kapsayacak dış halkayı oluşturmak, bu çerçevede bir dış savunmayı (outer defense – outer ring) teşkil etmek için gayret gösteriyorlardı. Rusları çevreleme, Türkiye olmazsa, imkânsız bir görev olarak görülmeye başlanmıştı.
Türkiye’nin doğrudan dahil olmadığı bu tür tartışmalarda, İngiltere; Arap devletlerinin kendisine karşı soğuk bakmasının önüne geçilmesi ve oluşturulacak Ortadoğu Savunmasına yönelik Paktın kabul görmesi için Türkiye’yi kullanmayı amaçlamaktaydı. Bu çerçevede, Türkiye’nin sadece kendisine yandaş olan ve İngiltere’nin Ortadoğu politikasını destekleyen bir ülke olmasını arzu etmekteydi. Bu nedenle, NATO üyeliğini elde edecek bir Türkiye’nin kayıtsız-şartsız olarak İngilizlerin Ortadoğu politikasına destek vermeyebileceğini değerlendiren İngiltere, Türkiye’nin NATO üyeliğine sıcak bakmıyordu.
ABD ise, Ortadoğu’nun savunulmasını (Dış Halka), Rusya’yı çevreleme stratejisinin bir parçası olarak görüyor ve bu manada, önceliğin çevreleme stratejisine verilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu nedenle, başlangıçtaki görüşlerinin aksine, NATO’ya kuvvet katkısı sağlayacak Türkiye’nin NATO üyesi olmasına sıcak bakıyor ancak henüz bu düşünceleri tam olgunlaştırmadan, doğrudan Türkiye’ye destek vermeyi o dönemde gerekli görmüyordu.
Aynı dönemde, Batı’nın Ortadoğu kapsamında, SSCB’ye karşı izleyeceği politikanın teknik esasları tartışılırken, Türkiye’nin temel amacı ise, her halükârda kendisi için bir güvenlik garantisi elde etmekti. Bu maksatla Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni dünya düzeninde, dünyanın iki süper gücünden birisi olarak görülen Sovyet tehdidine karşı, Amerikan desteğini elde etme odaklı bir politika takip ediyordu.
Türkiye, NATO üyeliğini ikame edebilecek bir ‘Akdeniz Paktı’ veya “Ortadoğu Komutanlığı’ benzeri önerilere soğuk baksa da bu tür projelere tamamen sırtını dönmek istememiştir. Yapıcı bir diyalog içinde olmayı, NATO üyeliğine giden yol için doğru ve gerekli görmüştür.
Türkiye, NATO’ya üyeliğini elde etme sürecinde, iki prensibe önem vermiştir. Birincisi, üyeliğe yönelik teknik askeri ihtiyaçların karşılanmasıdır. İkincisi ise, NATO’da kararlar İttifak’ın genel yararına uygun olarak alınmalı, herhangi bir ülkenin bireysel çıkarlarının (İngilizlerin Ortadoğu Politikası kastedilmektedir) karşılanmasına hizmet edecek kararların İttifak içinde hayata geçirilmesi konu edilmemelidir.
Bu minvalde, ABD, Türkiye’nin hassasiyetlerini anlayan bir tutum içinde olmaya başlamıştır. Zamanla, Türkiye’nin NATO’ya üyelik süreci ile Ortadoğu Komutanlığı görüşmelerini ayrı kulvarlarda tutmayı ve değerlendirmeyi yeğlemiştir.
Nihayetinde, Batı’nın Akdeniz ve Ortadoğu’daki görüntüsünün kuvvetlendirilmesi adına, ilk etapta Türkiye’nin, Akdeniz’e ilişkin NATO askeri planlamalarına katılması kararı alınmıştır. Bu husus, Türkiye tarafından tatmin edici bulunmasa da NATO üyeliği yolunda atılmış ‘ileri bir adım’ olarak yorumlanmıştır.
Bu noktadan itibaren, İttifak içinde Türkiye’nin dahil olmadığı tartışmalar neticesinde, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, Türkiye ve Yunanistan’ın İttifak’a üyeliğine dair olumlu bir anlayış gelişmeye başlamıştır.
Bu değişimin arkasında birkaç neden bulunmaktaydı:
SSCB’ye karşı caydırıcılık açısından, Sovyet topraklarına yakın ülkelerde müttefiklerin ileri harekât üslerine (başta hava üsleri) sahip olma ihtiyacı,
ABD’nin Türkiye’den bu çerçevede askeri üsler istemesi, ancak Türkiye’nin NATO üyesi olmadan bu üslerin Türkiye’de açılmasına izin vermemesi,
Sovyet etkinliğinin Ortadoğu’ya yayılmaması için Türkiye’nin bir ‘bariyer’ olarak güçlendirilmesi ve Batı askeri sistemine tam olarak dahil edilme ihtiyacının ortaya çıkması,
Türkiye ve Yunanistan’ın katılımı ile İttifak’ın Balkanlar üzerindeki etkisinin artırılması,
Kore’ye gönderilen Türk birliğinin Kore Savaşı’nda gösterdiği üstün performans ve bir Amerikan birliğini imha edilmekten kurtarmasının bir sonucu olarak, ABD kamuoyunda Türkiye’ye yönelik sempatinin artması.
Bu meyanda, Türkiye ve Yunanistan’ın İttifak üyeliğine yönelik, ABD, Fransa ve İngiltere arasında üçlü görüşmelere devam edilmiştir. İngiltere; itirazlarını yumuşatarak, Türkiye’nin Ortadoğu Savunma Sistemine katılması şartı ile NATO üyeliğini destekleyeceğini belirtmiştir. Fransa, üyeliği engelleyici bir tutum takınmamıştır. Bu doğrultuda ABD; 15 Mayıs 1951 tarihinde NATO üyesi müttefiklerine, Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya alınmasını önermiştir.
Bu gelişmelerin bir uzantısı olarak, Türk Dışişleri Bakanlığı; ABD, İngiltere ve Fransa’nın Ankara’daki Büyükelçileri nezdinde, bu ülkelere Türkiye’nin NATO’ya üyelik başvurusunun tekrar dikkate alınmasını iletmiştir. Türkiye, aynı zamanda New York Times dergisinde yayınlanmak üzere bu konuya yönelik bir de açık mektup yayımlanmasını sağlamıştır. Bildiride özellikle, NATO’ya Türkiye’nin üyeliğinin, ABD’nin çıkarları ile örtüştüğü, bu nedenle ABD’nin Türkiye’yi desteklemesi gerektiği belirtilmiştir. Türkiye’nin üyelik harici bir düzenlemeyi kabul etmeyeceği vurgulanmıştır. Öte yandan Türkiye, İngiltere’nin desteğini alabilmek için ise Ortadoğu Güvenlik Düzenlemelerine yani Ortadoğu Komutanlığı oluşumuna katılabileceğini, bu konuda istekli olduğunu da beyan etmiştir. Türkiye’nin bu istekliliği, ABD ve İngiliz çıkarları ile de örtüşünce, üyelik görüşmelerinin resmi formatta önü açılmıştır.
Norveç ve Danimarka gibi ağırlıklı olarak Avrupa’nın kuzey ülkelerinin muhalefetine rağmen, özellikle ABD’nin ağırlığını koymasıyla, 16-20 Eylül 1951 tarihleri arasında yapılan NATO Bakanlar Konseyi toplantısında, Türkiye ile Yunanistan’ın İttifak’a davet edilmesi kararlaştırılmıştır. Bu zirvede ABD, Türkiye’nin NATO üyeliğine diğer ülkelerin itirazlarını gidermek için şu beyanda bulunmuştur: “Yunanistan ve Türkiye İttifak üyesi olurlar ve bu ülkelere bir saldırı olursa, İttifak’ın bütün üyeleri savaşa katkı için çağrılmayacak ancak ortaya konacak bir stratejik plan çerçevesinde Avrupa’nın genel savunması doğrultusunda hareket edeceklerdir.” Bu muğlak açıklama, Türkiye’nin üyeliğine engel olabilecek ülkelerin kafalarındaki soru işaretinin büyük oranda giderilmesini sağlamıştır. Aynı zamanda, Amerikan strateji uzmanları, Avrupa’da bir savaş çıkacak olursa, Rusya’ya yakın üslere gerek olduğunu, bunun için de Türkiye’nin ittifaka alınmasının bir zaruret olduğunu savunmuşlardır.
Bu çerçevede NATO içerisinde hava yumuşamış ve Türkiye, Kuzey Atlantik Konseyi’nin 21 Eylül 1951 tarihindeki resmi üyelik davetine olumlu görüş bildirmiştir. Bu tarihten sonra da devam eden üyelik görüşmelerinde, İngiltere’nin girişimiyle gündeme gelen yeni üyelerin hangi NATO Komutanlığına bağlanacağı konusu sorun yaratmıştır.
İngiltere ve Fransa, bu üyelik başvurularının görüşülmesi ve onaylanması süreci öncesindeki toplantılarda, İttifak içindeki kendi pozisyonlarını kuvvetlendirmek adına girdi yapmak istemiştir. Fransa, yeni Akdeniz Deniz Komutanlığı “Komutanlık kadrosunu” almak için girişimde bulunurken, İngiltere ise Türkiye’nin üyeliğinin gerçekleşmesi karşılığında, olası bir savaşta, Türk askerlerinin İngiltere liderliğinde teşkil edilecek Ortadoğu Komutanlığının emrine verilmesini şart koşmak istemiştir. İngiliz teklifi, Birleşik Amerika’nın tam siyasetini belirleyemediği Ortadoğu bölgesini ilgilendirdiğinden, ABD tarafından destek görmediği gibi Arap ülkeleri ve Türkiye tarafından da derhal reddedilmiştir. Öte yandan, ABD, eğer Türkler sizin bu isteğinizi kabul ederlerse, biz karşı çıkmayız mesajını İngilizlere iletmekten geri durmamıştır. Aynı mesaj, ABD’nin Türkiye’yi bu tür bir karara zorlayacak hiçbir girişimde bulunmayacağını, böyle bir girişimi desteklemeyeceğini de kapsıyordu.
Neticede, üyelik protokolünün imza aşamasında, Fransa ve İngiltere, bu konuları tekrar gündeme getirmemiş, protokol tüm üyeler tarafından imzalanmıştır. Böylece, Ekim ayı ortalarında imzalanan Türkiye ve Yunanistan’ın İttifak’a kabulüne ilişkin protokole, en son imzayı 17 Ekim 1951 tarihinde Danimarka atmıştır.
Bu arada, Türkiye’nin NATO’ya üye olacağı hemen hemen kesinlik kazanmaya başladığı bir aşamada, 3 Kasım 1951 tarihinde, Sovyetler Türk Hükümetine, Türkiye’nin NATO’ya katılımını protesto eden bir nota vermiştir. Nota’da şu ifadeler yer verilmişti:
“Bu (durum ve) şartlar altında, Atlantik ile hiçbir (coğrafi) bağı bulunmayan Türkiye’nin, Atlantik Blok’una katılmak üzere davet edilmesi; emperyalist ülkelerin SSCB sınırlarına yakın bir bölgede (ülkede) kendi saldırgan emelleri için askeri üsler tesis etme ve bunu SSCB’ye karşı kullanma amaçlarını gün ortasına çıkarmaktan öteye bir anlam taşımamaktadır.”
Türkiye tarafından verilen ve kasıtlı olarak geciktirilen cevabi nota’da ise;
“Eğer Sovyet Hükümeti, samimi bir şekilde bir öz değerlendirme yaparsa, Türkiye’nin gerçekten de kendi güvenliği için (bu İttifak’a katılmasında) haklı gerekçelerinin bulunduğunu kabul edecektir. Türkiye’nin ulusal bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü tehdit altında bırakan taleplerin varlığı unutulmamalıdır.”
Bunun üzerine, 30 Kasım günü, bu konuda ikinci bir Sovyet notası Türk Hükümeti’ne ulaşmışsa da olayların akışı çerçevesinde, bu notanın bir hükmü kalmayacaktır.
Nihayetinde Türkiye ve Yunanistan, 18 Şubat 1952’de Lizbon Zirvesinde, İttifak saflarında resmi olarak yerlerini almıştır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi de 19 Şubat 1952 tarihinde Türkiye’nin NATO’ya katılmasını onaylamıştır.
1964 krizi sonrası, NATO ve özellikle ABD ile ilişkilerde sorun yaşanmaya başlandıkça, Türk basınında ABD’yi tenkit eden yazılar çıkmaya başlamış, İttifak’a üye olmanın heyecanıyla ve devam eden yüklü miktardaki Amerikan yardımlarının etkisiyle, Amerika’yı tenkit eden Amerikalı yazarların dahil eserlerini Türkiye’de toplattırmak o dönem için içerde takip edilen bir politika bile olmuştur.
Gazeteci Abdi İpekçi o dönemde şu yorumu gündeme taşımıştır: “NATO’ya girmek için, Amerikan yardımını artırmak için her çareye başvurmuşuz. Kore’ye asker yollamaya biz heves göstermişiz. Önümüze konan ikili anlaşmaları, metnini incelemeye lüzum görmeden imzalamışız. Amerika, ülkemize asker gönderdikçe, üs kurdukça, uzman yolladıkça memnun olmuşuz. Amerikan sermayesini yurdumuza daha fazla çekebilmek için kanunlar çıkarmışız. Uluslararası toplantılarda Amerika’nın gözünün içine bakmışız. Amerikan teklifi daha oya konmadan elimizi kaldırmışız….”
KAYNAKLAR
Fahir Armaoğlu. (1995). 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Ankara, 1995, s.520.
Faruk Sönmezoğlu. (2000). Türkiye-Yunanistan İlişkileri ve Büyük Güçler, Der Yayınları, İstanbul, s.8.
FRUS. (1950). British-American Chiefs of Staff Meeting in Washington, 26 October 1950, vol.3, 1693.
George McGhee. (1990). The US-Turkish-NATO Middle East Connection, St.Martin’s Press, New York, US, s.78.
Halford J. Mackinder. (1904). The Geographical Pivot of History, Geographical Journal, Vol. XXII, s. 421-444.
Mehmet Gönlübol. (1993). Olaylarla Türk Dış Politikası, Sekizinci Baskı, Ankara, Siyasal Kitap Evi, s. 311.
Nuri Karakaş. (2013). Türk-Amerikan Siyasi İlişkileri (1939-1952). Atatürk Araştırma Merkezi, İstanbul.
Popüler Tarih Dergisi. (2004). Haziran Sayısı, s.52.
Rifat Uçarol. (1992). Siyasi Tarih II, Hava Harp Okulu Yayınları, İstanbul. s.511
The North Atlantic Treaty Organisation, Facts and Figures, NATO Information Office, Brussels, s.487.
Türkkaya Ataöv. (2006). Amerika, NATO ve Türkiye, İleri Yayınları, 2. Baskı, s.193.
Veli Yılmaz. (1998). Siyasi Tarih, Harp Akademileri Basım Evi, İstanbul, s.432.