Site İçi Arama

ua-iliskiler

Rusları kızdıran NATO’nun Genişleme Süreci Nedir? (1)

Günümüzde, Doğu Avrupa, Balkan ülkeleri, Kafkaslar ve Orta Asya’daki ülkelerden birçoğunun iktisadî ve siyasî istikrarı, Avrupa Birliğine girmeye dayandırılmıştır. Söz konusu ülkelerin güvenliklerinin ise “NATO’ya tam üye” olmakla ilişkilendirilmesi hedeflenmiştir.

Günümüzde, Doğu Avrupa, Balkan ülkeleri, Kafkaslar ve Orta Asya’daki ülkelerden birçoğunun iktisadî ve siyasî istikrarı, Avrupa Birliğine girmeye dayandırılmıştır. Söz konusu ülkelerin güvenliklerinin ise “NATO’ya tam üye” olmakla ilişkilendirilmesi hedeflenmiştir. Bunlar çok önemli iki etken olarak kabul edilmiş ve Avrupa’nın geleceğinin iki koşulu olarak 1990’lı yılların güvenlik, siyasi ve ekonomik yapısında öne çıkan hususlar olmuşlardır.

Soğuk Savaş sonrasında NATO, her ne kadar iki Almanya’nın birleşmesi ile Doğu’ya doğru genişlemişse de bu coğrafi genişleme olarak kalmış, İttifak’ın üye sayısında bir artış getirmemiştir.

NATO’nun genişleme süreci, aslında 1990 sonrasının değişen ve gelişen yeni NATO yapılanmasının bir bölümünü teşkil etmiştir. 1949 yılında Batı Avrupa’nın Sovyet tehdidine karşı savunulması temelinde kurulan İttifak, genişleme süreci ile, 1990 sonrasında kapılarını Baltık Denizinden Karadeniz’e yeni üyelere kapılarını açarak Avrupa’nın yeniden bütünleşmesine dolaylı katkı sağlamayı amaçlamıştır. Buna paralel olarak, İttifak bir zamanlar düşmanı olan Moskova ile işbirliğine dayalı bir ilişki tesis etme politikasını uygulamaya başlamıştır. Üye ülkelerin kolektif savunma ihtiyaçları göz ardı edilmeksizin, ABD tarafından; NATO’ya, ‘yeni tehditlere angaje olması ve Batı değerlerinin ve çıkarlarının korunması amacıyla İttifak sınırları ötesinde görev alması’ düşüncesine sıcak bakılması için uğraş verilmiştir. Bu politikanın ilk uygulama ve başlangıç noktası, Balkanlar’da meydana gelen kargaşa ve çatışma ortamına son vermek için NATO’nun kullanılması şeklinde olmuştur. Böyle bir ortam içinde gündeme gelen NATO genişlemesi, ağırlıklı olarak bir Birleşik Amerika projesi olarak İttifak’ın gündemine girmiştir.

NATO Genişleme süreci devreye sokulurken, genişlemenin önünde ortaya çıkan engeller dört başlık altında toplanmıştır (Carpenter ve Conry, 1993, s.2-9).

  • Maliyet:

Genişlemenin maliyetinin merkezi ve doğu Avrupa ülkelerinin sayısı ve bu ülkelerin İttifak altyapısına entegre edilmesi için gerekli yatırımlar ile bu ülkelere kazandırılması gereken imkân ve kabiliyetler dikkate alındığında, 2012 yılına kadarki süreç için yaklaşık 125 milyar dolara ihtiyaç olduğu hesaplanmıştır. İttifak ülkelerinin azalan askeri bütçeleri dikkate alındığında bu rakamın karşılanabilirliği tartışmalı bir durum almıştır.

  • Güvenlik garantileri;

İttifak doğuya doğru genişlerken, Rusya Federasyonu’nun ilgi alanına doğru girmeye başlamıştır. Bu durum, şimdiki zayıf Rusya güçlendiğinde, özellikle ABD ile RF arasında tekrar bir sürtüşme nedeni olabilir diye değerlendirilmiştir. Yeni üyelere RF pahasına güvenlik garantisi vermek, gelecekte NATO’nun RF ile çarpışmaya hazır olmasını zorunlu kılabilir düşünceleri ifade edilir olmuştur. Öte yandan bu ülkeleri kolektif savunma korumasına almamak, sadece sözde üyelik vermek ise İttifak’ın itibarı ve bu ülkeler nezdindeki güvenirliğine zarar verebilir düşüncesiyle hareket etmek ağır basmıştır. Bazı NATO ülkeleri; ABD’nin nükleer şemsiyesinden Doğu Avrupa ülkelerinin de istifade etmesinin sağlanmasını ve bu ülkelerin güvenlik ihtiyaçlarının nükleer caydırıcılıkla karşılanmasının yeterli görülmesini önermişlerdir.

  • Çatışma Riski;

Doğu Avrupa ülkelerinin kendilerine tehdit olabilecek İttifak dışı bir kuvvetle anlaşmazlığa düşmesi ya da İttifak içi bir kuvvetle çatışması olasılığı gündeme gelmiştir. En azından Bosna-Hersek benzeri bir çatışmanın merkezi ve doğu Avrupa ülkeleri arasında da ortaya çıkabileceği hesaplanmıştır. Bu hem İttifak içinde bir krizin çıkmasına neden olabilir çatışmayı bastırmak için İttifak’ın üzerine ilave yük getirebilir şeklinde değerlendirmeler yapılmıştır.

  • Rusya faktörü;

Genişleyen NATO Rusya için tehdit olarak algılanabilir gerçeği göz ardı edilmemiştir. Bununla birlikte, Clinton yönetimi; bu yaklaşımın doğru olmadığı, iyi bir diplomasi yönetimi ile Batı Dünyası-Rusya Federasyonu arasındaki ilişkilerin bozulmayacağı ve genişleyen NATO’nun RF’na tehdit oluşturmayacağı kabulüyle hareket etmek istemiştir ve diğer NATO üyelerini de bu yaklaşımı kabul etmeleri için ikna etmeye başarmıştır.

1990 yılının Temmuz ayında gerçekleştirilen Londra Zirvesi’nde, NATO; Macaristan, Çekoslovakya, Polonya, Romanya, Bulgaristan ve Sovyetler Birliğin, İttifak ile düzenli diplomatik irtibat içinde olmaları için davet edilmişlerdir. Kuzey Atlantik İşbirliği Konseyi (KAİK) 1991 yılında NATO ve eski Sovyet Blok’u arasında diyaloğun sağlanmasına yönelik bir kurumsal çatı işlevini de yerine getirmeye başlamıştır. Daha sonra SSCB’nin dağılması, iki eski Blok’a ait ülkeler arasındaki işbirliğinin geliştirilmesinde KAİK’in çok da yeterli olmadığını ortaya koymuştur. 1994 BİO platformu, daha uygun bir işbirliği ve ortaklık sürecini başlatmış, karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesine yönelik ortam yakalanmıştır. Yine, 1997 yılında kurulan NATO-Rusya Daimî Ortak Konseyi ilişkilerin bir adım daha geliştirilmesine katkı sağlamıştır (Jafarov, 2007).

NATO’nun genişlemesinin arkasındaki temel düşünce, barış ve istikrarı tüm kıtaya yayarak “bütünleşmiş ve özgür” Avrupa fikrinin hayata geçirilmesi hedeflenmiştir. NATO üyesi ülkelerin hükümetleri İttifak’ın genişlemesinin kendi başına bir amaç taşımadığını savunmuşlardır. Bunun yerine, NATO’nun güvenliğini daha geniş sınırlara yaymak ve Avrupa’yı bir bütün olarak daha istikrarlı hale getirmek için genişleme süreci bir araç olarak görülmüştür. NATO açısından Genişleme süreci, çatışmaların önünü kesmeye yardımcı bir araç olarak değerlendirilmiştir. Çünkü üyelik beklentisi, istekli devletlerin komşularıyla olan anlaşmazlıklarını çözmelerini, reformlara ve demokratikleşme çabalarına kararlı bir şekilde devam etmelerini teşvik edici bir rol oynamıştır. Dahası, yeni üyelerin, üyeliğin faydalarından yararlanmaları yanında bütün üye ülkelerin güvenliğine de katkıda bulunabilmelerinin önü açılmıştır. Böylece, Avrupa kıtasında ülkeler arasındaki entegrasyonun kalıcı hale getirilmesi amaçlanmıştır.

Batı Avrupa ve hatta Batı yarımküredeki (Western Hemisphere) refah toplumunun beka ve güvenliği, Balkanlar ve Doğu Avrupa’dan geçen fay hattının kontrol altında tutulması ihtiyacını beraberinde getirmiştir. Değişik kültür ve uygarlıklar arasındaki geçiş bölgelerini teşkil eden ve tarih boyunca etnik ya da dini çatışmalara sahne olan bu tür bölgeler “fault line” işlevi görmüştür.

Geçmişte geleneksel Batı kültürünün birer parçası olan Doğu ve Kuzey Avrupa ülkelerinin, tekrar Batı Avrupa toplum yapısına entegre edilmeleri ve böylece tüm Avrupa ülkelerinin ortak savunma şemsiyesi altına girmeleri öncelikli bir amaç olarak görülmüştür. Genişleme, nükleer yetenekleri, geniş insan gücü ve doğal kaynakları ve stratejik derinliğiyle büyük bir kara gücüne (continental power) sahip olan Rusya liderliğinde oluşabilecek olası bir “Ortodoks Cephesinin” önü kesilmek istenmiştir. Öte yandan Barış İçin Ortaklık (BİO) üyeliği, eski Doğu Bloku ülkelerinin Batı ile entegrasyonu için önemli bir basamak olarak görülmüştür. BİO çatısının, AB ve/veya NATO üyeliğinden önce alıştırma safhası olarak kullanılmasının bu ülkelerin Batı dünyasına adaptasyonu yönüyle daha uygun olacağı değerlendirilmiştir. Başka bir deyişle, İttifak; BİO süreciyle önce NATO’ya bu ülkeleri alıştırmayı amaçlamıştır. Böylece bu ülkelerin İttifak ve AB üyelikleri için hazır olmaları hedefiyle hareket edilmiştir (Jafarov, 2007).

İttifak Senedinin 10’uncu Maddesi’nde diğer Avrupa ülkelerinin de NATO’ya katılabilecekleri hususu, NATO genişleme sürecinde ve yeni üyelerin İttifak’a katılmasında önemli bir işlev görmüştür. Ancak, bu maddenin, bir gün Varşova Paktı ülkelerinin de NATO’ya katılabilmesine kapı açacağı hususu, herhalde 1949 yılında düşünülmemiştir!

Bu kapsamda, Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinin Avrupa’ya entegrasyonu önemli bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır. NATO ve AB, bu ülkeleri Rus etki sahasının dışına çıkarmaya gayret göstermiştir. Bunun için de bir an önce Avrupa siyasal ve ekonomik sistemine katılmalarına yönelik bir politika izlemeye başlamışlardır. Özellikle coğrafi ve siyasal açıdan uygun görülen ülkeler NATO üyeliğine bir adım daha yaklaştırılmışlardır. Diğer ülkelerin ise NATO ile ilişkileri daha da derinleştirilmiş, ikili mekanizmalar ve BİO oluşumuyla temaslar artırılmıştır.

NATO’nun 1991 yılında kabul edilen stratejik konseptinde yer alan görevler de dikkate alındığında, “NATO’nun genişlemesinin kabul edilmesi, bir bakıma İttifak’ın kendisinin de bir referandum sürecinden geçmesi olarak değerlendirilmiştir (Barany, 2003, s.12). İttifak’ın genişlemesi, değişen ve dönüşen bir NATO oluşumunun doğal bir sonucu olarak görülür olmuştur.

Böylece, Varşova Paktı’nın dağılmasının arifesinde, Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan tarafından, NATO’nun yönlendirmesiyle, aralarındaki eşgüdümü artırmak için Visegrad Grubu teşkil edilmiştir. Visegrad platformu, bu üç ülkenin belirleyecekleri ortak bir siyaset çerçevesinde hareket etmeleri ve aralarındaki dayanışmanın artırılması için uygun bir mekanizma olmuştur. Bu grup, Ocak 1991 ayında Budapeşte toplantısında, Varşova Paktı’nın dağılması gerektiğini ifade edecek bir güce kavuşmuştu. Zamanla Sovyet baskısı üzerinden kalkan eski Doğu Bloğu ülkelerinin rotasını çevirebilecekleri üç kurum (AGİT, AB ve NATO) öne çıkmıştır. AGİT, kurumsal olarak zayıf yapısı nedeniyle, AB ise yavaş işleyen mekanizması ile cazip kuruluşlar olarak görülmemişlerdir. AB, Bosna sürecinde 1991 yazında çatışmaların başlamasıyla ilk başta liderlik yapmak istediği müdahale sürecinde başarılı olamamıştır.

Avrupa Birliği, öncelikli olarak bir ekonomi temelli teşkilat olduğu ve Amerikan gücünden ve nüfuzundan yoksun bir organizasyon olduğu için, özellikle güvenlik ve savunma alanında eski Varşova ülkelerinin ‘koruma’ ihtiyacını karşılamaktan uzak bir platform olarak görülmüştür. Nitekim, AB’nin sergilediği politikalar ve ‘eylemsizliği’ de bu düşünceyi doğrulamıştır. Halbuki, yeni bağımsızlığına kavuşan ülkelerin öncelikle güvenlik bazında dayanacakları bir güce ihtiyaçları olmuştur (Jafarov, 2007). AB bunu vermeyi kendi politikaları açısından gerekli görmemiştir. Nihayetinde, bu ülkeler için ABD’nin içinde bulunduğu NATO’dan başka bir seçenek kalmamıştır. Öte yandan, bu ülkelerin NATO üzerinden veya doğrudan ABD ile geliştirdikleri her ilişki, Rusya Federasyonu’na rahatsızlık vermeye başlamıştır. Bu nedenle AB-Rusya ilişkileri olumsuz etkilenmiştir. Bu arada, AB politikaları ile NATO politikalarının birbirini tamamlayıcı bir rol oynaması gerektiğine dair her iki örgüt karşılıklı mutabakata varmıştır (Oğuzlu, 2013).

Merkezi ve Doğu Avrupa ülkeleri genel manada NATO’ya üyeliğe giden bir yaklaşıma Soğuk Savaşın sonrasındaki yıllarda hep sıcak bakmışlardır. Bu ülkeler Ruslara karşı kendilerine güvence verebilecek, herhangi bir büyük ülke ile ‘ağabey-kardeş’ ilişkisinden ziyade; eşit, karşılıklı işbirliğine ve ortaklığa dayanan bir anlayışı benimsemişler ve bu yönde hareket etmek istemişlerdir. NATO, içinde süper güç ile büyük ve küçük devletleri barındıran ve ‘herkese yaşama alanı sunan’ bir çokuluslu teşkilat olarak Doğu Avrupa ülkelerinin dikkatini çekmiştir. Yine bu ülkeler kendi aralarındaki toprak, sınır anlaşmazlıkları ve nüfus problemlerinin giderilmesinde, İttifak platformunun seslerini duyurabilecekleri bir ortam sunması ve aralarındaki düşmanlıkları bertaraf edebilecek ‘demokratik ve dengeli’ bir yapı oluşturması nedeniyle, NATO’nun bir parçası olmayı tercih etmişlerdir. En önemlisi ise, Batı kurumları ile entegrasyonda, Rusya gibi bir büyük gücün olası baskıları karşısında, kendilerine güç katacak NATO desteğine ihtiyaç duymuşlardır (Mattox ve Rachwald, 2001, s.9-10).

ABD Başkanı Bill Clinton; genişlemeye yönelik bir yol ayrımına doğru ilerleyen NATO’nun, “Birleşik Amerika’nın (İkinci Dünya Savaşı sonrasında) Batı Avrupa’ya yaptığına benzer şekilde, Doğu Avrupa ülkeleri arasındaki sorunların giderilmesine ve bu ülkelerin Batı’ya entegrasyonuna hizmet edebilir düşüncesiyle hareket etmiştir (Sjursen, 2004, s.691).

Bu yaklaşım Batı Avrupa ülkeleri tarafından şüpheyle karşılanmıştır. Doğu Avrupa ülkeleri ise Amerikan yönetiminin kendilerine NATO üyelik kapasını açan yaklaşımından memnuniyet duymuşlardır. Başta Polonya olmak üzere, Visegrad ülkeleri (Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya), NATO üyeliğini elde etmek için temaslara başlamakta gecikmediler. Sözgelimi, Polonya, o dönemin NATO Başkomutanı (SACEUR) ve Polonya doğumlu Shalikashvilli’yi devreye sokmuş ve bu üyeliği bir an önce gerçekleştirmek için destek istemiştir. Öte yandan, Polonya lideri Walesa, merkezi ve doğu Avrupa ülkelerini bir araya getiren (NATO-II veya NATO-bis) bir oluşuma da öncülük etmeye çalışmıştır. Sonuçta, bu ülkelerin İttifak’a üye olmadan ancak özel ve yakın bir ilişki içinde İttifak ile birlikte hareket edebileceği de üyelik haricindeki diğer opsiyonlar olarak gündeme getirilmiştir. Bu arada, Macar yazar Gyorgy Konrad tarafından “etnik Soğuk Savaş” olarak tanımlanan Eski Yugoslavya’da yaşanan karışıklıklar, uyarıcı bir işlev görmüştür. Bu çatışmalar, Merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerinin aralarındaki sınır anlaşmazlıklarının ve azınlık sorunlarını çözmelerinin bir gereklilik olduğuna işaret etmiştir.

1992 yılında Başkan olan Clinton; NATO genişleme sürecinin üç nedenle desteklenmesi gerektiğini savunmuştur (Asmus, 2002, s.25):

  • Clinton tarihi bir misyonun kendisine biçildiğine inanmıştır. Nasıl ki, Truman Batı Avrupa’nın birleştirilmesine öncülük etmişse, kendisi de Doğu Avrupa ile birlikte bütünleşmiş bir Avrupa’nın oluşumuna liderlik edebileceğini düşünmüştür. Böylece, NATO’nun güvenlik şemsiyesinin tüm Avrupa’yı kapsayarak, demokratik, güvenli ve istikrarlı bir Avrupa’nın yaratılmasına hizmet edebileceğine dair politika geliştirmiştir.
  • Clinton, 20’nci yüzyılın en büyük derslerinden birisinin Batı’nın, yani ABD ile Avrupa’nın birlikteliğinin gerekliliğini öğrettiğine inanmıştır. Sovyet tehdidi ortadan kalkmasına rağmen, ABD’nin Avrupa ile birlikteliğine olan ihtiyaç ortadan kalkmamıştır. Clinton, NATO’nun modernleştirme sürecine tabi tutulmasını ve Birleşik Amerika ve Avrupa arasındaki bağı kuvvetlendiren bir unsur olmasını istemiştir. Clinton; dünyanın diğer bölümlerinde, ABD ile bu kadar fazla ortak çıkar ve değerleri paylaşan başka bir bölgenin olmadığı değerlendirilmiştir. İstikrarlı bir Avrupa ile birlikte hareket edecek bir ABD’nin dünyanın diğer bölgelerinde çıkabilecek istikrarsızlıklara müdahil olmasının daha kolay olabileceği düşünülmüştür.
  • Bu arada, NATO’nun genişleme sürecinin, ABD’nin kendi politika tercihleriyle de çatıştığı görülmüştür. 1990’larda Birleşik Amerika, ya kıtasına tekrar dönecek ve kendisini izole edecek; ya da dünya meselelerine ortak olacaktı. ABD, ikinci yolda, Avrupa’nın sorunlarına dahil olmayı tercih etmiştir. Bunun için de en yakın müdahale alanı Doğu Avrupa ve Balkanlar olarak tanımlanmış ve Amerikan politikası bunun üzerine inşa edilmiştir. Geleceğin tehditlerine karşı, ABD’nin kendi başına müdahil olmasındansa, İttifak ve İttifak’ı destekleyen diğer ülkeler ile birlikte hareket etmesinin ABD açısından daha kabul edilebilir olduğuna Clinton inanmıştır. Clinton, bu maksatla 1990’lı yıllarda gerçekleşmeye başlayan NATO’nun değişim ve dönüşüm sürecine liderlik etmiş ve aynı zamanda İttifak’ın yeni üyelere karşı ‘açık kapı’ politikası uygulaması gerektiğini savunmuştur. Clinton, NATO’nun ve dolayısıyla ABD’nin dostlarının artırılmasına hizmet eden bir yaklaşımı benimsemiş ve tüm bakış açısını ve genişleme süreci doğrultusundaki kararlarını, eylemlerini bu bağlamda gerçekleştirmiştir.
Dr. Hüseyin FAZLA
Dr. Hüseyin FAZLA
Tüm Makaleler

  • 09.02.2022
  • Süre : 9 dk
  • 1107 kez okundu

Google Ads