Rusları kızdıran NATO’nun Genişleme Süreci Nedir? (2)
Bosna’da yaşananlar (etnik temizlik) ise Richard Holbrooke’un da ifade ettiği üzere, “1930’lu yıllardan bugüne kolektif güvenliğin işletilmesi önündeki en büyük engel” olmuştur. 1992 Sonbaharında olayların tırmanması, ABD yönetimini ‘bir şey yapılmalı’ noktasına getirmiştir.
Bosna’da yaşananlar (etnik temizlik) ise Richard Holbrooke’un da ifade ettiği üzere, “1930’lu yıllardan bugüne kolektif güvenliğin işletilmesi önündeki en büyük engel” olmuştur. 1992 Sonbaharında olayların tırmanması, ABD yönetimini ‘bir şey yapılmalı’ noktasına getirmiştir. Böylece, 1 Mayıs 1993 tarihinden itibaren Batı, sadece kısmi bir hava gücü kullanmak suretiyle Sırp saldırganlığını durdurmaya çalışmıştır. Bu arada, Bosnalıların da meşru müdafaa kapsamında silahlanmalarına sıcak bakılmıştır. İttifak’ın Bosna konusundaki geciken tavrı, aynı zamanda İttifak’ın bütünlüğü ve geleceği üzerine kuşkuları da beraberinde getirmiştir. Böyle bir ortamda, genişleme süreci bir süreliğine askıya alınmıştır. Ancak, ABD yönetimi, genişlemenin, Birleşik Amerika’nın yaşlı Avrupa’nın iç işlerine müdahil olmasında bir araç olabileceğini değerlendirmiştir. Bu nedenle, Merkezi ve Doğu Avrupa ülkeleri ile ayrıca ikili ilişkilerini de kuvvetlendirmeye başlamıştır (Asmus, 2002, s.26-28).
NATO’nun genişleme sürecinin şekillenmesinde ve yeni NATO fonksiyonlarının belirlenmesinde, Clinton ve ekibinin payı yüksek olmuştur. İlk başlarda, Rusya’daki reformların desteklenmesine öncelik veren Clinton; sonrasında Avrupa’nın yeniden yapılandırılmasına, bu kapsamda İttifak’ın değişimini ve dönüşümünü sağlayacak adımların atılmasına ağırlık vermiştir.
Öte yandan NATO’nun genişleme sürecine NATO içinden, Rusya Federasyonu’ndan ve ABD içinde, Pentagon’da ciddi bir muhalefet oluşmuştur. Aynı şekilde NATO’nun anahtar ülke konumundaki üyeleri Fransa, İngiltere ve Almanya, kendilerine göre gerekçeler ile NATO’nun genişlemesine karşı çıkmışlardır.
Fransa, Merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerinin NATO yerine ABD’nin kapısını güvenlik garantisi için çalmalarının anlaşılır bir durum olmadığını, Avrupa’nın güvenliğinin Avrupa içinde görüşülmesi gerektiğini savunmuştur. Paris, Atlantik kurumlarından ziyada ABD’nin içinde yer almadığı Avrupa kurumlarının bu ülkeler için entegrasyonu sağlamada yeterli olacağını düşünmüştür. Bu doğrultuda, Birleşik Amerika’nın olmadığı bir Avrupa genişleme sürecinin hayata geçirilmesine öncülük etmeye gayret sarf etmiştir. Fransa’nın NATO’nun genişlemesinde takındığı genel tutum, 1994 yılının Ekim ayı ortalarına gelindiğinde, “genişleme için çok istekli olmamakla birlikte, genişleme olacaksa bunun Avrupa Birliği’nin genişlemesi ile paralel gitmesi ve Washington’un bu süreçte Rusya ile NATO arasında kriz çıkarabilecek bir yaklaşım sergilememesi” (Asmus, 2002, s.91) şeklinde tanımlanmıştır.
Londra ise, 5. Madde çatısı altına girecek yeni ülkelerin savunulması, Rusya Federasyonu ile henüz karşılıklı güvenin tam sağlanamadığı bir ortamda, sözgelimi Polonya ile RF arasında bir anlaşmazlık sonucu çıkacak çatışmada, Polonya için İngiltere’nin savaşıp – savaşmama konusunda İngiliz halkının desteğinden emin olamamıştır. Zamanla, NATO genişlemesine sıcak bakan İngiltere, bununla birlikte “ABD’nin entegre komuta yapısı içinde kalmasını ve Avrupa’nın savunulmasını göz ardı etmemesini istemiştir” (Asmus, 2002, s.102).
Almanya ise önceliğin NATO’nun yeniden yapılandırılmasına verilmesini, sonraki aşamalarda genişlemenin gündeme getirilmesini savunmuştur. Nihayetinde Almanya; “Atlantik-ötesi ilişkinin geleceğini tehlikeye atmayan, Avrupa’nın bütününde güvenlik ve istikrarı pekiştiren bir NATO genişleme politikasının izlenmesinden” (Asmus, 2002, s.91) yana bir tutum izlemiştir. Kohl, 9 Şubat 1995 tarihinde Clinton ile yaptığı ikili görüşmede, amacının Atlantik-ötesi ilişkilerin çapını büyütmek olduğunu, ABD’yi Avrupa’dan dışlayan bir yaklaşıma karşı olduğunu açıklamıştır. NATO’nun genişlemesi kapsamında öncelikle Polonya’nın bu sürece dahil olmasını isteyen Kohl, Rusya karşıtı bir politika izlenmeden NATO’nun genişlemesi gerektiğinin altını çizmiştir (Asmus, 2002, s.102).
Senatör Lugar’ın Haziran 1993 ayı sonlarında yaptığı Washington konuşması, genişlemeye yönelik NATO üyelerinin kuşkularını gidermek açısından önemli bulunmuştur. Lugar’a göre, Birleşik Amerika ve müttefikleri için en önemli sorun, ‘hür ve bütün’ bir Avrupa’nın yaratılmasını sağlayacak güvenlik ortamının tesis edilmesi, aksi takdirde tekrar dağılmış bir Avrupa’nın yükünün taşınmasıyla karşı karşıya kalınabilir savını öne sürmüştür.
Lugar’a göre, İttifak, doğusunda ve güneyindeki NATO’nun mevcut sınırlarının ötesinde Kıtanın gelecekte maruz kalabileceği çatışma alanlarını barındıran bölgelere istikrarın taşınması gerekiyordu. Bütün Avrupa’nın istikrarı için İttifak’a yeni üyelerin alınması ve İttifak’ın yeni görevlere kendisi uyarlaması gerekiyordu. “Eğer NATO varlığını sürdürecekse, bu takdirde İttifak, belirli bir tehdide göre oluşturulmuş kolektif savunma görev yapılanmasından ortak stratejik çıkarlar ve birlikte paylaşılan değerlere hizmet eden bir İttifak haline dönüştürülmelidir.” Daha kısa bir deyişle, “İttifak ya alan dışına taşınacak ya da silinip gitmeye mahkûm olacak.” Bu yaklaşım, ABD yönetimi tarafından benimsenerek, NATO genişleme sürecine tekrar ivme kazandırılması yönünde çalışmalar başlatmıştır (Jafarov, 2007).
ABD, ilk başlarda NATO genişlemesi kapsamında Rusya ile NATO’nun işbirliğini geliştirmesini ayrı ayrı ele alan bir yaklaşımı takip etmiştir. Politikasını bu anlayış çerçevesinde geliştirmiştir. Ancak, bu iki konunun birbiri ile yakın alakası, 1995’ten itibaren ABD’nin ‘çift-yol (dual-track)’ stratejisini, yani genişleme ile Rusya ilişkisini birlikte takip eden bir yaklaşımı benimsemiştir. ABD’nin liderliğini yürüttüğü bu oluşumlara İttifak içinden yükselen muhalif seslere cevap vermek, Rusya’yı teskin eden yaklaşımlar göstermek ABD tarafından üstlenilmiştir. Ancak, ABD içinde, özellikle Cumhuriyetçiler tarafından NATO’nun genişlemesine karşı gelen üç görüş gündeme getirilmiştir:
- NATO’nun genişlemesi, Moskova’nın Batı’dan uzaklaşmasına, küstürülmesine neden olabilecek, bu da ABD için birinci öncelikli olması gereken ABD-Rusya işbirliği politikasının başarısını tehlikeye düşürebilecekti.
- Genişleme, İttifak’ın siyasi bütünlüğünü ve uyumunu bozabilir ve askeri etkinliğini azaltabilirdi.
- NATO’nun genişlemesi, ABD’nin çok az bir milli çıkarı bulunan bir bölge için uygulanmaya çalışılan ve istikrarsız bir bölgede bulunan yeni ülkelere karşı taahhütlerde bulunulması zorunluluğunu getireceğinden, bunun Amerikan halkı tarafından desteklenmesinin mümkün olamayacağına dair görüşlerdi.
Resmi Amerikan görüşüne göre, genişleme devam etmeliydi. ABD Dışişleri Bakanı Albright Dış İlişkiler Komitesi’nde 8 Ocak 1997 tarihinde yaptığı konuşmada “genişlemenin amacı, Doğu Avrupa’yı, 50 yıl önce NATO’nun Batı Avrupa için yaptığı şekilde dönüştürmek: yeni demokrasilerin entegrasyonu, eski düşmanlıkların ortadan kaldırılması, ekonomik kalkınma için güven ortamının oluşturulması ve çatışmaların önlenmesi” olarak özetlenmiştir. 30 Nisan 1997 tarihinde ABD Senatosu oturumunda 80-19 oy oranıyla, NATO’nun genişleme sürecine ABD desteği onaylanmış (Sloan, 2002, s.240), böylece yönetimin daha kuvvetli bir şekilde NATO genişleme sürecine liderlik edebilmesi mümkün olabilmiştir.
1994 Aralık NATO Zirvesi’nden sonra, İttifak üyelik süreci için geçerli olacak rehber dokümanın yazımına başlanmıştır. 1995-97 arası, 1999 yılında üç yeni üyenin üyeliklerinin gerçekleştirilmesine giden yolda, bir danışma ve genişleme sürecinin tanımlanması dönemi olmuştur. Üç ana konu üzerinde bu dönemde ilerleme sağlanması ihtiyacı ortaya çıkmıştır (Mattox ve Rachwald, 2001, s.21):
1) Müttefikler arasında NATO Genişleme Çalışmasının başlatılmasına yönelik anlayış birliğinin sağlanması.
2) Potansiyel üyeler ile görüşmeler.
3) Genişlemeye muhalefet eden (Rusya dahil) üyelerin ikna edilmesi ihtiyacı.
1995 ortasına gelindiğinde, NATO’nun genişlemesine yönelik faaliyetler sürerken, henüz genişlemenin Merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerinin hangilerini kapsayacağı, genişlemenin nasıl olacağı konuları netlik kazanamamıştır. Bosna’daki çatışmalar sürerken, İttifak’ın bu bölgede akan kanı durduracak politikaları devreye sokamaması, ABD-Avrupa ilişkisindeki ahengi bozmuştur. Avrupa’nın göbeğinde yaşanan etnik temizlik, Avrupa’nın güvenliğini tehdit eden bir boyuta ulaşmıştır. Bu arada, ‘hür ve bütün Avrupa’ vizyonunu yerle bir eden Bosnalı Sırpların manevraları karşısında, NATO bir şey yapamıyor görüntüsü vermiştir. Clinton Yönetimine göre Bosna, Amerika’nın itibarını yiyip bitiren bir kanser gibi ortaya çıkmıştır. Bosna’daki çatışmalar durduruluncaya kadar, NATO’nun Merkezi ve Doğu Avrupa’ya yeni güvenlik taahhütlerinde bulunmasının inandırıcılığının olamayacağı anlaşılmıştır (Jafarov, 2007).
Bu nedenle, Clinton Yönetimi, 1995 yazında, Bosna politikasını yeniden gözden geçirmiş ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da yaşanan bu en kanlı çatışmayı bastırma kararı almıştır. Fransa’da Jacques Chirac’ın 1995 yılının Mayıs ayında iktidara gelmesi ile Avrupa’da da bu yönde bir isteğin oluşum sinyalleri Amerika’ya gelmeye başlamıştır. ABD-Avrupa girişimi ile NATO Bosna’da ağırlığını koymuştur. Böylece Dayton anlaşması 1995 sonbaharında imzalanabilmiştir. Bu da NATO genişlemesine yönelik çalışmaların yürütülebilmesi için tekrar olumlu bir zeminin oluşmasına hizmet etmiştir.
NATO genişleme planı tekrar tartışılmaya açılmıştır. Konu hızla, öncelikle hangi ülkelerin alınacağı noktasına kaymıştır. İttifak içindeki tartışmalarda NATO genişlemeli mi genişlememeli sorusu rafa kalkmıştır. NATO için artık hangi ülkelerin ilk aşamada üye yapılacağı gündemi belirler hale gelmiştir. ABD ve Almanya’nın açık destekleriyle, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya ilk etapta üyeliğe kabul edilecekler arasında zikredilmeye başlanmıştır (Türkeş, 2003, s.395).
(Devam edecek)