Site İçi Arama

ua-iliskiler

ABD - Çin Ticaret Savaşının Gerçek Nedeni Nedir?

Çin bir batı markası için üretim yapıyor ise, bu sorun teşkil etmez. Zira bu markanın sermayesi, teknolojisi ve IP hakları; kazancın Çin’de birikmesine izin vermez. Dünyada bir mal ve sermaye döngüsü dallanmış budaklanmış biçimde devam edebilir.

2024 yılında Türkiye’yi ve Dünya’yı bekleyen, askeri çatışma riskleri nelerdir? Daha dar anlamıyla, örneğin, geçenlerde yaşanan İran-Pakistan gerginliğinden yola çıktığımızda, bu kısa süreli çatışma bir savaşa dönüşseydi neler olabilirdi? Örneğin Türkiye ya da Azerbaycan kayıtsız kalabilir miydi? Kaldılar diyelim, Afganistan’ın Sunni Taliban yönetimi nasıl bir tavır alırdı? Suudi Arabistan ve BAE bu durumdan faydalanmak ister miydi? Ya da Hindistan, şimdi aradığım bahaneyi buldum diyerek, bir Müslüman katliamına girişir miydi? Görünüşte iki müttefiki arasında cereyan etmekte olsa bile Çin, bu çatışmadan elini çok rahatlatacak sonuçlar çıkarmak ister miydi? ABD uzun zamandır rahatsız olduğu Pakistan nükleer cephaneliğinden kurtulmak için, bu savaştan faydalanmayı düşünür müydü? İran nükleer silahlanma hırsını realize etmek için, İsrail dışındaki bu bahaneyi kullanmayı tercih eder miydi? Bu olası savaş, İran ve Pakistan topraklarına bölünmüş Belucistan toplumu için alternatif gelecek senaryolarını mümkün kılabilir miydi? Irak ve Suriye topraklarındaki İran’ın asıl ve vekil varlıkları, ABD ve kontrolündeki etnik Kürt unsurlarla iç içelik durumuna rağmen, nasıl bir hareket tarzı benimserdi? Bu coğrafyalarda çatışmaya bir tarafından dahil olabilir miydi? Sorular uzar gider...

Dünyada asıl vekil her türlü savaş ve iç çatışma riskleri yükselmiş durumda. Hal böyle iken en büyük risk aslında, başka bir savaşı, başka bir ülke için kaçırılmaz bir fırsat haline getirecek bir zincirin oluşması gerekiyor kanaatindeyim. Örneğin olası bir Türkiye-İran savaşı, Yunanistan başta tüm hasım ülkeler için fırsattır. Böyle bir gelişme olsa, ABD, Rusya, Yunanistan vb. ülkelerin; PKK, SDG, İŞİD gibi terörist organizasyonların sessiz ve etkisiz kalacağını düşünebilir misiniz?

Daha da kötüsü bir çılgın beklemekten sıkılıp, bir Arap prensini tabancayla vursa ne olur? (Malum, birinci dünya savaşı böyle başlamıştı.)

ABD Savaş Makinesi ve Gerçek Küresel Etkisi

ABD denilince herkesin aklına farklı şeyler geliyor olabilir. Kişilerin algısı değişkendir ve bunda medyanın da büyük bir etkisi vardır. Bununla birlikte benim aklıma gelen şu gerçekler oluyor. Elimizde parasını uluslararası ticaretin temeli haline getirmiş olan bir askeri, politik ve kültürel güç var. Bunu ise vahşi kapitalizm düzeni üzerine kurmuş durumda. İnsanların sağlık sigortalarını ve emeklilik paralarını bile; kısıtlı zaman süreçleri için, özel emeklilik fonlarıyla sağlayan bir ülkeden bahsediyoruz. Şu anda 30 milyonu aşkın devlet güvencesinde Gazi’ye bakan, 50 milyon üzerinde evsizin yaşadığı, 300 milyonluk sağlıksız bir ülke. Bu ise süper güç konumunu korumak adına kabul ettiği bir bedel.

Bu ülkede ancak 200 milyonluk bir kesim, ancak idare eder olduğu ve geleceğe dair zayıf ta olsa bir ümit taşıdığı için, sistem devam edebiliyor. İhtiyaç duyduğu beyin gücünü dışarıdan alan ABD, büyük çoğunluğu yeşil kart alabilmek için askere yazılan göçmenlerden oluşan bir orduya sahip. Bu ordu ise son 25-30 yılını, sadece düşük yoğunluklu yani asimetrik savaş odağında geçirmiş durumda. Şu anda near-peer mücadeleler çağı geliyor ve buna hazırlıklı olmadığını görüyor. Majör düşmanı olarak belirlediği Çin ise, hiçbir zaman düşük yoğunluklu savaşa odaklanmadı. Daima düzenli ordular arası bir savaşa göre eğitim, donatım ve doktrinini biledi.

Bu noktada ABD toplumunun sağlıklı devamını sağlayacak faktör olarak “ümitin ve hayattan bir nasip alabilen orta direğin” sürekliliği öne çıkıyor. Benzeri bir durumu uluslararası arenadaki, ABD tek süper güç algısında da gözlemliyoruz. Bir şekilde ülkeler, bu güçle direkt çatışma durumunda olmak, hışmını üzerine çekmek istemiyor. Kısacası varsayımlar üzerinden imajını koruyan ve aslında içi çürüyen, sürdürülebilir olmaktan çıkmış bir düzenden bahsediyoruz. Bu düzenin göçmen adayı ağırlıklı ordusu için de, ümit faktörünün devamı önemli. Fakat asker ve siviliyle tüm toplum, ciddi bir güvensizlik kaygısı içerisinde, bir şeylerin gelmekte olduğunu ve bunda bir söz haklarının olmayacağını hissediyor. Bu tabandan itibaren yaygınlaşan his ise, ABD başta tüm batı bloğu toplumlarını, gayri rasyonel seçimlere doğru itiyor.

ABD - Çin Ticaret Savaşının Gerçek Nedeni

ABD başta tüm batı ülkeleri, üretim ve üretime bağlı tüm teknolojilerini Çin’e taşırken bir çekince görmemişti. Bu kaygısızlık, kısa zaman içinde Çin’i dünyanın endüstriyel üretim devi haline getirdi. Eğitim sistemini de endüstri tarafından direkt kullanılabilecek nitelikli insan gücünü hazır etmeye adayan Çin, bu husustaki potansiyelini olası rakiplerinin fersah fersah ötesine taşıyabildi. Peki, ne oldu da şu anda bir ticaret savaşından behseder hale geldik?

Alışveriş kelimesi özünde iki kelimeden oluşmuş bir kavramdır. Bir şeyleri almak ve karşılığında da bir şeyler vermek. Günümüzde mal, hizmet vb. tüm ekonomik araçların ve karşılıklarının döndüğü sektör ise “finans” olarak ayrı bir kimlik kazanmıştır. Çin bir batı markası için üretim yapıyor ise, bu sorun teşkil etmez. Zira bu markanın sermayesi, teknolojisi ve IP hakları; kazancın Çin’de birikmesine izin vermez. Dünyada bir mal ve sermaye döngüsü dallanmış budaklanmış biçimde devam edebilir. Elbette bu durum; Çin’in kendi markası, kendi teknolojik ekosistemi, kendi endüstriyel altyapısı ve kendi IP haklarıyla bir ürünü, küresel lider haline getirmediği müddetçe sürdürülebilir. Çin Komunist Partisi (CCP) yönetimindeki “Made In China 2025” planı tam olarak bu zehirli elmayı yemek için tasarlanmış ve uygulamaya geçirilmiştir.

Tarihte benzeri bir dönem yaşadık ve dünyanın neredeyse tüm gümüş stokları çin’de birikti. Bunun karşılığını “Afyon Bağımlılığı” ile ödeyen Çin, biriktirdiği tüm bu tüm hazinelerini kaybetti. Şimdiyse Çin’i afyon bağımlısı haline getirme ihtimali bulunmamakta. Çin, düşmanının cesedinin önündeki nehirden akıp gittiğini görene kadar sabredetmeyi seçse idi; yani batı toplumunun üretim yönündeki tüm kurumsal hafızasını kaybetmesine yönelik bir nesil daha bekleseydi, benzeri bir planı daha rahat uygulayabilirdi. Fakat çeşitli sebeplerle belirlenen 2025 hedefi, ekonomik alandan başlayacak ama bununla sınırlı kalmayacak, küresel bir süreci tetikledi.

Bu süreç, son üç asrın vahşi batılı uygulamalarının hatıraları ve bilgi çağının küresel bilgi ve iletişimi kolaylaştırması sayesinde, tüm ulusları ayrı ayrı durum değerlendirmesine itiyor. (Dünya beşten büyüktür söylemi gibi...) Bu değerlendirmelerin önemli bir kısmı ise, askeri güç kullanımı gerekliliği hususunda tıkanıyor. Suyun sürüklediği çerçöpün derede oluşturduğu bir baraja benzetebileceğimiz bu tıkanıklık ise, bir parça çöpü çekince barajı yıkacak bir kritik yoğunluğa ulaşmış gibi görünüyor.

Dünyada Yeni Bir Düzen Kurulur ve Biz O Düzende Yerimizi Alırız

Türkiye’de yaşayanlar için oldukça bilindik bir sözdür başlıktaki cümle. Yeni bir düzen kurulur ve biz orada yerimizi alırız. Şüphesiz bu cümlenin bir haklılık payı ve süregelen bir geçerliliği vardır. Lakin dünyanın mevcut durumunda, (kültürel kodlarımıza ve adalet duygumuza aykırı olsa bile) ülke olarak bunu başarmak için ihtiyacımız olan şey, başka ülkelerin ve toplumların başarısızlığıdır. İşin enteresan tarafı, bu batılı veya doğulu tüm diğer ülkeler için de böyledir.

Bu nedenle ABD’nin, kendi kölesi olan monarşilere dokunmadan, pplitik olarak bölünmüş olan Arap ülkelerini, iç savaşlara gark ettiğini gördük. Bağlısı olan monarşileri ve diğer komşularını tehdit edebilir olma durumunu sürdürmek için ise, Irak ve Suriye’de bizzat yer almayı tercih ettiğine şahit olduk. Ukrayna savaşını körükleyen ve bu gerçekleşmeden önce Afganistan’dan çekilmeyi başaran ABD’nin; savaşın yayılmamasını bu sefer ülkenin kritik pozisyonu sayesinde sağladığını görüyoruz. Tayvan’ın önemine ve diğer ülkelerle etkileşimine binaen, Hint-Pasifik bölgesinde Filipinler ve Endonezya’yı Çin’e karşı öne sürdüğünü görüyoruz. Kısacası ABD, yayılmasını önleyebileceğine inandığı tüm savaşları teşvik ederek, zaman kazanma politikasında ısrarcı bir kimlik sergiliyor. Bu süreçte diğer ulusların çekeceği acıları ve uğrayacağı kayıpları ise, kendi açısından kazanca tevdi ediyor.

Vekil savaşlar çıkararak ve savaşçılar kullanarak ülkesinin savunmasını gerçekleştiren bir diğer bölge ülkesi ise İran’dır. Bu hususta amaç ve aracı karıştıracak kadar ileri giden İran’ın, nerede ve ne zaman pozisyonunu değiştireceği ise, Türkiye dahil diğer birçok ülke için anahtar konumundadır. Bu nedenledir ki İran yönetimi, ABD ve İsrail ile tam bir gizli işbirliği içerisinde, tüm enerjisini İslam dünyasını zayıflatmak ve yıpratmak üzerine sarf etmektedir. Bu çabaların içerisine yanlış hesapları karıştırıp, ülkeyi tercih etmeyeceği düşmanlara karşı savaşa sokmak ise, ülkemiz açısından politik bir avantaj veya başarı olarak addedilebilir. Böylesi savaşın, İran Azerbaycan’ındaki kardeşlerimizin de canını yakacak olması, gerçeği değiştirmez.

Bu nedenle çevremize ve dünyaya bakarken şu ihtimalleri de hesaplamamız gerekiyor inancındayım:

1. Hangi savaşlar ülkemiz için faydalı olma potansiyeline sahiptir?

2. Hangi savaşlardan ülkemiz menfaati için kaçınmalıyız?

3. Hangi savaşların yerel / küresel ölçekte yayılma potansiyeli bulunur / bulunmaz?

4. Hangi savaşlar ABD ve diğer güç odaklarının tekerine çomak sokar?

5. Hangi savaşların kaderini, dışarıdan etki ederek, ülke olarak kendi lehimize çevirebiliriz?

6. Hangi savaşlar ülke olarak bizi içerisinde direkt pozisyon almak zorunda bırakır?

7. Türkiye kamuoyu, hangi savaşları kabul, hangilerini reddeder?..

Yaşadığımız dönem, yeni bir küresel düzenin barış içerisinde değil; ancak ve ancak, savaş zincirleri sonrasında gerçekleşebileceğini ortaya koyuyor. Bunu kişisel çapta bile şu cümlelere yansımış biçimde görüyoruz: Beklemekten sıkıldım! Bunun benzeri cümleleri kuranlar savaşın ne acı, ne acımasız, ne yaman bir kimliği olduğunu bilmese de, sözler değişmiyor. Türkiye’nin gayri nizami harp geçmişi; bir yerlerde olan biten, ama kişisel hayata etki etmeyen, hayali bir savaş algısını (cehaletini) daha da körüklüyor. Savunma ve havacılık sanayisiyle ilgili gelişmelerin, PR amaçlı yanlış kullanımı ise; bu algıyı (cehaleti) daha da derinleştiriyor.

Sonuç Olarak:

Harp, hiledir. Artık aklımızı kullanmamız gerekiyor. Hangi savaşlara, hangi ölçüde etki edeceğimizi veya dahil olacağımızı seçmemiz ve şimdiden hazırlanmamız gerekiyor. Zira, biz savaşla ilgilenmiyor olabiliriz ama, savaş mütemadiyen bizimle ilgilenmeye devam ediyor.

Serbest Araştırmacı Yazar Aybars MERİÇ
Serbest Araştırmacı Yazar Aybars MERİÇ
Tüm Makaleler

  • 27.01.2024
  • Süre : 5 dk
  • 1487 kez okundu

Google Ads