Site İçi Arama

ua-iliskiler

Amerikan Politikaları Ekseninde Atlantik Ötesi İlişkilerin Geleceği (2)

Ulusların geleceğinde ekonomik kriterler, geçmişte olduğundan daha fazla etkin bir yer edinmiştir. Ekonomisi güçlü olmayan bir toplum, başta istikrarsızlık olmak üzere bir dizi sorunla uğraşmak durumundadır.

Ulusların geleceğinde ekonomik kriterler, geçmişte olduğundan daha fazla etkin bir yer edinmiştir. Ekonomisi güçlü olmayan bir toplum, başta istikrarsızlık olmak üzere bir dizi sorunla uğraşmak durumundadır. Düzgün işleyen ekonomik hayata sahip bir ülkenin pazarı ise global bir sistemin bir parçası olarak işlev görmelidir. Ulusal ve çokuluslu şirketlerin ülke ekonomisine katkısı, bu pazarın işleyişi ile doğru orantılıdır.

Dolayısıyla, ekonomik durgunlukla karşılaşmamak ülkelerin en önem verdiği konuların başında gelmektedir. Çünkü ekonomik durgunluk ve mali sistemin bozulması, çağdaş demokrasilerin sürekliliği önündeki en büyük tehdittir. Bu hassasiyet ise, globalleşen ve ekonomik çıkarlar açısından küçük bir coğrafya halini alan dünyamızda, tüm ülke pazarlarını birbiri ile bağımlı hale getirmiştir. Böyle bir ortamda, küresel ekonomik krizlere karşı ülkelerin, çok uluslu şirketlerin, hatta ulusal ölçekli büyük şirketlerin kendi politikalarını birbiri ile koordine içinde yürütmelerinden başka bir seçenek bulunmamaktadır.

Ekonomik bağımlılık ve karşılıklı bağımlılık problemi, demografik sorunlarla iç içelik taşır. Avrupa, toplumsal olarak yaşlı nüfusları barındıran bir ülkeler topluluğudur. Avrupa’da çalışma hayatının ve ekonomik refahın sürdürülmesinde, kendi yaşlı nüfusunu gerektiğinde ikame edebilecek, dışardan genç nüfus katkısına ihtiyaç vardır. Bu ‘işgücü ihtiyacı’, büyük genç nüfusu olan yoksul ülkelerin vatandaşları için bir çalışma kapısı fırsatı sunmakta, bu ülkelerden (Doğu ve Güney’den) zengin Avrupa kıta’sına yoksul insan yığınlarının göç etmesine neden olmaktadır.

Merkezi ve Doğu Avrupa ülkeleri 1990 sonrası uygulamaya konan ‘Batı’ya entegrasyon’ yöntemleri kullanılarak, Avrupa’nın bir parçası olmuşlardır. Ancak, bu ülkelerin nüfusları, Sovyet eğitim sistemi ile yetiştirilmiştir. Bu insanların, Sovyetler sonrası ortamda ortaya çıkan bir ‘yeni milliyetçilik’ bakışını eritmesi onlarca yılı almıştır. Bununla birlikte, bu ülkelerin entegrasyonu başarıyla işletilebilmiştir. Burada Avrupa Birliği çıpası, yumuşak güç olarak bu ülkeleri ve vatandaşlarını dönüştürücü bir rol oynamıştır. Böylece bu ülkelerin ekonomileri, vatandaşlarının beklediğinden daha hızlı bir şekilde Batı ekonomik hayatına entegre edilebilmiştir. Belki Romanya, Bulgaristan bu manada biraz daha geriden gelmiştir ancak bu yavaşlık bir iç sancıya neden olmamış ve bu ülkelere ‘istikrarsızlık’ olarak yansımamıştır. Aksi takdirde, Batı Avrupa’nın büyük bir ekonomik durgunluk yaşaması halinde Doğu Avrupa’nın başarısız bir entegrasyon süreci ile karşılaşmasına neden olabilecek ve kıt’a içi problemler kontrol edilemez bir boyut alabilecekti. Korkulan olmamıştır.

Görüldüğü üzere, ‘kaos’ senaryoları ihmal edilemese de Batı dünyası, özellikle Almanya’nın liderliğinde, yeni kaosların yaşanmasına izin vermemiştir. Kaosların yaşanmaması için ise, Batı’nın önde gelen güçlerinin birbirlerini tehdit olarak gören bir rekabet anlayışından ziyade, aynı ortak çıkar etrafında birleşen ortak bir politikayı takip etmesi ortak aklın gereği olmuştur. Batı’da istikrar ve zenginliğin korunması, bundan alınan güçle Rusya Federasyonu ve Avrupa’nın yakın çevresindeki reform hareketlerine öncülük edilmesi, en azından desteklenmesi, Batı’nın, yani ‘hür ve bütün Avrupa’nın” çıkarına olduğu tecrübe edilerek görülmüştür.

Bu arada, Atlantik-ötesi ilişkiler açısından Akdeniz havzasının da büyük bir önemi vardır. Globalleşmenin neden olduğu tazyik, Akdeniz Havzasındaki ülkelerin nüfuslarında görülen artış, bu bölgede, eski Doğu Avrupa ülkelerinde Sovyetler sonrası ortaya çıkan sorunlara benzer problemlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Arap Baharı bunu tetiklemiş, kontrolsüz bir noktaya taşımıştır. Buna rağmen Atlantik Havzasındaki birçok ülke, bu problemlerle ya ilgilenmemek yolunu seçmeye çalışmış ya da nasihat vermelerle yetinmiştir. Bu ülkelere sistematik bir yaklaşımla gerçekten yardım etmeyi gündemlerine almak istememişlerdir. Sadece tehlikeyi ‘uzakta’ tutan anlaşmalarla sorumluluğu üzerlerinden atmışlardır. Bu manada en kayda değer anlaşma, AB ile Türkiye arasında ‘düzensiz göçü’ engellemek adına 18 Mart 2016 tarihinde imzalanan Mutabakat Metni olmuştur. Suriye’den Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçmek isteyen mültecilerin Türk topraklarında tutulmalarının karşılığında önce 3 milyar Euro Türkiye’ye verilmiş, takiben bir ikinci paketle ilave bir 3 milyar Euro daha verilmiştir. Sonuçta 3,5 milyon Suriyeli, bazılarına göre Türkiye’nin kısmen “iç istikrarını bozma pahasına”, 6 milyar Euro karşılığında ‘Türk vatandaşı’ yapılmıştır. Bu arada, AB’nin vaatleri arasında yer alan Türkiye’nin birliğe üyeliğinin hızlandırılması, Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ve vize muafiyetinin getirilmesi konuları ‘askıya’ alınmıştır.

Küreselleşen dünyamızda her şey gibi sorunlar da küresel boyutta karşımıza çıkmaktadır. Dünya nüfusunun yaklaşık %15’ine sahip Atlantik Havzası ülkeleri, dünya zenginliğinin %50’sinden daha büyük bir ekonomik değere hükmetmektedir. Bu zenginlik; yoksulluk çeken ve ekonomik problemlerle uğraşan, bu nedenle istikrarsızlıklar ve çatışmalar ile uğraşan dünyanın yoksul ülke ve halklarına, Atlantik-ötesi kurumları tarafından yardım edilmesi sorumluluğunu yüklemektedir. Buna yanaşmadan, ‘sürdürülebilir bir zenginlik’ ancak ‘sömürü’ anlayışına uygun olabilir. Atlantik-ötesi kurumlar, genel politikaları açısından birbirleri ile farklı uygulamaları izliyor olsa da, en azından daha barışçı ve paylaşan bir insanlık için bu sorumluluğa yönelik birlikte hareket edebilmelidir.

Yukarda bahse konu her alan, Atlantik-ötesi ülkelerin birlikte hareketini zorunlu kılmaktadır. En başta ABD’nin dünya üzerinde izlediği politikalar açısından ‘yalnız’ kalmaması ve aynı zamanda kendi ulusal global boyutlu politikalarını uygulayabilmesi için; din dahil ortak değerleri ve çıkarları paylaştığı Avrupa ülkeleri ile birlikte hareket etmesi ortamını sunan Atlantik-ötesi bağın canlı tutulmasına olan ihtiyaç ortadadır. Yine bu bağlamda Batılı uluslara birlikte hareket etme ve ortak politika üretme ortamı sunan NATO benzeri ortak platformların yaşatılması da önemli görülmektedir.

Bunun için belki ‘ağabey’ ya da ‘Sam Amca’ rolü bir kenara bırakılarak, özellikle Fransa gibi ülkelerin Birleşik Amerika’ya karşı muhalefet etmesine neden olan hususlara, örneğin ana konulardaki kararların başta Amerika tarafından oluşturulup, bunun müttefiklere dikte ettirilmeye çalışılmasından ziyade, ana kararların birlikte ve eşitlik ilkesi dahilinde alınmasına özen gösterilmesi, sorumlulukların dengeli ve adaletli bir şekilde paylaşılması Atlantik-ötesi bağın bekası açısından önem taşıması olarak dikkate alınması gerekir.

Avrupa kendi yükselen kimliği ile hareket etmektedir. Avrupalıların birlikte hareket etmesini (aralarındaki geleneksel ayrılık noktalarına rağmen) sağlayacak kurumsal yapılanma büyük ölçüde tamamlanmıştır. Gelecekte Birleşik Devletler (United States of America-USA) benzeri bir Birleşik Devletler Avrupa’sının (United States of Europe-USE) bir tek devlet çatısı altında kurulması, şimdilik bir hayal bile olsa, gerçekleşme ihtimali olan bir yaklaşımdır. Bu tür açılımları dikkate alan ve belki de bu nedenle Avrupa’yı diğer büyük dünya güçleri gibi görecek bir Birleşik Amerika politikası söz konusu olabilecektir.

Avrupa için doğal olarak şu anda birinci öncelik, Avrupa ülkelerinin birbiri ile kurumsal entegrasyonunun tam manasıyla gerçekleştirilmesidir. Henüz Balkanlarda ve kısmen Doğu Avrupa ülkeleri boyutuyla entegrasyon süreci tamamlanmamıştır. Belarus, Ukrayna ve Moldova, Rusya’nın etkisi nedeniyle Avrupa Birliği’ne entegrasyon sürecine istene şekilde dahil edilememiştir. Bu yapılmadan, Atlantik-ötesi bağı pekiştirecek yaklaşımlara Avrupa’nın öncelik vermesi de söz konusu olamamıştır. Öte yandan, Birleşik Amerika için, Atlantik-ötesi bağın devamlı olarak canlı tutulmasını sağlayacak bir mekanizmanın ve eylem planının devrede olması gerektiği konusunda taraflar hemfikirdir. Atlantik-ötesi ilişki, sadece Birleşik Amerika’nın Avrupa’ya entegrasyonunu değil, aynı ölçüde Avrupa’nın Birleşik Amerika’ya entegrasyonunu da içermektedir. Buna en büyük tehdit, zaman zaman dile getirilen ABD’nin izolasyonist yaklaşımları olmakla birlikte küresel hegemon politikaların sahibi Amerikalıların Avrupa’nın sinerjisinden uzak kalması, Atlantik Havzasının ortak değerleri ve çıkarları adına, olası gözükmemektedir.

Bununla birlikte, halihazırda, Birleşik Amerika ile Avrupa Birliği arasında bir kurumsal ilişkiden ziyade, birebir Avrupa ülkeleri ile ABD arasında geliştirilen ikili düzeyde ilişkiler, Atlantik-ötesi ilişkinin temelini oluşturmakta, geleceğine yön vermektedir. Avrupa ülkeleri kendi aralarındaki entegrasyonu sağlamaları ölçüsünde, mevcut Atlantik-ötesi danışma mekanizmaları da bundan olumlu bir şekilde etkilenebilecek ve yeni düzenlemelerin devreye sokulmasına ihtiyaç duyulabilecektir. Sonuçta, Atlantik-ötesi bağ dinamik ve daha etkin bir ABD-AB forumuna dönüşebilecektir. Bu da Batı dünyasındaki mevcut karar verme ve politik uygulamaları kökünden etkileyecektir.

Bunun nedenleri ortadadır. ABD, halihazırda Avrupa ülkeleri ile geliştirdiği birebir danışma mekanizmasını, NATO benzeri platformlara taşıyarak, kendi politikaları doğrultusunda bir karar alınmasına öncülük edebilmektedir. ABD, Avrupa ulusları ile birebir temaslarını koruyabildiği için, NATO bağlamında danışma mekanizmasının tüm boyutlarını (siyasi, askeri, ekonomik ve sosyolojik) devreye sokabilmesi söz konusu olabilmiştir. Böylece, alınacak herhangi bir İttifak kararı öncesi, kendi görüşlerinin her ulus tarafından duyulması, paylaşılması, ikna yöntemlerinin kullanılması ile bazı pürüzlerin aşılması mümkün olabilmiştir.

AB’nin, gelecekte uluslarüstü (supranational) yapıyı tam olarak benimsemesi halinde güvenlik ve dış politika alanlarında, Avrupa ülkelerinden ziyade, bizzat AB üst yönetimi tüzel ve tümleşik bir yapı olarak ABD ile ikili ilişkileri düzenleme sorumluluğunu üstlenebilecektir. Uluslarüstü yaklaşım, Avrupa genelinde henüz kabul görmemiştir.

Ülkesinde 1997-2007 arasında 10 yıl başbakanlık yapan Tony Blair zamanında İngilizler buna hazır olmadıklarını zaten ifade etmişlerdir. Bağımsız ve özerk İngiliz siyasetini korumak, İngilizlerin önceliği olmuştur. Klasik bakışa göre İngilizler ne Avrupa’dan tam içinde olmak ister ne de ABD’den uzaklaşmayı gerekli görmektedir. Bu, başka Fransa olmak üzere diğer büyük Avrupa ülkeleri için de az-çok geçerlidir.

Geleneksel ulusal politika uygulamalarını bir kenara bırakan bütüncül ABD dış siyaseti izlenmesi yaklaşımı, nispeten küçük Avrupa ülkelerinin bir anlamda bir büyük bütün içinde yok olmasına, büyük ülkelerin ise kendi öz bağımsızlıklarını zaman zaman kaybetmelerine ve istemedikleri politikalara evet demelerine neden olabileceğinden, şimdilik ütopik bir AB oluşumu olarak değerlendirilmektedir. Ancak, teorik açıdan AB’nin böyle bir oluşumu benimsemesinin önünde hiçbir engel bulunmamaktadır.

Öte yandan Brexit’le birlikte AB, büyük ortaklarından birini kaybetmiştir. Alman-Fransız ikilisinin politikaları ile Amerikan etkisi arasında kendi orta yolunu bulmak isteyen ve bazı noktalarda İngiliz Uluslar Topluluğunun sinerjisinden küresel ölçekte yararlanmak isteyen İngiltere, tekrar Büyük Britanya olma arayışlarına yönelmiştir. Dış siyaset ve küresel güvenlik ölçeğinde kendisine ortak olarak AB’yi değil ABD’yi seçmiştir. AUKUS oluşumu bunun en yakın tezahürü olmuştur.

İngiltere’nin kopmasına rağmen bütünleşik bir Avrupa Birliği hayali tamamen bitmiş değildir. AB; her yönüyle NATO içinde üye olmayanları da kollayan bir yaklaşımla blok halinde hareket etmesi halinde, İttifak içinde kısmen ABD kadar etkin bir konuma yükselebilir. Bu türden yeni bir uygulama ise özellikle ABD’nin NATO karar mekanizmasındaki ve zirve toplantılarındaki mevcut alışkanlıklarının değişmesine, global ölçekli NATO politikalarının kabul görmesinin önünde Avrupa engeli ile karşı karşıya kalabilecektir. Zira, ABD, karar öncesi ülkeler ile resmi boyutta görüşme imkanına sahip olamayacak, AB kurumsal yapısının içinde yer alamadığı için de AB kararlarının yönlendirilmesinde eskisi kadar etkili olamayacaktır. Olgunlaşmış bir AB kararını değiştirmek ise çok daha büyük uğraşları, AB-ABD çekişmesini kendiliğinden doğurabilecektir.

Geçmişte, Fransa benzeri Avrupa ülkelerinin ortaya çıkardığı ‘engellemeleri’ dolaylı yollarla aşabilen ABD, bu noktadan itibaren tüm Avrupa demek olan AB’yi aşabilecek bir politikayı, AB’ye rağmen uygulamakta büyük güçlüklerle karşılaşacaktır. Bu durumun Atlantik-ötesi bağa ve NATO platformlarına olumlu-olumsuz yansımaları olabilecektir.

Bu konuya sadece karar verme mekanizması açısından baktığımızda, Batı’nın ortak çıkarına olan hususlar da ortak karara ulaşmak, eski yapıya göre daha kolay olacaktır. Zira, uluslarüstü bir politikayı benimseyen Avrupa ülkeleri, eğer kendi aralarında oybirliği-oyçokluğu açmazlarını aşabilirlerse, güvenlik ve dış politika konularına yönelik bir karar verme mekanizmasını daha kolaylıkla AB içinde hayata geçirebileceklerdir. ABD için her üye ülke ile tek tek uğraşmak yerine AB ile anlaşabilmesi halinde küresel bir Batı siyasetini devreye sokması bugünkü duruma göre kolaylaşacaktır. Bu durum, NATO içinde ağırlığı artacak bir AB için de geçerli olacaktır. Dolayısıyla, bugün NATO içinde yaşanan karar almaya yönelik sorunlar, AB içine taşınacak; AB içinde ise oybirliği prensibi yerine oyçokluğu prensibine uygun bir karar verme mekanizmasının işletilmesi halinde, NATO’nun krizlere müdahale olması, krizlere yönelik kuvvet ve komuta yapısını oluşturması günümüze göre daha kolaylıkla halledilebilecektir.

Öte yandan, AB-ABD ilişkisi, ‘AB-ABD Daimî Ortaklık Konseyi’ şeklinde yapılabilecek yeni bir düzenleme ile, ABD’ye AB platformunda söz söyleme imkânı verecektir. Böylece iki güç arasında ortaya çıkabilecek sorunların önceden görülebilmesine ve önlenebilmesine yönelik bir ortam söz konusu olabilecektir. Bu tür bir düzenleme, Atlantik-ötesi ilişkilerin sürekliliğine ve NATO’nun devamlılığına da şüphesiz katkı sağlayabilecektir. Ağırlıklı olarak güvenlik boyutunda bir Atlantik-ötesi ilişki platformu sunan NATO’nun yanında ekonomik ve politik hayata ilişkin diğer bir Atlantik-ötesi platform olarak hizmet edebilecek AB-ABD ilişkisi, Atlantik-ötesi ilişkinin daha uygun ve etkin bir zeminde sürdürülmesine yardımcı olabilecektir.

Aslında bu türden düşünceler geçmişte de gündeme getirilmiştir. Nitekim, 3 Aralık 1995 tarihinde, Madrid’de yapılan AB-ABD Zirvesi’nde “Yeni Transatlantik Gündemi” adlı bir metin imzalanmıştır. Yeni Transatlantik Gündemi, Transatlantik ilişkileri, “karşılıklı danışma” boyutundan, “bazı alanlarda ortak eylem” boyutuna taşımıştır. Amaç; dünyada barış, istikrar ve demokrasinin geliştirilmesi, küresel sorunlarla mücadele edilmesi, dünya ticaretinin gelişmesine katkıda bulunulması, daha yakın ekonomik ilişkiler kurulması ve Atlantik’in iki yakası arasında sağlam köprüler inşa edilmesi olarak tanımlanmıştır.

Kazanılan yeteneklere bağlı olarak ve NATO tarafından AB’ne sağlanan destek neticesinde, AB’nin kendi başına harekât yapma eğiliminde olması, harekâtların çapının büyümesi ya da AB’nin müdahil olduğu krizin AB tarafından yönetilemez bir hale gelmesi durumunda, NATO’nun diğer ülkelerinin müdahil olmasını gerektirecek şartları beraberinde getirebilecektir. AB ortak ‘toprağına’ dışardan gelebilecek saldırıların önlenmesinde, AB’nin öngördüğü askeri büyüklük yeterli olamayacağından, AB topraklarının savunmasında NATO’ya ihtiyaç yine devam edecektir. Bunun için, barış döneminde, NATO-AB arasında AB toprak bütünlüğünün korunmasında NATO çıkarlarına göre düzenlenmiş bir ‘güvenlik anlaşması’ saldırganlıkların önlenmesi adına faydalı olabilecektir. Ancak, bu tür bir düzenleme, AB’nin NATO üyesi olmayan ülkelerini dolaylı olarak NATO üyesi yapacağından, teknik boyutlarının derinlemesine incelenmesi ve NATO genişleme politikası ile uyumluluğunun sağlanması gerekmektedir. Aynı şekilde, güvenlik bağlamında NATO üyesi olan ancak AB üyesi olmayan ülkelerin de AB güvenlik politikalarında söz sahibi olma durumu ortaya çıkabilecektir.

Öte yandan AB; NATO’dan kendi ortak çıkarına yararlanmak ancak NATO’nun kendi bünyesinden uzak durmasını sağlama politikasını gütmektedir. NATO-AB sorunlarının ve dolaylı olarak Atlantik-ötesi sorunların kök nedenlerinin başında AB’nin bu muğlak ve ikircikli güvenlik politikaları gidişatı belirleyici bir rol oynamaktadır.

Kaynaklar

Okutan B. (2021). “AB ile ‘göçmen anlaşması’ 5 yılını doldurdu: Türkiye sığınmacıların ‘bekleme odası’ olarak mı kalacak?”, 21 Mart, Erişim Adresi: https://tr.sputniknews.com/20210321/ab-ile-gocmen-anlasmasi-5-yilini-doldurdu-turkiye-siginmacilarin-bekleme-odasi-olarak-mi-kalacak-1044081511.html

Düdükçü Ö. (2004). “Avrupa Güvenlik, Savunma Politikası ve Türkiye (2)”, Cumhuriyet Gazetesi Strateji Eki, 23 Ağustos.

Bostanoğlu B. (2008). Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası, İmge Kitabevi, 2. Baskı, Ankara.

Dr. Hüseyin FAZLA
Dr. Hüseyin FAZLA
Tüm Makaleler

  • 07.01.2022
  • Süre : 9 dk
  • 1221 kez okundu

Google Ads