Atlantik Ötesi İlişkiler Bağlamında Amerikan ve İngiliz Politikaları (3)
Atlantik havzasındaki açılımlar, NATO’nun varlık nedenine yönelik tartışmalarla ilişkili olduğu kadar, Avrupa ülkelerinin birbiri ile entegrasyonu, AB’nin ve NATO’nun genişlemesiyle de doğrudan veya dolaylı olarak ilgili seyretmiştir.
Atlantik havzasındaki açılımlar, NATO’nun varlık nedenine yönelik tartışmalarla ilişkili olduğu kadar, Avrupa ülkelerinin birbiri ile entegrasyonu, AB’nin ve NATO’nun genişlemesiyle de doğrudan veya dolaylı olarak ilgili seyretmiştir. Esasında bir Atlantik Havzası örgütü olarak doğmuş olan NATO, Atlantik-ötesi ilişkilerin sürekliliği ve gelişimi için mevcut yegâne organ olarak işlevselliğini korumaya devam etmiştir. Bu ilişkinin pekiştirilmesine yönelik hususlar ilk iki yazımızda ortaya konmuştur.
NATO haricinde, Atlantik-ötesi ilişkinin gelişmesinde ortaya konabilecek başka bir açılım olarak ‘Atlantik Havzası Ekonomik Birliği’ benzeri bir ekonomik birliktelik öngörülmüştür. AB yapısı içinde düşünülmeyen, AB kriterlerinden farklı bir birikime sahip ancak aynı ekonomik çıkarları paylaşan ABD, Kanada gibi ülkelerin buluşabileceği, G–8 harici bir ekonomik platformun oluşturulmasının Atlantik-ötesi ilişkinin sürekliliğine olumlu katkı sağlayabileceği düşünülmüştür. 2000’lerin başında gündeme getirilen bu düşünce, “Transatlantik Ekonomik Konseyi (TEC)” ismiyle, 30 Nisan 2007 tarihinde Beyaz Saray'da ABD başkanı George W. Bush, Avrupa Konseyi Başkanı Angela Merkel (dönemin Almanya Şansölyesi) ve AB Komisyonu Başkanı José Manuel Barroso tarafından imzalanan bir anlaşma ile kurulmuştur. Konseye AB ve ABD tarafından görevlendirilen iki yetkili ortaklaşa eş başkanlık etmektedir. Konsey, başkanların çağrısıyla yılda en az bir kez toplanmaktadır.
Kissinger’e göre Atlantik-ötesi ilişkiler, içiçe girmiş daireler şeklinde yeni bir yapılanmayı gerektirir. Bu ilişkide;
1) Askerî açıdan, NATO varlığını sürdürmelidir. AB, kendi askeri sistemini kuruyor olsa bile, NATO ile AB askeri yapısı arasındaki entegrasyon muhafaza edilmelidir;
2) Güvenlik boyutunda tüm AB üyelerinin NATO güvenlik şemsiyesi altına girmesi sağlanmalıdır.
3) Ekonomik açıdan, Atlantik-ötesi Serbest Ticaret Bölgesi kurulmalıdır.
4) Politik konular, kurulacak Atlantik Üst Kurul (Atlantic Steering Group) tarafından yönlendirilmelidir.
Benzer çözüm önerilerini çoğaltmak ve TEC benzeri yeni yapılanmaları hayata geçirmek mümkündür. Gerçek olan şu ki, Atlantik-ötesi ilişkiler bazında Avrupa-ABD ilişkisi esastır. Geçmişte, daha ziyade ülkeler arası tesis edilen bu ilişkide, Avrupa’nın tek bir bütün kimlik oluşumuna giden yol haritasının başarısı doğrultusunda, tek bir Avrupa ile ABD ilişkisinden bahsetmek olası olacaktır. İster tek tek ülkeler arasında, isterse Avrupa-ABD şeklinde yürütülecek Atlantik-ötesi bağ, İttifak’ın yönlendirilmesinde, Avrupa ve Avrupa’dan yansıyan görüşlerin NATO içinde hayat bulmasında etkili olmaktadır.
Atlantik-ötesi bağın tarafları arasında politik konularda anlaşmazlıkların ortaya çıkması doğal kabul edilirken, tarafların aralarındaki işbirliğini geliştirirken olası rahatsızlık noktalarını en aza indirgeyecek ‘çıkarların’ uyumlu hale getirilmesi karşılıklı olarak dikkate alınmaktadır. Bu sürecin başarısı da İttifak politikalarına ‘NATO’nun uyumu’ ya da ‘NATO içinde çatlak’ olarak, olumlu veya olumsuz bir şekilde yansıdığından, Atlantik-ötesi ilişki, doğrudan İttifak’ın dış dünyaya bakan itibarının (kredibilite) korunmasına katkı sağlamaktadır.
NATO’nun geleceği için transatlantik bağda iki noktada yeni bir felsefe geliştirme ihtiyacı bulunduğu söylenebilir. Birincisi, 2003 Irak krizi sonrasında ortaya çıkan çatlağın giderilmesi üzerine politik açıdan ve bunun tamamlayıcısı olarak güvenlik açısından yeni bir felsefe geliştirilmesi; ikincisi, buna bağlı ‘siyasal pratiklerin’ ortaya konmasıdır. Irak savaşı ile Atlantik-ötesi bağda ortaya çıkan çatlak, savaş sonrasında dünya sisteminin politik omurgasının ‘zedelenmesine’ yol açmıştır. ABD-Fransa-Almanya hattı arasındaki Irak Savaşı’na dönük görüş ve tutum ayrılığı, savaşın bitmesiyle bir anda sona ermemiştir. Bu savaş öncesinde ve savaş boyunca kaydedilen olaylar, bir anlamda, Atlantik Havzasında yer alan ülkelerin birlikte hareket etmediğinin tescili anlamına geldiği doğrudur. Ancak, bu durum, 1956 Süveyş Krizinde yaşanan ‘ayrılığın’ yanında çok küçük bir ‘ayrılıktır’.
Bununla birlikte, Batı Avrupa, yeni biçimiyle Avrupa Birliği, 1956 yılına göre kıyaslanamayacak bir oranda, ABD karşısında sesini yükseltebilecek bir güç seviyesine ulaşmış durumdadır. Farklılık buradadır ve ayrılık rüzgarının kuvvetli esiyor olarak algılanmasındaki temel neden bu olmuştur. Bu nedenle, Irak Savaşı benzeri gerginliklerde, Atlantik-ötesi bağın zayıfladığına dair sinyaller alınması, küresel düzeyde etkiler yaratan ve artçı depremler gibi önümüzdeki on yıllarda tekrarlanacak bir konu olarak görülmelidir. Nitekim, Brexit benzeri ayrılışlara da Atlantik-ötesi ilişkilerin tam oturmamış olmasının etkisi olduğu söylenebilir. Günümüzde bu durum Polonya boyutunda Doğu Avrupa’nın savunulması ihtiyacı kapsamında ‘sessiz bir gündem’ olabilmiştir. Yükselen Rus tehdidine göre 2010 NATO konseptinden ve Galler Zirve kararlarından güç alan Polonya, güçlü İngiliz ve Amerikan desteği yanında özellikle Alman-Fransız ikilisinin de sahada Doğu Avrupa’nın yanında olmasını talep etmektedir.
Bahse konu çatlak neden ortaya çıkmıştır? Irak zemininde ortaya çıkan tartışma temel bir ‘politik’ tartışmaydı. ABD, Irak’taki rejimi iş başından uzaklaştırmak için bilinen diplomasi yöntemlerini ve mekanizmalarını kullanmak yerine, BM ve NATO’yu bir kenara itme pahasına kendi çıkarlarına en uygun olan tutum ve politikasını uygulamaya koymayı tercih etmiştir. Aslında bu konuda istenen ortak anlayış tesis edilemediği veya başına buyruk Amerikan kararlarına karşı AB kuvvetli bir ‘kimlik’ geliştiremediği için, 2021 Afganistan çekilmesinde de aynı durum tekrar yaşanmıştır.
11 Eylül sonrası oluşan güvenlik ortamında BM’in bazı sorunlarda devre dışı kalması ve yoğun güvenlik endişelerinin ABD’yi bağımsız bir karar alma mekanizması oluşturmaya zorlaması, dünya üzerinde genel bir rahatsızlık yaratmıştır. Ekonomik gelişmişlikle beraber, küresel aktörler arasında küresel karar verme mekanizmasına yeni bir şekil verme konusu tartışılır olmuştur. Siyasi ve ekonomik alanlarda belirli bir gelişmişlik seviyesine ulaşıp da karar mekanizması içinde yeterince söz sahibi olamayan bazı ülkeler (Brezilya, Türkiye, Hindistan, kısmen Japonya vb.), seslerini daha fazla yükseltmeye başlamışlardır.
Güvenlik Politikaları üzerine 2005 yılının Şubat ayında Münih’te yapılan konferansta, BM Güvenlik Konseyinin daimi üyelerinin sayısının artırılması konusu Almanya ve Japonya tarafından yüksek sesle dile getirilmiştir. Benzer çıkışı Brezilya ve Türkiye’de yapmıştır. Erdoğan’ın ‘dünya beşten büyüktür’ söylemi, 2020’li yıllarda da devam etmiştir. Bu türden seslerin yükselmesi devam ettiği müddetçe, gelecekte, BM Güvenlik Konseyi yapısı değişebilecek ve bu da mevcut karar mekanizmasını farklı bir boyuta taşıyacaktır. Yeni karar mekanizması içerisinde yer alacak ülkelerin kendi aralarında yaratacakları sinerji veya ayrışma, küresel nitelikte etkileri doğurabilecektir. Özellikle, karar mekanizmasındaki ülkelerin sayısının artmasıyla, belirli konularda uzlaşma eskiye göre daha da zorlaşabilecektir. Her hâlükârda, mevcut ‘beşli hegemon’ sisteminin rafa kalkmasının dünyanın geri kalanı açısından daha faydalı olacağı aşikardır.
Öte yandan, ortak değerleri paylaşmalarına rağmen küresel aktörler arasında zaman zaman özellikle güvenlikle ilgili konularda farklı yaklaşımlar görülebilmektedir. ABD ile AB arasında Irak savaşı öncesi ve sonrası oluşan görüş farklılıkları bunun en canlı örneğidir. Fransa-Almanya hattı açısından buradaki çelişki, Irak’a demokrasi götürmek adına, uluslararası sistemin değerlerinin ve bunları temsil eden kurumların bir kenara itilmesi ve dolayısıyla bu ülkelerin bir anlamda politikalarının rafa kaldırılması anlamına gelmiştir. İngiltere, ABD ile birlikte hareket edecek zemini yakalayabildiği için, AB üyesi olmasına rağmen ABD yanında yer almıştır. Bu durum, AB’nin kendi içinde bütünü kavrayan tutarlı bir politika ortaya koymasına engel teşkil etmiş, AB’nin ‘küçük ülkelerinin’, ABD diplomasinin etkisiyle ya tarafsız kalmasına ya da doğrudan ve/veya dolaylı bir şekilde ABD’yi desteklemelerine neden olmuştur. İspanya ve Polonya buna en iyi örneklerdir. Böylece, ABD’nin siyasal açıdan olmasa bile sayısal açıdan AB’yi kendi yörüngesinde hareket ettirebileceğinin ipuçlarını bu harekât bir örnekleme olarak vermiştir. ABD’nin belirginleşen AB yaklaşımı, bundan böyle gerektiğinde Birleşik Amerika’nın NATO ve BM gibi, AB’yi de belli oranda pasifleştiren ya da kendi politikası ile örtüşen bir tutum izleme zorunluluğuna itmiştir.
Öte yandan, Belçika ve Lüksemburg gibi ülkeler ise Fransa-Almanya ekseninde yer almıştır. Avrupa içindeki Amerikan ekseninde gelişen bu iki farklı ve birbiriyle çelişen durum, o dönemde sadece Atlantik-ötesi ilişkileri germemiş, aynı zamanda AB idealini de sekteye uğratabilecek pürüzlerin gün yüzüne çıkmasına neden olmuştur.
Ancak, unutulmamalıdır ki, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dinamikler içinde anlamlı ve gerekli bir yapı haline dönüşen ‘Atlantik-ötesi bağ’, bu tür politik gerilimlere ‘dayanıklılığını’ artıran sayısız benzer testlerden başarıyla geçmiş bir iç yapıya sahip olduğunu kanıtlamıştır. Taraflar arasındaki ‘Batı’ diye isimlendirilebilecek ortak çıkarlar ve değerler o kadar güçlüdür ki, dünyanın geri kalanda ortaya çıkabilecek yeni yükselen güçlerin bastırılması ve mevcut üstünlüğün sürdürülebilirliği için dahi, Atlantik-ötesi bağda çatlak olmaması, bu bağ içinde yer alan her unsur için önemli ve gerekli olarak değerlendirilmiştir. Atlantik-ötesi bağ içindeki dışa yansıyan mücadele, uluslararası sistemin dinamikleri ve realizm felsefesi çerçevesinde olağan bir durum olarak görülmelidir. Özellikle yükselen Çin ve Doğu Avrupa’da yeniden ‘tehdit’ haline gelen Rusya Federasyonu’nun varlığı karşısında, Atlantik Havzasındaki hararetli her tartışmanın er ya da geç soğumaya mahkûm olduğu ortadadır.
İttifak, gerektiğinde üye ülkelerin kendi ulusal politika ve çıkarlarının korunmasında ‘yalnız’ kalmamalarına özen göstermeyi amaçlamıştır. Modern NATO; özellikle Soğuk Savaş sonrası NATO’su, başta Birleşik Amerika olmak üzere Atlantik Havzası’nın ileri gelen ülkeleri olan İngiltere, Almanya ve Fransa’nın dünyanın geri kalanıyla ilişkilerinde yalnız kalmamalarını temin eden bir platform olmuştur.
Soğuk Savaş döneminde, Amerika’nın NATO’daki bir numaralı ülke veya güç olmasından rahatsızlık duymamıştır. Çünkü İngiltere’nin tarihsel deneyimleri, kıt’a Avrupa ülkelerinden çok farklı idi. Kıt’a Avrupa’sı ülkeleri için komşularından birisinin hegomon bir güç olarak ortaya çıkması durumu, her zaman için bir kâbus olarak görülürdü. Bunun tersine, İngiltere için kâbus, tüm Kıt'aya hükümran bir gücün kendi bağımsızlığı için tehdit oluşturmasıydı.
İngiltere ve Amerika, 1823’te Monroe Doktrinin ilanından 1941’deki Pearl Harbor’a kadar, hiç değilse diğer Avrupa uluslarına karşı, aralarında bir ittifak varmış gibi hareket ettikleri halde, ittifakta bulunmaktan kaçınmışlardır. Gerek İngiltere gerekse Birleşik Devletler, Avrupa konusunda tek bir ortak çıkara sahiptiler: Avrupa güç dengesinin korunması. İki ülke, çıkarları özdeş olduğu için, söz konusu dengeyi tehdit eden uluslara karşı birbirleriyle birleşmekteydiler. Nitekim 1914’te ve 1939’da Avrupa güç dengesini korumak için İngiltere savaşa girince, önce, tarafsız bir ülkeye yaraşan hareketler sayılamayacak hareketlerle İngiltere’yi destekleyen ABD, daha sonra savaş alanında da İngiltere’nin yanında yer almıştır. Anglo-Amerikan çıkar topluluğunun düşmanı, “eşyanın doğası gereği” önceden belirlenebilecek bir düşman değil; Avrupa güç dengesini tehdit edecek olan (ülke ve/veya) kimseydi. Jefferson nasıl İngiltere ile Napolyon arasındaki tercih ve desteğini, Avrupa güç dengesini değiştirecek olarak kimi görüyorsa ona göre değiştirmişse, Napolyon Savaşlarını izleyen yüzyılda da İngiltere ile Amerika, Avrupa güç dengesini tehdit eden her kim olursa o’na karşı bir politika izlemişler; bu konuda en ciddi tehdit kimden geliyorsa o’na karşı çıkmaya karar vermişlerdir.
Bu güçlü çıkar ilişkisinin bir sonucu olarak, İngiltere’yi her iki dünya savaşında da kurtaran güç, Avrupa’dan değil, Okyanus’un öbür tarafından yani denizden gelmişti. İngilizlerin gözünde, ABD’nin dostluğu özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra değer verilmesi ve korunması gereken bir değer olarak görülmüştür. Hatta bu, İkinci Dünya Savaşı’na kadar uzatılabilecek bir algılamadır. Bu ‘özel ilişki’ sadece duygusal nedenlerle açıklanamaz. Britanya, ufak ada devletinde, dünya hakimiyetine ulaşan bir güç seviyesine, Avrupa Kıta’sını gözeten ve aynı zamanda ulusal çıkarlarını hep ön planda tutan ‘gerçekçi’ bir politik yaklaşım sayesinde ulaşmıştır. ABD’nin bunca yakınlığına ve desteğine rağmen İngiltere, Fransa’dan 10 yıl önce nükleer güce sahip olmuştur. Bu da gösteriyor ki, İngiltere, sadece Birleşik Amerika’ya güvenerek ulusal çıkarlarını ve kendi gücüne dayanma politikasını bir kenara bırakmış bir ülke değildir. Günümüzde, denizaşırı harekât kabiliyeti açısından, dünyada, Birleşik Amerika’dan sonra yeterli imkân ve kabiliyete sahip ikinci büyük kuvvet, İngiltere’ye aittir. 1982 Falkland Savaşı’ndaki İngiliz başarısı, kısmi ABD desteğine rağmen, bunun kanıtıdır.
İngiltere, “şaibeli” Avrupalı olarak bilinir. Zira, gerektiğinde Doğu’ya dönerek bir Avrupa Devleti olarak davranır, fakat başka bir gereklilikte ise yüzünü Batı’ya çevirerek, bir Atlantik Ülkesi kimliği takınır. Son Irak savaşında bu “iki kişiliğinin” tipik örneğini vermiştir. Ayrıca AB’nin para birimi bütünleşmesine katılmayarak, ekonomik politikada inisiyatifini korumuştur.
Öte yandan Fransa, Birleşik Amerika ile İngiltere arasında mevcut olan ‘lisan birliğine’ sahip değildir. Fransız eğitim sistemi, daha ziyade milliyetçiliği ağır basan yönetici tipi yetiştirmektedir. Bu da her konuya Fransız gözüyle bakan bir anlayışı Fransa politik hayatına hâkim kılmakta, genel global bakış açısı zaman zaman kaçırılabilmektedir.
İngilizler, ABD çıkarlarını kendi çıkarları ile paralel kılarak, bu ‘ortaklık’tan fayda sağlarken; Fransızlar ayrı bir Avrupa aidiyeti yaratmak uğruna, pratik çözümlere dayalı bir dış politika uygulamasını hayata geçirememektedir. ABD’ye karşı rasyonel politikaların üretilmesi ise, pratikte uygulanamaz hale gelmektedir. Fransa, kökleri Amerikan bağımsızlık savaşlarına dayanan Amerikan-Fransız dostluğunun bozulmamasına özen göstermektedir. Bununla birlikte Fransızlar, kendi çıkarlarına aykırı bir hareket tarzında, ABD’nin çözüm için bastırması halinde eğer onurlarına dokunmayacak şekilde bir yaklaşım sergilenmesi durumunda ortak çözüm tarzını destekleme eğilimine sahiptir. İngiltere, Atlantik-ötesi ilişkilere bir ortaklık olarak bakmakta, Atlantik havzasının iki tarafı birleştiren bir ortam olduğu şeklinde hareket etmektedir. Fransa ise, hareket serbestiyesine sahip olmak adına, ‘sıfır kazançlı oyun’ açılımıyla hareket etmekte ve bu nedenle Atlantik havzasında ABD-Avrupa ilişkisinde iki tarafı birleştirmekten ziyade ayıran bir işlev görebilmektedir.
(Sonraki yazıda, Almanya ve Fransa’nın durumu ele alınacaktır.)
Kaynaklar
Kissinger H. (2002). Does America Need A Foreign Policy, UK.
Morgenthau H.J. (1970). Uluslararası Politika, (Çev. Baskın Oran ve Ünsal Aksoy), Sevinç Matbaası, Ankara.
Yavuz K. (2005). “ABD ile AB (1)”, Akşam Gazetesi, 02 Mart.