Üçüncü Dünya Savaşı’nın Ayak Sesleri ve NATO’nun Rolü (2)
NATO ittifakının kuruluşundan sonraki yıllar, Doğu ile Batı arasındaki politik ve ideolojik çatışma ve çekişmelerle geçmiştir.
NATO ittifakının kuruluşundan sonraki yıllar, Doğu ile Batı arasındaki politik ve ideolojik çatışma ve çekişmelerle geçmiştir. Her iki taraf da dengeyi sağlamanın tek yolunun caydırıcılığa sağlamaya yönelik elde hazır askeri kuvvet bulundurmak olduğunu düşünmüştür. NATO ülkeleri, bu bağlamda ortak güvenlik şemsiyesinden yararlanmış, Varşova Paktı’nın yayılmacı emellerine karşı NATO’nun caydırıcılığından istifade etmiştir. Aynı durum Varşova Paktı üyesi ülkeler için de geçerli olmuştur.
Soğuk Savaş dönemini uluslararası ilişkiler teorilerine göre irdelediğimizde, devlet merkezli, askeri güç ile özdeşleşen bir güvenlik anlayışına dayalı realist paradigmanın gündeme hâkim olduğunu ifade edebiliriz. Buna bağlı olarak, Batı dünyasında yer alan ülkeler; Varşova Paktı ülkelerinin askeri gücünü dengeleyecek şekilde kendi ortak güçlerini azami seviyeye çıkarmak için NATO şapkası altında güç birliğine gitmiştir. Doğu-Batı rekabetinin ve nükleer mücadelenin de etkisiyle bu dönemde geçerli olan NATO konsepti güç üzerine şekillendirilmiş, her an savaş çıkabilecekmiş gibi üye ülkeler askeri kuvvetlerini harbe hazır tutmaya gayret göstermiştir.
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte, yaklaşık yarım asırdır sürmekte olan Doğu-Batı düşmanlığı ve rekabeti fiilen rafa kalkmış, büyük ölçüde geçerliliğini yitirmiştir. Sovyetler dağılmasıyla birlikte Varşova Paktı kendiliğinden yok olmuştur. Sovyetlerin asli mirasçısı Rusya Federasyonu; kendi iç yapısındaki siyasi istikrarsızlık nedeniyle bundan böyle NATO’ya tehdit olamayacak derecede kendi dertleriyle boğuşan bir ülke görüntüsü veriyordu. Sovyetlerden koparak bağımsızlığını kazanan Doğu Avrupa ve Türki Devletler ise bundan böyle uluslararası sistemin yeni aktörleri olarak NATO’nun temas kurması gereken yeni ülkeler haline gelmiştir.
Sovyet dünyasında bunlar yaşanırken, bir an için NATO’nun varlık nedeni (raison d'être) bir bakıma ortadan kalkmıştır. Oysa NATO; Soğuk Savaş yıllarında da genel manada başarılı görülen, Varşova Paktı yıkılırken ayakta kalan uluslararası siyasi ve askeri bir örgüttü. Yeni gelişen şartlar çerçevesinde, üyelerinin ortak güvenliğini garanti etmek yanında dayanışma ve iş birliğini devam ettirebilecek bir yapıya da sahipti. Bu köklü ve kendisini kanıtlamış yapının devam etmesi, birçok açıdan üye ülkelerin çoğunluğu tarafından lüzumlu görülmüş, NATO’nun yaşatılması fikri ittifak içinde ağırlık kazanmaya başlamıştır.
NATO’nun devamından yana olanlar; 1980’lerden itibaren dünyaya hâkim olan neo-liberal paradigma çerçevesinde ittifakın sahip olduğu askeri güç seviyesini muhafaza etmek, yeni tanımlanan tehditler ve riskler karşısında üyelerin güvenliğini sürdürmek ve çatışma yerine barışın devamlılığını sağlamak için NATO’nun uluslararası bir örgüt olarak sunduğu iş birliği ve dayanışma ortamının önemli olduğunu savunmuştur. İttifak içinde resmi olarak karşı olan bir ülke olmamasına rağmen, ittifak dışındaki kimi düşünürler, realist paradigma bağlamındaki duruşlarını muhafaza ederek, “tehdit bitti, ittifaka ihtiyaç kalmadı” söylemine sarılmıştır.
Bilindiği üzere, Soğuk Savaşın sona ermesinin bir sonucu olarak değişen güvenlik ortamıyla birlikte savunma anlayışı da değişmiş, ihtiyaçlar farklılaşmıştır. 1990’ların yeni dünya düzeninde, NATO hem varlığını meşrulaştırmak hem de yeni tehditlere karşı koyabilmesine gerekçe oluşturabilmek adına stratejik konseptinde değişikliğine gitme gereğini duymuştur.
Bu kapsamda yapılan çalışmaların bir sonucu olarak, 1991 Roma Zirvesinde açıklanan NATO’nun yeni stratejik konsepti, Avrupa’da güvenlik ortamının değiştiğini, iş birliği ve diyaloğun öne çıktığını vurgulamıştır. Yeni tehditler ve riskler arasında etnik çatışmalar, sınır sorunları, ekonomik, sosyal ve politik çelişkilerin doğuracağı istikrarsızlıklar sayılmıştır. Bu noktada, yeni konseptin bir gereği olarak, İttifakın; caydırıcılık ve savunma için yeterli askeri yeteneklere sahip olması, krizlerle etkili biçimde müdahale için kapsamlı yetenekleri geliştirmesi, diyaloğu öne çıkaran iş birliği anlayışına dayalı politik girişimleri devreye sokması gerektiğine karar verilmiştir. Bu çerçevede NATO, 1990’lı yıllarda konsepte dayalı yeni askeri yetenekleri bünyesine kazandırmaya özen göstermiştir.
Yeni konsept doğrultusunda yeniden yapılanan NATO; üyeleri arasındaki dayanışma ve iş birliğini, ağırlıklı olarak devlet başkanları ve/veya bakanlar seviyesinde katılımlar ile yapılan zirvelerle sağlamaya devam etmiştir. Soğuk Savaş sonrasındaki NATO Zirvelerinin temel teması “barış ortamının korunması, iş birliği ve diyaloğun açık tutulması” üzerine kurgulanmıştır.
Bu kapsamda, NATO; Soğuk Savaş sonrası dönemde de üyelerinin ortak savunmasını sağlamayı asli görevi olarak görmeye devam etmiştir. Ayrıca, NATO, 1949 yılından beri başarıyla sürdürdüğü üzere, Avrupa’da stratejik dengeyi koruyan en önemli aktör olduğunu gösterirken; sahip olduğu “demokrasi, güvenlik ve istikrar” ortamını NATO’nun doğusuna doğru genişletmek için çaba sarf etmeye başlamıştır.
Bu dönemde NATO, oluşturduğu forumlarla üyeler arasında eşgüdümü ve iş birliğini pekiştirmeye çalışırken, bölgesel karakterli oluşumlara da öncülük etmiştir. Bu bağlamda, Barış İçin Ortaklık, Akdeniz Diyaloğu ve Avrupa-Atlantik Ortaklı Konseyi gibi daha geniş kapsamlı mekanizmaları devreye sokmuş, birçok ülkeyle dünya barışını tesis edecek iş birliği ortamını geliştirmeye gayret göstermiştir.
Yine bu doğrultuda, 1997 yılında NATO-Ukrayna Komisyonunun kurulmasına ilave olarak aynı yıl içerisinde Rusya Federasyonu ile yapılan Daimî Ortaklık Konseyi oluşturulması fikri ile örgüt eski baş düşmanına bile kapılarını açma cesaretini gösterebilmiştir.
2004 yılında gerçekleştirilen İstanbul Zirvesinde alınan karar neticesinde, Basra Körfezi kıyısındaki dört ülke ile “İstanbul İş birliği Girişimi” adı altında İttifak temaslarını artırma olanağı bulmuştur.
Böylece NATO, çatışma yerine barış ve iş birliği temaları üstüne yoğunlaşan bir örgüt yaklaşımına sahip olduğunu göstermek için büyük bir çaba sarf etmiştir. Liberalizmin/neo-liberalizmin uzantısı serbest piyasa ve ekonomik küreselleşmeyle birlikte, bir bakıma Keohane ve Nye ile ünlenen “karşılıklı bağımlılık” kavramı ve “karmaşık karşılıklı bağımlılık” modeli benzeri yaklaşımlardan da istifade eden NATO, tüm aktörlerle yüksek politika alanlarında iş birliği yapabileceği bir zeminde buluşma beceresini göstermiştir. Böylece Batılı ülkeler; NATO’nun öncülüğünde, arkasında hegemon ABD’nin olduğu bu yaklaşımlarla, uluslararası karşılıklı bağımlılık ilişkilerine dayanan yeni yapının tesis edilmesi, bu yapı içerisinde uluslararası çatışmaların azaltılması hedeflenmiştir.
Bu arada, Avrupa Birliği’nin ekonomi ağırlıklı şapkasından da yararlanan NATO; ortaya çıkan sinerji neticesinde, Avrupa’daki ideolojik, politik, askeri ve coğrafi bölünmeleri gideren bir çeşit kaldıraç işlevini üstlenmiştir. Bunun neticesinde, 1999 yılında Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan NATO üyeliğine kabul edilmiş, üye sayısı 19’a ulaşmıştır. Sonrasında 2004 yılında Bulgaristan, Romanya, Slovakya, Slovenya, Estonya, Litvanya, Letonya; 2009 yılında Arnavutluk ve Hırvatistan, 2017 yılında Karadağ, 2020 yılında Makedonya İttifak’a dahil olmuş, böylece toplam üye sayısı 30’a çıkmıştır. Bosna Hersek, Ukrayna ve Gürcistan’ın üyelik durumları gündemde olmasına rağmen halen belirsizliğini korumaktadır.
Öte yandan NATO’nun coğrafi genişleme süreci; bazı araştırmacılar tarafından; bu örgütün ABD ile Avrupa arasında askeri ve siyasi iş birliğini devam ettiren bir mekanizma olarak devam etmesi, ABD’nin Avrupa güvenliğine nüfuz etme aracı olarak korunması, Orta ve Doğu Avrupa’da Amerikan varlığının ve etkisinin sağlamlaştırılması, Soğuk Savaş dönemindeki çift kutupluluk sonrası dünyada olası görünen Doğu tehdidine karşı Batı’nın askeri potansiyelinin sağlamlaştırılması şeklinde yorumlanmıştır. Bazılarına göre ise NATO’nun genişleme politikası, Rusya’nın kendisine yönelik bir kuşatmaya karşı olan şüpheciliğinin yeniden doğmasına yol açabilecekti. Nitekim, daha sonra değineceğimiz üzere, Rusya’nın Gürcistan ve Ukrayna müdahalelerinin arkasında NATO’nun genişlemesinden kaynaklı ortaya çıkan “güvenlik ikilemi” sendromu yatmaktadır denebilir.
1990 sonrasındaki NATO faaliyetleri, ittifak içi değerlendirmeler ve yeni üyelerin ittifaka katılımlarıyla birlikte, zaman içinde değişen NATO konseptlerinin bir gereği olarak, NATO’nun komuta ve kuvvet yapılarında da gerekli değişikliklere gidilmiştir. Ağırlıklı olarak daha fonksiyonel bir yapıya geçilirken, NATO komuta kademesindeki karargâh sayılarında ve dolayısıyla daimî personel sayısında azaltmaya gidilmiştir. Bir bakıma NATO’nun üye sayısı artarken, kuvvet ve karargahlar boyutunda küçülmeye gidilmiştir. Yeni yapılanmanın bir sonucu olarak, NATO’nun geleceğin harekât ve eğitim ihtiyaçlarına en iyi şekilde odaklanabilmesi maksadıyla, ABD Norfolk’da Müttefik Dönüşüm Komutanlığı (Allied Command Transformation – ACT) kurulmuştur. Belçika’daki Avrupa Müttefik Komutanlığı SHAPE’in görevi Müttefik Harekât Komutanlığı (Allied Command Operations – ACO)’na dönüştürülmüştür. NATO’nun herhangi bir krize anında müdahale edebilmesi için yüksek hazırlık yeteneğine sahip Kolordu Karargahları ile çekirdek bir müşterek askeri hazır kuvvet olarak NATO Mukabele Kuvveti (NATO Response Force – NRF) teşkil edilmiştir. Ayrıca, savaş uçağı olmayan Estonya, Letonya ve Litvanya’ya, İttifak üyesi ülkelerden dönüşümlü olarak dört savaş uçağından oluşan bir kuvvet görevlendirmesi yapılarak, 2004 Mart ayından itibaren Baltık Hava Polisliği politikasıyla istenmeyen hava ihlallerine karşı konulması politikası benimsenmiştir.
NATO, eşgüdüm, ortaklık, genişleme, üyelik ve iş birliği mekanizmalarını devreye sokarken, Birleşmiş Milletler kararları çerçevesinde, Avrupa’da ortaya çıkan bazı krizlere müdahale etmeyi zorunlu bir görev olarak görmüştür. Bu kapsamda, Yugoslavya’nın parçalanmasıyla birlikte, ilk kriz Bosna-Hersek’te ortaya çıkmıştır. Birleşmiş Milletlerin aldığı karar çerçevesinde NATO, 12 Ağustos 1993 tarihinden geçerli olarak Bosna-Hersek üzerinde uçuşa yasak bölgede devriye görevlerini başlatmıştır. Yasağı delen dört Sırp uçağı 28 Şubat 1994 tarihinde NATO savaş uçakları tarafından düşürülmüş, bu ittifakın ilk “fiili savaş müdahalesi” olmuştur. Srebrenitsa katliamı esnasında ise Sırplara karşı iki hafta süren NATO bombardımanı (Kararlı Güç Harekâtı) gerçekleştirilmiştir. 14 Aralık 1995 tarihli Dayton anlaşmasıyla fiili çatışmalar sona ermiştir. Sonrasında NATO; bu bölgede barışı destekleme görevlerine devam etmiş, Aralık 2004 ayında Avrupa Birliği Althea Kuvvetine bu sorumluluğu devretmiştir.
NATO; Kosova’da bulunan Arnavutları Sırp saldırılarından korumak için, Yugoslav askeri kuvvetlerini, 24 Mart – 3 Haziran 1999 tarihleri arasında, toplamda 78 gün boyunca havadan bombalayarak, Kosova’da barışı şartlarının Sırp lider Milosevic tarafından kabul edilmesini sağlamıştır.
Avrupa’nın sınırları dahilindeki Bosna-Hersek ve Kosova’da yaşanan katliamlar; Avrupa medeniyetinin bir üyesi olan Sırplar tarafından gerçekleştirilen insanlık dışı suçlardır. Sayısız insanlık dramının yaşanmasına neden olan Sırp saldırıları; çoğu durumda geç kalınmış olsa da netice itibariyle NATO müdahalesiyle durdurulabilmiş, belirli oranda barış ortamına geçilebilmiştir. Bu durum, bu ittifaka olan ihtiyacı tüm Avrupa’nın ve dünyanın geri kalanının gözünde pekiştirmiştir diyebiliriz.
Uluslararası sistemde güvenlik ortamının değişmesi, NATO dahil uluslararası sistemde yer alan tüm ulus-devletler ve uluslararası örgütler gibi aktörlerin güvenlik ihtiyaçlarını da değiştirmiştir. Güvenlik ortamındaki bu değişimin bir gereği olarak, NATO da kendi güvenlik anlayışını güncellemek, muhtemel tehdit ve risklere karşı koyabilecek uygun stratejileri ve konseptleri geliştirmek zorunda kalmıştır. Nitekim, daha önce ifade ettiğimiz üzere, 1991’de Soğuk Savaş sonrasının ilk konsept değişikliği gerçekleştirilmiştir.
Yugoslavya’nın dağılmasıyla birlikte yaşananlar ve güvenlik ortamında gözlemlenen terörizm gibi yükselen riskler, 1999 yılında NATO’nun mevcut konseptini revize etmesini gerektirmiştir. Bu kapsamda, Soğuk Savaş döneminin nükleer silahlarla caydırıcılığa dayanan stratejisi rafa kaldırılmış, bunun yerine Soğuk Savaş sonrasının uluslararası terörizm odaklı stratejilerine ve oradan da siber dünyadaki saldırılara karşılık vermeye dayalı yapılanmalar için yeni konsept güncellenmiştir. 1999 konseptiyle; politik, ekonomik, sosyal ve çevresel faktörler biraz daha öne çıkarılmış, ittifakın mücadele etmesi beklenen sorunlar politik baskı, insan hakları ihlalleri, dinsel ve etnik çatışma ve ekonomik sorunlar gibi iç politik istikrasızlıklardan kaynaklanacak riskler, göç ve yaşamsal kaynaklara ulaşmanın engellenmesi ile kitle imha silahlarının yayılması, terörizm ve örgütlü suç olarak detaylıca konseptte belirlenmiştir.
Görüldüğü üzere, 1990’ların sonu itibariyle İttifak, her durumda yeni güvenlik koşul ve ihtiyaçlarına göre kendini yenileyebilme esnekliğini gösterebilen bir yapıya kavuşmuş, dinamik bir örgüt haline gelmiştir.
Bir sonraki yazımızda 11 Eylül saldırısından itibaren dünyada kaydedilen gelişmelere NATO penceresinden irdelemeye devam edeceğiz.
Yararlanılan Kaynaklar:
Şahin G. (2016). Küresel Güvenlik ve NATO, Detay Yayıncılık, Ankara
Jafarov S. (2007). Dünden Bugüne Rusya-NATO İlişkileri, Ezgi Kitabevi, Bursa
Savunma ve Havacılık Dergisi. (2001). Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ile Söyleşi, Mönch Türkiye Yayıncılık, Cilt 15, Sayı 20613, s.8-25.