Üçüncü Dünya Savaşı’nın Ayak Sesleri ve NATO’nun Rolü (3)
Uluslararası ilişkilerde barış ortamını yıkıcı etkisi olan 11 Eylül, NATO ve üye ülkelerin dünyayı algılama şeklini de değiştirmiştir.
Uluslararası ilişkilerde barış ortamını yıkıcı etkisi olan 11 Eylül, NATO ve üye ülkelerin dünyayı algılama şeklini de değiştirmiştir. NATO; bu terörist saldırının sınırları aşan küresel bir olgu olarak bütün dünyayı tehdit ettiğini, devletlerin yanında tüm uluslararası örgütlerin iş birliği ve dayanışma içerisinde hareket ederek, ortak bir tedbir geliştirmesi gerektiğini söylemlerinin merkezine oturtmuş, bu anlayışla hareket etmeye başlamıştır. Üstelik, tarihinde ilk defa gerçek manada, terörist saldırılara karşı koymak için 5’inci maddeyi işletmeye karar vermiştir. Burayı biraz açalım.
1999 Konseptiyle, ittifakın mücadele etmesi beklenen başlıca sorunlar olarak, politik baskı, insan hakları ihlalleri, dinsel ve etnik çatışma ve ekonomik sorunlar gibi iç politik istikrasızlıklardan kaynaklanacak riskler şöyle sıralanmıştı: göç ve yaşamsal kaynaklara ulaşmanın engellenmesi, kitle imha silahlarının yayılması, terörizm ve örgütlü suçlar. Bu minvalde NATO, demokrasi, eşitlik, bireysel özgürlük, hukukun üstünlüğü gibi Batı medeniyetinin temel değerlerinin tüm dünyaya ihraç edilmesi halinde mevcut barışın korunabileceği anlayışının havariliğine de soyunmuştur. NATO, başta üye ülkeler olmak üzere, tüm toplumların özgürlüklerini, ortak miraslarını ve medeniyetlerini muhafaza etme, refah ve istikrarını artırma, birlikte barış ve güvenliği koruma yaklaşımını geliştirmiştir. NATO; Batı’nın paylaşılan değerlerini savunma ve bu değerleri yayma amacıyla hareket etmeyi önceliği haline getirmiştir.
İttifak antlaşmasının giriş bölümünde yer alan norm ve değerleri esas alan bir örgüt sıfatıyla NATO; Batı’nın toplumsal düzenine ve yaşam biçimine bir tehdit oluşturmaya başlayan Sovyetlere karşı kurulmuştu. Soğuk Savaş döneminde Doğu Avrupa uluslarının “Sovyetleştirilmesi” politikaları, Batı değerlerine yönelik bir tehdit olarak algılanmış, bu manada İttifak’ın bütünlüğü için, üye ulusları bir arada tutacak ortak kimlik geliştirilmesine özen gösterilmiştir.
Soğuk Savaş sonrasında ise, üye devletlerin ortak çıkarlarını ve temel değerlerini korumak, genel manada güvenliklerini korumaya devam etmek için ‘öteki’ yerine olası tüm ‘ötekiler’, isim belirtilmeksizin NATO tarafından tehdit olarak kabul edilmiştir. Bu doğrultuda, NATO’nun kolektif askeri yetenek havuzunun yetenek bazlı geliştirmesine ağırlık verilmiş, gerektiğinde bu yeteneklerin önleyici müdahale şeklinde dünyanın herhangi bir yerinde ortaya çıkan tehdit ve risklere karşı kullanılması (out of area - alan dışı kullanım) yaklaşımı, NATO konseptine ithal edilmiştir.
NATO, kurulduğu andan itibaren alan dışında kuvvet kullanım konusunu hep gündeminde tutan bir örgüt olmuştur. İlk kez 1958’de ABD’nin Lübnan müdahalesinde İncirlik Hava Üssü’nü kullanmak istemesiyle ortaya çıkan alan dışılık sorunu, Soğuk Savaş sonrasında NATO’nun kendine yeni görev alanları arayışı ile birlikte nihayet “çözüme” kavuşturulmuştur.
Böylece NATO; dünyanın değişen güvenlik yapısında, ‘güvenlik sağlayan ülkeler’ tarafından oluşturulan bir örgüt olarak hareket etmek, Afganistan gibi ‘güvenlik tüketen ülkelere’ veya başarısız devletlere (failed states) gerektiğinde önleyici müdahale ile askeri güç uygulamak gibi bir tutum değişikliğine gitme yönünde tarihi bir adım atmıştır. Bu çerçevede, alan dışı operasyonların önü açılmıştır. Bundan böyle NATO, üyelerinin ortak karar alması halinde, örneğin günümüz için, Tayvan’ın Çin’e karşı savunulması kapsamında gerekirse bu ülkeye kuvvet gönderebilir. Bundan böyle NATO’nun operasyon ve müşterek güvenlik anlayışında sınırlar kalkmıştır. Artık tüm dünya teorik olarak NATO’nun müdahale alanı haline gelmiştir diyebiliriz.
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız bakış açısı doğrultusunda, 11 Eylül saldırısını düzenleyen el-Kaide’nin yuvası haline geldiği iddiasıyla Afganistan, ABD öncülüğünde, 1999 Kasım ayında kabul edilen NATO konseptinin test edilebileceği bir alan olarak görülmüştür. ABD’ye yapılan terör saldırısı, NATO’nun tümüne yapılmıştır kabulüyle, 4 Ekim 2001 tarihinde 5’inci maddenin işletilmesine karar verilmiştir.
Bu noktada, İttifak antlaşmasının üye devletlere yapılacak bir saldırı karşısında alınacak tedbirleri içeren 3, 5 ve 6. maddelerine değinmekte fayda görüyoruz. Üçüncü maddede üye ülkelerin bireysel ve ortak savunma yeteneklerinin geliştirileceği belirtilirken; ortak savunmanın vurgulandığı beşinci maddede, “… üye ülkelerden herhangi birine yapılacak bir saldırının tüm üye ülkelere yapılmış kabul edileceği” belirtilmekte ve “böyle bir saldırının olması durumunda BM sözleşmesinin 51’inci maddesince tanınan bireysel veya ortak savunma hakkı uyarınca, saldırıya uğrayan taraf veya taraflara (NATO tarafından) yardım edileceği” yer almaktadır. Altıncı madde ise beşinci maddeye atıfla, ittifakın coğrafi sınırlarını çizmiştir.
Bu maddelerin bir gereği olarak, ABD’nin talebi ve yönlendirmesi doğrultusunda, Afganistan’da güvenlik ve istikrarın sağlanabilmesi amacıyla, NATO’nun askeri karakterini güçlendirecek şekilde, 16 Nisan 2003 tarihinde NATO üyeleri ve ortaklarından oluşan 42 ülkeye ait askeri gücün, Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvveti (International Security Assistance Force – ISAF) ismiyle, Amerikan güçleriyle eş güdüm içerisinde Afganistan’da görev yapmasına karar verilmiştir. ISAF’la birlikte NATO tarihinde ilk kez Kuzey Atlantik Bölgesi dışında bir operasyona İttifak dahil olmuştur. Afganistan’ın yeniden terörün hayat bulduğu bir ülke olmaması için başlatılan ISAF harekâtı, Aralık 2014 itibariyle “tamamlanmıştır.”
Afganistan’a müdahaleye paralel olarak, NATO, 2001 yılında Akdeniz’de terörizme karşı mücadele maksadıyla, Aktif Çaba Harekâtını (Operation Active Endeavor – OAE) başlatmıştır.
Ayrıca, ABD’nin Irak’a 2003 yılında düzenlediği harekât sonrasında ortaya çıkan şartlara uygun olarak, NATO; yeniden kurulma aşaması başlatılan Irak güvenlik güçlerinin eğitimini üstlenmiştir. NATO Eğitim Görevi (NATO Training Mission – Iraq / NTM-I) 17 Aralık 2011 tarihinde sonlandırılmıştır.
NATO Tarafından Aden Körfezi’nde Korsanlıkla Mücadele kapsamında, Okyanus Kalkanı Harekâtı, 17 Ağustos 2009 tarihinden itibaren icra etmeye başlamıştır. Bu harekât ile, deniz ticaretine zarar veren Somalili Korsanların kontrol altında tutulması, Dünya Gıda Programı çerçevesinde Somali’de yardım dağıtan müttefik gemilerinin korunması amaçlanmıştır.
Arap Baharı’yla birlikte, Kaddafi yönetimindeki Libya’da çıkan şiddet olaylarına yönelik olarak, 17 Mart 2011 tarihinde alınan BM kararı doğrultusunda, sivil kayıpların önüne geçilmesi maksadıyla, NATO’nun Libya’ya müdahalesi söz konusu olmuştur. Bu kapsamda, Libya üzerinde “uçuşa yasak bölge” oluşturulmuştur. Aynı zamanda NATO deniz unsurlarıyla Libya Hükümet güçlerine karşı abluka ve silah ambargosu uygulanmıştır. Öte yandan Libya operasyonuna NATO üyesi sadece 8 ülke dahil olmak istemiştir. NATO üyelerinin çoğunluğunda görülen ‘isteksizlik’, 10 Haziran 2011 tarihli Brüksel Zirvesinde sorgulanmış, hatta örgütün ömrünün bitmekte olduğu iddiaları gündeme gelmiştir. Kaddafi’nin öldürülmesiyle birlikte, NATO’nun görevi de büyük ölçüde tamamlanmış, ittifak “bütünlüğü” korunmuştur.
2000’li yılların başında başlatılan NATO harekâtlarının benzerleri, günümüzde de icra edilmektedir. NATO; Balkanlar, Irak, Afganistan gibi bölgelerde/ülkelerde ortaya çıkan krizlere ABD liderliğinde müdahale etme potansiyelini sergilemek suretiyle, dünya çapında siyasi ve askeri bir yapılanma olarak, etkinliğini ve önemini korumaya devam etmektedir. Uluslararası terörizmle mücadelede Akdeniz’de birtakım operasyonlar yürütülmekte olup, NATO; Ege ve Karadeniz’i bu operasyonların uzantısı olarak görme anlayışıyla hareket etmektedir.
Ayrıca NATO; 2000’li yıllardan itibaren, yukarıda sıraladığımız operasyonlar haricindeki alanlarda da etkinliği artırmaya çalışmıştır. Bir zamanlar Varşova Paktı’nın ‘toprakları’ olan bir mekânda, 2006 Riga (Letonya) Zirvesi’yle NATO tarihinde ilk defa enerji güvenliği konusuna öncelik vermeye başladığını ilan etmiştir. Kuzey Kutbu’nda küresel ısınmadan kaynaklı yeni deniz ve hava yollarının ortaya çıkması, bu bölgeye yakın ülkeler arasındaki egemenlik hakları dahil birtakım konularda rekabetin artmasına neden olmuştur. Bu manada NATO, kutup bölgelerine de ilgi ve alakası olduğunu ortaya koymuştur.
Velhasıl, nerede yükselen bir sorun varsa, ABD oraya müdahil olmayı stratejik, siyasi, ekonomik ve jeopolitik gerekçelerle istemekte, çoğu durumda da NATO’yu kendi yanında sürüklemeye gayret göstermektedir. Ancak bu durum, özellikle Batı Avrupa ülkeleri arasında birtakım rahatsızlıklara neden olmaya başlamıştır. Bunu gören ABD, kanaatimizce, diğer faktörlerle birlikte, perde arkasından İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden Brexit ile ayrılmasında katalizör rolünü oynamıştır. İngilizlerin küresel çıkarları ile birlikte düşünüldüğünde; İngiliz Uluslar Topluluğu’nun (Commonwealth) Hint-Pasifik bölgesine ABD’yle birlikte angaje olabilmesinin önü açılmıştır. NATO içinde ABD’yi ‘frenleyen’ Fransa ise bu bölgede AUKUS yapılanması ve Avustralya’nın nükleer denizaltı tedarik projesinden dışlanarak, oyun dışı bırakılmıştır.
Öte yandan NATO, iştirak ettiği her türlü operasyonun gerekçesi olarak, temel insanlık alemi ve/veya Batı değerlerini öne sürerek dahil olmayı tercih etmektedir. 1990’lı yıllardan itibaren geliştirdiği, NATO üyeleri haricindeki uygun ülkelerle yakın temas mekanizması olarak kullanılan Barış için Ortaklık (Peace for Partnership - PfP) faaliyetleri ile, olası operasyonlara dahil olmak isteyecek bir ‘ülkeler grubu’ meydana getirmek, geniş katılımlı bir müdahale imkanı vermektedir. Bu mekanizma, ilk defa, 1990’larda Güneydoğu Avrupa’da ve Balkanlarda ortaya çıkan krizlere müdahil olma süreçlerinde denenmiş, böylece NATO yeni ortaklar kazanmaya devam etmiştir. Temel slogan “barış için iş birliği ve dayanışma” olduğu için, üye olmayan ülkeler, NATO’nun krizlere müdahalesini sorgulamadan destekleme ihtiyacı hissetmiştir.
NATO ve AB; Doğu Avrupa’nın da özgürleştirildiği stratejik ortamda, demokratik değerler etrafında bütünleşmiş bir Avrupa idealini gerçekleştirmek için uygun koşulların oluştuğu inancıyla küresel bir ajandayı devreye sokmaya çalışmaktadır. Bu arada 2000’li yılların ortasına doğru Gürcistan’da ‘Gül Devrimi’ ve Ukrayna’da ‘Turuncu Devrim’ açılımları; Karadeniz’e sahildar yeni NATO üyeleri Bulgaristan ve Romanya ile birlikte değerlendirildiğinde, NATO’nun etki alanını Karadeniz’in kuzey ve doğu sahillerine kadar taşımasına olanak tanımıştır. Böylece Karadeniz bölgesi hızla Avrupa’nın organik bir parçası haline gelmiş, NATO’nun bu bölgenin istikrar ve güvenliğine katkı sağlaması ‘doğal bir görev’ olarak nitelendirilmeye başlanmıştır. Özellikle yeni NATO üyesi sahildar ülkelerin NATO savunma planlamasına entegrasyonu, bu ülkelerin askeri yeteneklerinin geliştirilmesi yanında Ukrayna ve Gürcistan’ın geleceğin olası NATO üyeleri olarak sürece dahil edilmesi konuşulmaya başlanmıştır.
Son yıllarda, Rusya Federasyonu adeta NATO tarafından, 1950’li yıllarda olduğu üzere, bir çeşit ‘çevreleme (containment)’ ile karşı karşıya bırakılmıştır ya da ortada böyle bir realitenin olduğu konuşulmaktadır.
Bir sonraki yazımızda Rusya Federasyonu etrafındaki NATO faaliyetlerini masaya yatıracağız.
(Devam edecek)
Kaynaklar:
Çakır A. (2021). NATO Dönüşüm Politikalarının İnşacı Yaklaşımla İncelenmesi (1991-2011), Güvenlik Stratejileri Dergisi 299, Cilt: 17 Sayı: 38, s. 289-334 DOI: 10.17752/guvenlikstrtj.964041.
Ekşi M. (2017). Dönüşerek Varlığını Sürdüren NATO’nun 2000’lerdeki Yeni Rolü: DEAŞ/Terörizmle Mücadele ve Türkiye, ANKASAM Bölgesel Araştırmalar Dergisi, Aralık 2017, 1 (3), s.43-72.
Kutluk D. (2005). NATO ve Genişletilmiş Karadeniz Bölgesi, Savunma ve Havacılık Dergisi, 2005/112, s.30-35.
Yiğittepe L. (2017) NATO Güvenlik Politikaları ve Stratejileri, Cinius Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.