Site İçi Arama

ua-iliskiler

ABD'nin Çin'i Ezme Telaşının Nedeni?

Modern Çin’in ideologlarından Zheng Bijian’a, Çin’in önceliğini, kalkınma perspektifinde diğer ülkelerle işbirliğine dayalı gelişecek bir “barışçıl yükseliş” veya “barışçıl kalkınma” olarak belirlemiştir.

Modern Çin’in ideologlarından Zheng Bijian’a, Çin’in önceliğini, kalkınma perspektifinde diğer ülkelerle işbirliğine dayalı gelişecek bir “barışçıl yükseliş” veya “barışçıl kalkınma” olarak belirlemiştir. Yumuşak güç kanallarına (siyasi, diplomatik, kültürel ve ekonomik) dayalı bir kalkınma felsefesi, Çin ulusal ekonomik düzenin kurulması, uluslararası arenada destek görmesi ve izlenen sanayileşme sürecini hızlandırması yönüyle önemli görülmüştür.

Çin, gelişmiş ülkeler kervanına çok sonradan katılmıştır. 1980’lerden itibaren hızlı bir kalkınma sürecine girmiş, önceliğini sanayileşmeye vermiştir. Kendisini uluslararası ilişkilerde ve diğer ülkelerle ikili temaslarında, gelişmekte olan barışçıl bir ülke olarak lanse etmeye becermiş bir ülkedir. Bugün bile hala kendini “gelişmekte olan ülke” olarak tanımlayan Çin, Devlet Başkanı Xi Jinping’in sözleriyle, “dünyanın en büyük gelişmekte olan ülkesidir.”

Uluslararası sahnede Çin, çok taraflı diplomasinin savunucusu ve devletler arasında işbirliğini esas alan bir politikanın takipçisidir. İzolasyonist bir politika gütmemekle birlikte kendisini krizlerin, sorunların göbeğine atacak adımlar atmaktan uzak duruyor. Bu dış politik yaklaşımlarına göre Çin’e yönelik yapılan genel değerlendirmeler; doğal olarak ‘saldırgan veya hegemonya tesis etmek isteyen’ bir güç olmadığı yönünde yapılıyor.

Bazılarına göreyse, Çin, tam manasıyla kalkınmasını tamamlayıncaya kadar, ‘boynunu eğmiş” gözüken bir hegemonik güçten başka bir şey değildir. Sadece, kendi ulusal hedeflerine ulaşıncaya kadar, kimsenin kendisini tehdit olarak algılamasını istemeyen bir Çin görüntüsü dünyaya veriliyor. Bu görüşü doğrularcasına, küresel krizlere angaje olmadan, mümkün olduğunca sorunsuz ilerlemeye devam etmek, ‘büyük rönesansı’ sorunsuz gerçekleştirmek, son 40 yıl zarfında Çin’in hep birinci önceliği olmuştur.

Öte yandan komşularıyla sayısız “sınır sorunu” bulunan Çin, sorunların ayağına dolanmasını izin vermeyen bir politika izlemeye gayret göstermiştir. Hedeflediği nihai kalkınmasını tamamlayıncaya ve askeri gücünü yeterince ‘savaşabilir’ seviyeye getirinceye kadar, düşük profilli ilerleyişine devam etmek istiyor. Bu çerçevede Çin’in temel politikası; ‘Güç siyaseti güvenliği sağlayamaz. Savaş ve genişleme başarısızlığa mahkumdur.’ şeklinde tanımlanmıştır. Bu ifade, biraz realpolitik’ten uzak bir söylem olsa da, bunun, belirli ölçüde, günümüze kadar Çin’i başarısının arkasındaki tutumu tarif eden en doğru söylem olduğuna inanıyoruz.

Çin; tarihte görülmemiş, benzersiz bir yükselişe imza atabilmiştir. Nixon dönemi Amerikan yumuşama siyasetinin meyvelerinden yararlanan Çin, 1950’lerde ABD’nin güvenlik garantileriyle yeniden palazlanan bir Japonya kadar hiçbir dönemde kayırılmamıştır. Çin, kalkınma yolculuğunun en başında, ekonomik gücü geliştirmeye öncelik veren bir stratejik seçim yapmıştır. Diğer ülkelerle ikili ve çoklu ilişkilerinde, “yumuşak güç” unsurlarını öne çıkaran bir yaklaşımla hareket etmiştir. 1980’lerin Çin karar vericileri, ekonomik güç olmadan askeri güce ağırlık verilmesi gerektiğine dair düşüncelere itibar etmemiştir. Bu tür yönelişler; değersiz ve ülkenin kalkınma yürüyüşüne ket vurabilecek bir yaklaşım olarak görülmüş ve ülkedeki hâkim siyasi çizgiden uzak tutulmuştur.

Modern Çin’in uluslararası sisteme bakışı, iki yönlü tasarlanmıştır. Birincisi, her ne pahasına olursa olsun dışa açılmak. İhracata dayalı bir kalkınma modeline sıkı sıkıya bağlı kalmak. Bu manada küreselleşen dünyaya entegre olmak. Barışçıl, işbirlikçi bir ulusal kimlikle dış dünyaya seslenmek. İkincisi ise, küresel istikrar ve güvenlik için, uluslararası siyasi ilişkilerde ekonomik düzenin devamını (Çin’in kalkınmasına hizmet edecek şekilde) sağlayacak gerekliliklere uygun hareket etmek. Askeri gücü tamamen ihmal etmeden, yeterince geliştirmek.

Çin, kalkınma eksenli bir felsefeyi benimserken, rasyonel bir yaklaşım sergilemekten de uzak durmamıştır. Ordusunu, çok modern silah ve teçhizata sahip olmasa da sayısal manada ağırlığı olan bir güç olarak korumuştur. Bu manada, dış dünyaya verdiği mesajlarda, Batılı güçlerin ayak izlerini takip etmeyen bir dış politika izlediğini iddia eden bir Çin, 1990’lardan itibaren askeri gücünü de ekonomik gücüyle paralel geliştirme, ordusunu modernize etme arayışına girmiştir.

Dış politikasını güçlendirmek için dayandığı askeri gücünü kullanırken, Batılı güçler gibi sömürgeciliğe dayalı, saldırgan ve genişlemeci bir yayılmacılık takip etmek istemeyen bir Çin kimliği inşa etmek, Pekin’deki dış politika yapıcılarının bilinçli tercihidir. Bununla birlikte, Çinin ‘yayılmacı’ bir siyaset izlemediğini kimse iddia edemez. Çin, özellikle Afrika ve Ortadoğu ülkelerini kendisine bağımlı kılan ekonomik yayılmacı bir politika izlemeyi ihmal etmiyor. Ülke altyapılarını geliştirmeye ve Çin’in o ülkedeki ekonomik çıkarlarını gerçekleştirmeye dayalı yatırımlarının, bağımlılık teorisyenlerinin şikayetçi olduğu ‘sömürgecilik’ şartlarını oluşturmaya hizmet ettiğini görüyoruz. Pekin belki hedef ülkelere asker göndermiyor. Ancak hedef ülkeyi veya Afrika’da olduğu üzere, hedef kıt’ayı talan edecek kadar, kendi sistemini orada kurmayı amaçlıyor. Tüm yatırım stratejisini, bir ülkeyi askersiz işgal etmek üzerine kurulu işletiyor dememiz herhalde abartılı olmayacaktır. Çin’in izlediği bu politika; aynı zamanda, kendisine bağımlı kıldığı ülkelerdeki yöneticilerin, Birleşmiş Milletlerdeki karar alma oturumlarında Çin’i zor duruma düşmekten kurtaracak gerekli ‘ülke oylarını’ garanti eden bir sigorta işlevi de görüyor.

Pekin; ekonomik ve askeri güç unsurlarının birbirlerini destekleyici, ayrı ayrı elde edilecek kazanımların birbirini tamamlayıcı ve zenginleştirici, nihayetinde iki alanda da senkronizeli bir gelişimi sağlayıcı bir mekanizmayı hayata geçirmiştir. Çin, önceliğini ekonomik güce veren bir ülke olarak, ekonomik gücü, askeri güçle bir tutmayan bir anlayışa sahiptir. Ancak, askeri gücü olmayan ülkelerin de dünya üzerinde, küresel konularda bir ağırlığının olmadığının bilinciyle hareket etmektedir. Çin; İsviçre gibi kalkınmış, zengin, halkına refah veren ülkelerin, Avrupa’nın ortasında askeri güç olmadan varlığını sürdürmesini, bu ülkenin komşularının insafına ve en önemlisi de Avrupa’nın son yüzyılda eriştiği özel şartlara bağlı olan özel bir durum olarak görmektedir. Çin, İsviçre benzeri, kendi haline bırakılabilecek bir ekonomik güç olamayacağının farkındadır.

Uluslararası ilişkilerde, güvenlik konseyinin beş daimî üyesinden biri olarak, askeri güç olmadan, bağımsız bir büyük oyuncu olarak dünya sahnesinde rol belirleyici olmasına diğer büyük oyuncuların izin vermeyeceğini Çin de kabul etmektedir. Ayrıca refah seviyesi çok yüksek olan ancak ordusu güçsüz Güney Çin’i yöneten Song Hanedanın Moğol orduları karşısında tutunamayıp, 1279’da Kubilay Han tarafından yıkılması, Pekin için en büyük tarihi derstir. Bu nedenle, Çin dış politikası açısından, güçlü bir ekonomiye sahip olmak önemlidir. Ancak, ülke topraklarını koruyabilecek büyüklükte güçlü ve modern bir orduya sahip olmak, Çin’in ulusal çıkarlarının korunması açısından hayati önemde görülmektedir. Askeri güç olmadan tam olarak Çin’in kendisini güvende hissetmesi mümkün olamaz. Yumuşak güce dayalı dış temaslar, güvenliğin güvencesi olarak bir dereceye kadar anlamlı bulunmaktadır.

Bununla birlikte, diğer ülkelere tehdit olabilecek bir askeri gücün inşa edilmesi, en azından şimdilik, Pekin tarafından arzu edilmemektedir. Daha doğrusu, böyle bir algıyı besleyecek bir politikadan özenle uzak durulmaya gayret gösterilmektedir. Ülkenin yumuşak gücünün akıllı bir tezahürü olarak, ‘gülümseyen diplomasi” ağırlıklı bir Çin algısını dış dünyaya sunan bir dış politika takip edilmektedir.

Çin, dış politikasında, kendisi için hayati bir çıkar değilse, işbirliği ve kazan-kazan’ı öne çıkarıcı bir role soyunmayı tercih etmektedir. Böylece, kendisine karşı bir cephe oluşmadan, temas kurduğu ülkelere nüfuz etmek, çoğunlukla o ülke halkının Çin yatırımcı ve girişimcilerini ‘kucaklatmak’ mümkün olabilmektedir. Dış politikada Çin milliyetçiliğinin aşırı versiyonlarını sunmaktan özenle kaçınılmaktadır. Hatta, komşularıyla arasındaki tarihi sınır anlaşmazlıklarında bile, ‘yumuşak’ yüzünü göstermeye Pekin öncelik vermektedir.

Çin Beyaz Kitabı, Çin askeri gücünün komşularına karşı ‘saldırgan’ maksatlı tutulmadığını, askeri konuşlanmaların sadece savunma amaçlı olduğunu, Çin ordusunun diğer ülkelere bir tehdit olmadığını vurgulamaktadır.

Pekin’e göre ordunun üç ana görevi bulunmaktadır: Birincisi, ulusal egemenliğin korunmasıdır. İkincisi toprak bütünlüğünün güvence altına alınmasıdır. Üçüncüsü ise ülkenin iç istikrarına hizmet etmesidir. Özellikle ikinci ve üçüncü maddelere baktığımızda, Tayvan’ın bağımsızlığını tanımayan, Tibet’in ve Doğu Türkistan’ın bağımsız bir devlet olarak tarih sahnesine çıkmasına izin vermeyen bir Çin için, askeri gücün içerde ve Tayvan’a karşı gerektiğinde kullanılabileceği sonucu ortaya çıkıyor. Sınır anlaşmazlıklarının, zamanı geldiğinde, askeri gücün yaptırımlarıyla çözülmesinin hedeflendiği anlaşılıyor.

Öte yandan, halihazırda beklenenden çok daha hızlı bir şekilde, ABD’yi de geçerek dünyanın en büyük ekonomik gücü haline gelen Çin, güçlü ve modern bir orduyu inşa edecek yeterince kaynağa sahiptir. Pekin’in orduyu modernizasyon çabaları, Çin’in tüm barışçıl söylemlerine rağmen, komşuları ve dünyanın küresel jandarması ABD tarafından kuşkuyla karşılanmaktadır.

Çin, küresel etkisini artırıcı hamleler içindedir. Henüz ABD ile boy ölçüşebilecek bir askeri güç yeteneğini inşa edememiştir. Ancak, savunma yatırımlarına, ABD’den sonra en büyük kaynak ayıran ülke haline gelmiştir. Askeri güç seviyesinde arzu ettiği noktaya gelinceye kadar, Pekin diğer ülkelerle ‘akıllı (smart) güç’ tasarımına uygun bir temas trafiği izlemeyi tercih edecektir diye değerlendiriyoruz. Bu manada, Çin tarafından izlenen politikanın örneklerinden bazıları şunlardır:

-- Tarımı destekleme yardımları veya kuşak yol projesi gibi küresel ölçekli projeler çerçevesinde ilgili ülke topraklarında yaptığı büyük yatırımlarla, her seviyede karşılıklı bağımlılık mekanizmalarını devreye sokmak,

-- ABD karşısında askeri güç açısından bir denge unsuru olarak görülen Ruslarla geliştirdiği savunma sanayii alanındaki özel temaslarını devam ettirmek, enerji güvenliği politikalarında işbirliğini korumak,

-- Yayılmacı ekonomik politikasıyla artırdığı ticari ilişkilerle çoğu ülkenin en büyük ticari ortağı olmak, bu kazanımı sürdürmek,

-- Güney Çin Denizi’ndeki gerginliği kendi lehine çevirebilmek için ASEAN ülkeleriyle ekonomik yeteneklerine dayalı bir ‘bağımlılık’ ilişkisi geliştirmek,

-- Küresel manada BRICS açılımı gibi çoklu temaslarla kendisine oynama alanı açmaya devam etmek.

-- Mümkün olduğu ölçüde Batı dünyasında kendisine yakın ülkelerle temaslarını artırmak, olası çatlaklardan etkilenen ülkelerle (AUKUS açılımıyla nükleer denizaltı üretim anlaşması Avusturalya tarafından iptal edilen Fransa benzeri) yakından ilgilenmektir.

Nitekim, Çin, dış ticaret alanında, 2000’li yılların çok ötesinde devasa bir güç haline gelmeyi başarmış bir ülkedir. Benzersiz bir başarıya imza atmıştır. Ekonomi alanında, 2030’lu yıllarda gelmesi beklenen seviyeye, 2020’lerde ulaşmış ve ABD’nin önüne açık ara geçmiştir. Bunun sürdürülebilirliği, Song hanedanının yaptığı hatayı tekrarlamadığı takdirde, günümüz Çin açısından mümkün olabilecektir.

Ancak, 1200’lü yıllardaki askeri güç bileşenleri ve yetenekleri ile günümüz dünyasındaki askeri gücü oluşturan imkân ve kabiliyetler tamamen farklılaşmıştır. Günümüz Çin’inin karşısında devasa bir askeri güç ve ittifak yapısı vardır. ABD ve olası müttefiklerinin gücüne halihazırda Çin’in erişebilmesi için, Pekin’in ciddi bir silahlanma yarışına girmesi gerekmektedir. Bunu Çin yapmaya hazır mıdır bilinmez ama biraz ‘zamansız’ bulduğunu ve bu nedenle ‘isteksiz’ olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü, ekonomik hayatta ilerlemek yerine savunma sanayine yatırım yapmak zorunda kalmak demek, Çin’in mevcut küresel angajmanlarında kendisinden beklenen performansı gösterememesine yol açabilir. Soğuk Savaş dönemindeki Sovyetlerin ABD’nin karşısında dağılmasına yol açan şartlar, iç ve dış sorunlarla çevrili bir Çin için de geçerli olabilir. Pekin, kazanamayacağı bir küresel oyunun içine zorunlu olarak girebilir, kaybetmesi halinde mevcut kazanımlarının çoğunu kaybedebilir, ekonomik hayatın dışına itilebilir.

Aslında ABD, kendi çıkarlarını da ikame edecek şekilde, 1970’lerden itibaren yükselen bir Çin’in arkasında olmayı tercih etmiştir. İki kutuplu dünyada, Sovyet yörüngesi dışına çıkarmayı başardığı Çin’in; askeri güç inşa etmek yerine öncelikle ekonomik güç olmasını yeğlemiştir. Bu arada, Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte 1990’larda dünyanın tek süper gücü olarak kalan ABD, bölgesel krizlere ve 11 Eylül sonrasındaki Afganistan, Irak, Suriye, Libya benzeri angajmanlara yoğunlaşmıştır. Askeri alanda büyük harcamalar yapmak zorunda kalmıştır. Bu dönemde, Çin sessiz-sedasız bir şekilde küresel bir güç haline gelmiştir.

Gelinen noktada, Ruslar, ağırlıklı olarak doğal kaynaklara bağımlı, Ortadoğu tipi bir zenginliğe sahip bir ülke haline gelmiştir. Azalan nüfusuyla birlikte savunma sanayii haricinde nispeten az gelişmiş denebilecek bir imalat sanayisi kapasitesiyle, ABD ve Batı dünyası için önümüzdeki 10-20 yıl zarfında “tehdit” olabilecek bir ülke olarak görülmemektedir.

Ekonomi alanında kalkınmanın ve askeri güç inşasının, sömürgeci yayılmacılığının bir sonucu olduğunun bilince olan Batı için, ordu olmadan mevcut zenginlik ve refah seviyesinin sürdürebilmesi, dünyanın geri kalanından koruyabilmesi mümkün değildir. Diğer büyük güçlerden farklı olarak Çin, sadece ekonomik yayılmacılık güden bir dış politika tutumuyla, Batı dünyasının alışkın olmadığı bir ‘tehdit’ olarak dünya gündemine oturmuştur. Üstelik, Batı tarafından yüzyıllardır sömürülen ve/veya kalkınmasını Batı’nın engelleyici tutumu nedeniyle gerçekleştiremeyen ülkeler için Çin, sığınabilecek bir liman olarak görülmeye başlanmıştır. Güneş, doğudan yeniden doğmaktadır ve bunun için öncelikle batıda güneşin batması gerekmektedir. ABD öncülüğündeki, özellikle anglo-sakson kültürden gelen Batı dünyası, küresel çıkarlarını koruyabilmek için son dönemde tüm odağını Çin’in üzerinde toplamıştır.

Çin’in Batı’yla boy ölçüşmeye ‘hazır olamadan’ vurulması veya zayıflatılması, daha uysal hale getirilmesi gerekliliğine Batı dünyası ant içmiş gibidir. Bu maksatla, Çin’in kuşatılması, iç istikrarını bozacak hareketlenmelerle ‘yorulması’ gerekmektedir. Bu manada Tibet, Doğu Türkistan, Türkistan’daki cihadî gruplar, Tayvan, sınır anlaşmazlıkları önemlidir. Kanaatimizce, özellikle Güney Çin ağırlıklı mevcut sınır sorunları kaşınmak suretiyle, Pekin’deki şahinlere malzeme çıkarılması, Çin’i mazlum milletlere saldıran bir süper devlet olarak lanse edilmesi, kendi milletinden olan Tayvanlılara bile yaşama hakkı tanımayan bir Çin algısı üzerinden, ‘yumuşak” yapılı Çin’in “sertlik” yanlısı saldırgan politikalara yönelmesinin sağlanması amaçlanmaktadır.

Batı dünyasının sahip olduğu ekonomik güç ve zenginliğin devamına yönelik çıkarların korunması, içgüdüsel olarak, Batı dünyasıyla Çin’in kapışmasını zorunlu kılmaktadır. Sözün özü, Batı’ya göre yılanın başı (askeri gücü) henüz küçükken ezilmesi gerekmektedir. Tüm gayretler bu yöndedir. İzlenen Batı politikalarında bu ‘kavganın’ meşru bir zeminde gerçekleştirilmesi için özen gösterilmektedir. Böylece dünyanın geri kalanının kalplerinin ve beyinlerinin kazanılması amaçlanmaktadır. Batı medeniyetinin, Fukuyama ve Huntington’un tezlerine dayanan ‘biricik medeniyet’ olduğu algısının devam ettirilmesi bu çabalara bağlıdır. Barışçıl bir Çin’e savaş açmak, Batı medeniyetinin kendi yok oluş fitilini ateşlemesiyle eşdeğerde görülmektedir.

Neticede, kavga, ne kadar erken çıkarsa, Batı için zafer o kadar yakın görülmektedir. Aksi durum, Batı’nın dünya sahnesindeki egemenliğine toptan son verecek dinamiklerin harekete geçmesini hızlandırıcı bir rol oynayabilecektir.

Dr. Hüseyin FAZLA
Dr. Hüseyin FAZLA
Tüm Makaleler

  • 19.10.2021
  • Süre : 4 dk
  • 1428 kez okundu

Google Ads