Ey Türk! Dikkatli Ol: Rusların Nihai Hedefi Ukrayna Değil Türkiye'dir (2)
Birinci yazının linkidir:
https://strasam.org/tarih/siyasi-tarih/ey-turk-dikkatli-ol-ruslarin-nihai-hedefi-ukrayna-degil-turkiyedir-1-620
Türkiye’nin NATO Üyeliğine Kabulü:
Dar anlamda bir askerî ittifak olmayan NATO, kapitalist toplum düzenini sürdürmek ve savunmak amacını da güden bir yapıya sahip olmasıyla, Sovyetlerin temsil ettiği Komünizm ideolojisinin antitezi işlevini gören bir örgüt olarak da görülmüştür. Sovyet yayılmacılığına karşı NATO üyesi ülkelerin topraklarını, ‘yardımlar’, heyetler, ‘uzmanlar’, üs ve tesislerle koruyan Kuzey Atlantik dünyası, kaçınılmaz olarak Sovyetleri rahatsız etmiştir. Türkiye henüz resmen İttifak’a dahil olmadan önce bile 15 Ekim 1951 tarihi itibariyle Türkiye’deki Amerikan askerî heyetindeki görevli sayısı 1.250 kişiye ulaşmıştır. Amerikan heyeti başkanı General Arnold Türkiye’de Amerikan varlığının tesis edilmesi ve üs yapılanmasının tamamlanmasına odaklanmıştır. Marshall Plânının uygulayıcısı Dorr da Türkiye’de Amerikan çıkarlarına ve beklentilerine uygun bir ekonomik yapının oluşturulmasına öncülük etmeye başlamıştır. Türkiye’deki artan Amerikan varlığı ve üs yapılanması, Türk ordusunun Amerikan yardımlarıyla modernize ediliyor olması, doğal olarak Sovyetlerin tepkisini çekmiştir. Nihayetinde NATO’ya üye olan Türkiye, yakın komşusu SSCB’nin ağır eleştirilerine maruz kalmıştır.
NATO Üyeliğine Sovyet Tepkisi:
Nitekim SSCB; Türkiye’nin ABD yanlısı bir politika izlemesine ve NATO üyeliğine şiddetle karşı çıkmış ve verdiği nota ile açıklıkla tepkisini ortaya koymuştur:
“Atlantik devletlerinin birleşmiş bir ordu kurmak ve ona Batı Almanya birliklerini katmak, silah yarışına girişmek, yabancı topraklarda Amerikan askerî üsleri kurulmasına razı olmak gibi hareketleri, başta Amerika olmak üzere, emperyalistlerin saldırı politikasına alet olduklarını gösterir. Türk topraklarında da Amerikan askerî komutanlığının ve Amerikan uzmanlarının idare ve yardımı ile hava ve deniz üsleri kurulmakta, Sovyet sınırlarına yakın yerlerde hava meydanları yapılmaktadır. Şu hâlde Türkiye’nin Pakta daveti de topraklarının saldırgan emellerle askerî üsler vücuda getirmek için kullanılması arzusuna dayanmaktadır. Sovyetler Birliği, Türkiye’nin komşusudur, bu gibi olaylarla ilgisiz kalamaz. Bu sebeple temas edilen sorunlar hakkında Türkiye’den izah beklemektedir. Türkiye, saldırgan Atlantik topluluğuna üye olmaktadır. Topraklarında yabancı üslerin kurulması ve yararlanmaları için izin vermektedir. Yüklendiği sorumluluğa Türkiye hükûmetinin dikkatini çekiyoruz.”
Sovyet notasına rağmen Türkiye NATO üyelik sürecine devam etmiştir. 18 Şubat 1952 tarihinde NATO’ya üye olan Türkiye ile Rusya’nın ilişkisi, Stalin döneminde gerginliğini korumuştur.
Stalin Sonrası Yumuşama:
5 Mart 1953 tarihinde Stalin’in vefatı sonrasında iktidara gelen Kruşçev döneminde düzelme eğilimine girmiştir. Dışişleri Bakanı Molotov, 30 Mayıs 1953 tarihinde, Rusya’nın Boğazlar ve Doğu bölgesine yönelik herhangi bir talebi olmadığını “… Sovyet Hükümeti Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı hiçbir toprak iddiasında olmadığını beyan eder.” şeklinde Türkiye’nin Moskova Büyükelçisine bildirmiş ve böylece Rus baskısı ortadan kalkmıştır.
Ruslara Duyulan Güvensizliğin İlişkilere Olumsuz Etkileri:
Bu arada, Sovyetler Birliği, Kruşçev döneminde Türkiye’yi yeniden kazanmak ve Batı dünyasından uzaklaştırmak için gayret göstermeye başlamıştır. Fakat, 1939 yılından itibaren süreklilik arz eden Rus talepleri; Türkiye’yi ABD çizgisinde bir dış politika izlemeye yöneltmiş ve Sovyetlere yakınlaşmaktan uzak tutmuştur. Sovyetlerin tarihi emellerine dayanan toprak talepleri, Türk siyasetçilerinin Sovyet Rusya’ya güven duymamasına neden olmuş, iki ülke arasında karşılıklı güvenin yeniden tesis edilmesi kısa vadede mümkün olamamıştır.
Savaş sonrasında yükselen Sovyet tehdidi, Türkiye’nin, kendi güvenliğini sağlama arayışıyla Batı yanlısı dış politikaya yönelmesine neden olmuştur. Truman Doktrini ve Marshall Planı ile ABD eksenli gelişen bu politika, NATO üyeliğine kabul edilmesiyle birlikte, Batı ile bütünleşmenin gerçekleştirildiğine dair Türkiye’de yapılan değerlendirmelerin sayısı artmaya başlanmıştır.
Sovyet Rusya’yı hedef alan NATO ve dolayısıyla ABD politikaları bu noktada Menderes Hükümeti’nin dış politikasına da yön vermiştir. Sovyetler taleplerinden vazgeçmelerine rağmen, artık iki ülke farklı kamplarda yer aldığından, Türk-Rus ilişkilerinin Batı Blokundan bağımsız bir zeminde gelişmesi o yıllarda mümkün olamamıştır. Bu nedenle iki ülke arasındaki pek çok sorun, bir süre daha varlığını korumuştur (Çelik, 2018, s.5201).
Batı Bloku ve Türkiye:
Tarihsel perspektiften baktığımızda, bugün ‘Batı’ diye tabir edilen ve ağırlığını Atlantik Havzası ülkelerinin oluşturduğu bölge, Rusların hep dışarıda bırakıldığı ‘özel’ bir dünya olmuştur. Ruslar, diğer Avrupa ülkeleri gibi Hristiyan bir millet olmalarına rağmen, hiçbir zaman Avrupa’nın doğal bir parçası olarak görülmemişlerdir. Osmanlıların neredeyse Avrupa’nın 1/3’üne sahip olduğu dönemde bile Avrupa düzeninin dışında tutulmalarına benzer bir dışlayıcı Batı politikası, kısmen Rus milleti için de geçerli olmuştur.
Bununla birlikte Sovyetlerin jeopolitik durumu, oluşan kuvvet dengelerine nispetle, Mackinder’in tarihin coğrafi ekseni veya kalpgâh olarak isimlendirdiği ve pek büyük bir önem atfettiği, dünya hakimiyetinin anahtarı olarak gördüğü bölgeyi ellerinde bulundurmaları yönüyle, Batı dünyası için hep bir “tehdit” olarak görülmüştür. Bu algıda, Batı’nın iktisadî ve siyasî çıkarlarına aykırı politikaların odağı haline gelen SSCB’nin komünizmi tüm dünyaya yayma hedefiyle hareket etmesi, Batı toplumunun değer yargılarını sarsıcı söylemlere sahip olması ve özellikle Batı Avrupa ülke toplumlarında sosyalizmi benimseyen bir anlayışın kabul görmeye başlaması, ABD liderliğindeki Batı dünyasını Sovyetlere karşı tedbir almaya yöneltmiştir.
Sovyetleri Çevreleme Siyasetinde Türkiye’nin Önemi:
1945-1947 yılları arası ‘Soğuk Savaşa’ hazırlık dönemi olarak değerlendirilmiş ve 1947 yılında Sovyetleri Çevreleme Siyaseti ilan edilmiştir. Askeri bloklar ve üsler 1947-1952 yılında ağırlıkla olarak kurulmak suretiyle, Doğu Bloku çevrelenmiştir. Türkiye de bu çevrelemenin bir parçası olmuştur. Bu yıllarda kıtalararası füzeler henüz geliştirilmemiş olduğundan, Birleşik Amerika’nın Türkiye ve diğer deniz-aşırı bölgelerde edindiği üslerin büyük önemi olmuştur. Böylece, Stalin Rusya’sı, devasa topraklarında NATO ve ABD’nin diğer müttefik ülkeleri tarafından adeta ‘hapsedilmiştir.’
Sovyet Coğrafyasının Sıkışmışlığı:
Sovyetlerin batı hududu, Varşova Paktı döneminde en fazla Elbe nehrine kadar uzanabilmiştir. Rus askeri gücü batıda bu hattın ötesine geçememiştir. Slavlık bu bölgelerde kısmen kendine yayılma alanı bulmuştur. Kuzeyde Arkhangels limanının bulunduğu Beyaz denizden Uzak Doğu’da Sakhalin adası güneyi sahillerine kadar Rus Asya’sının bütün kuzey ve doğu kıyıları yılın büyük bölümünde buzlarla kaplı olması nedeniyle Sovyet yayılmacılığı, kuzeyde sınırlarının sonuna gelmiştir (iklim değişikliğinin Kuzey Kutup bölgesinde ortaya çıkarabileceği yeni deniz yolları saklıdır.). Doğu kıyısındaki Viladivostok da ancak Japon Denizi’ne açılan bir limandır. Güney Kore ve Japon adaları yayı bu bölgede Rusların Pasifik’e rahatlıkla açılması önünde bir engel teşkil etmektedir. Güneydoğuda büyük Çin gücünün varlığı, Rusları doğuda sınırlarına hapsolmasına neden olmuştur. Kuzeybatıda Norveç Denizi’ne açılan Murmanks limanının açık denize çıkış yönü NATO ve Amerikan askerî üsleri ve donanmaları ile tıkanmış durumdadır. Kaliningrad’taki varlığı, Baltık bölgesinde Ruslara büyük bir stratejik avantaj sağlamakla birlikte, Baltık denizinin Sovyetlere bir iç deniz olarak bile hizmet etmesi mümkün olamamıştır. Buradan açık denizlere Rusların erişmesi de söz konusu değildir. Zira bu denizin Kuzey Denizi istikametindeki dar çıkışları da NATO üyesi Norveç, Danimarka ve Almanya’nın şimdilerde ise Baltık devletlerinin kontrolü altındadır. Daha ilerideki Atlantik çıkışlarını da yine NATO’nun önde gelen üyelerinden İngiltere tıkamıştır.
Büyük Rus coğrafyasının karasal kimliğini değiştirebilecek tek çıkış, Rusları sıcak denizlerle buluşturabilecek tek yer, Karadeniz’dir. Güney Rusya’nın, Orta Asya’nın, Tuna Havzası’nın, Dinyeper ve Dinyester nehirlerinin suladığı coğrafyaların denize çıkış noktası olan Karadeniz’in sıcak denizlere bağlantısı ise Türk Boğazları üzerinde mümkün olabilmektedir. Rus siyasi ve askeri denetimindeki büyük kara blokunun dünyanın geri kalan bölümünden tecrit edilmiş ve kuşatılmış kaderini değiştirebilecek en büyük açılım Boğazlar üzerinden gerçekleştirilebilir.
Boğazların Sovyetler Açısında Önemi:
Fransız Profesör Pierre Renouven’in Boğazlara yönelik değerlendirmesi yerindedir: “Akdeniz’e, sıcak denizlere çıkmak, bir Rus hükümeti için geçici bir hedef değildir, olamaz. Bu esaslı problemi onun karşısına her an çıkaran coğrafi şartlardır. Boğazlara sahip olamayan bir Rusya, evinin anahtarlarına sahip değil demektir”.
Raymond Lacoste ise, “Şark meselesinin (yani Osmanlı İmparatorluğu topraklarının büyük devletlerce paylaşılması veya nüfuz bölgelerine ayrılması) bütün görünümlerinde, Boğazlar esas mesele olarak karşımıza çıkmaktadır…” ifadesiyle, konunun Ruslar ve diğer devletler açısından ne kadar önemli olduğunu ortaya koymuştur.
Batı ittifakında yer alan Türkiye; Boğazları ve Trakya’yı elinde tutmakla, Rusya’nın güneybatı askerî harekât sahasındaki bütün inisiyatiflerini engellediği gibi, Doğu Anadolu’daki varlığı ile Rus gücünün İran ve Irak üzerinden Körfez’e ve zengin petrol bölgesine, hatta Süveyş’e kadar uzanmasını önleyebilmektedir. 1950’li yıllarda Çevreleme Siyasetinde kilit bir halkayı temsil eden Türkiye, NATO’nun Sovyetlerin yayılmacılığına karşı önemli bir denge ve engel unsuru olmuştur.
Günümüzde Suriye’deki Rus üsleri, Rus hava platformları ve donanması için Doğu Akdeniz’de bir açılım fırsatı vermektedir. Ancak geliştirilen bu inisiyatif de büyük oranda Türk Boğazlarından serbest geçiş hakkının devamlılığına bağlı bir durumla Rusları karşı karşıya bırakmaktadır. Sovyetlerin Karadeniz donanmasının Türk Boğazlarına bağımlılığı coğrafyanın değişmez bir boyutu olarak Türkiye’ye jeopolitik bir güç bahşederken, Rus emellerini serbest bırakabilecek anahtarın Türklerin elinde olması, Ruslar için ürkütücü bir gerçeklik olarak görülmeye devam etmektedir.
Ruslarla Türklerin Zor Komşuluğu:
Bunu aşmak isteyen günümüz Rusya’sıyla Türkiye’nin komşuluğu ciddi risk ve sıkıntıları beraberinde getirmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türkiye’nin NATO ittifakı içinde yer alması, Ruslara husumet fikrinden ziyade bugün olmasa bile geçmişte Rus tehdidine karşı kendini güvende hissetme ihtiyacından kaynaklanmıştır.
Türkiye, İttifak içinde veya dışında mutlaka Ruslara karşı güçlü olmak durumundadır. Rusların bu konulara yönelik çabalarının temel karakteri, Türklerin en zayıf olduğu anları kollamak ve nihai hedeflerine ulaşmak için her yeni gelişmeden yararlanmak şeklinde tanımlanabilir. Osmanlı Devleti’nin ve Türkiye’nin caydırıcılıklarının kuvvetli olduğu zamanlarda, Boğazlara yönelik Rus taleplerinin gündeme getirilmesi teşebbüslerine, Moskova diplomatik bir ustalıkla her zaman engel olmuş ancak doğru zamanı beklemeyi, sabırlı olmayı bilmiştir. Ancak, Birinci Dünya Savaşı dahil Türklerin Anadolu coğrafyasında güç kaybetmeye başladığı her fırsatta, Rus emelleri bu toprakları aşmak için ‘savaşmaktan’ geri kalmamıştır.
Sonuç:
Rusların küresel bir devlet olabilmesinin önündeki en büyük engel Türk boğazları olmaya devam ettiği müddetçe, bu tarihi ve jeopolitik gerçekliği aşmaya yönelik Rus gayretleri doğal olarak hiçbir dönemde son bulmayacaktır.
Bununla birlikte Kurtuluş Savaşı'nda Atatürk'ün Lenin'le iş birliğine gitmesi, 1964 sonrasında çok taraflı ve çok yönlü politika kapsamında Rus stratejik yatırımlarının Anadolu topraklarına çekilmesi, son dönemde nükleer santral alanında kritik teknolojilere erişim imkanına kavuşulması, enerji bağımlılığı pahasına Ruslarla karşılıklı ticaretin tarım ve turizm alanları dahil en üst seviyede tutulmana yönelik gayretlerin sürdürülmesi vb. ikili ilişkiler dikkate alındığında, rasyonel aklın devrede olduğu kazan-kazan boyutlu pragmatik temaslar, Türk-Rus komşuluk ilişkisinin olması gereken boyutunu yansıtmaktadır.NATO müttefiki olsa da, Birleşik Amerika'nın Türkiye ve çevresine yönelik hegemonya inşa ve güç politikalarını sınırlamak için, Rusya ile mesafeli temasın devam ettirilmesi, Türkiye'nin Batı dünyasına karşı kullanabileceği ana sigortasıdır.
Öte yandan, özellikle güvenlik boyutunda ve iç siyasette Ruslardan uzak mesafeli bir politika izlenmesi temel prensibine uyulduğu müddetçe, Ruslarla kontrollü ve karşılıklı çıkara dayalı ilişkilerin sürdürülmesi, Türkiye açısından önemli ve yarar getiricidir.
Ancak, 1955 yılında Afganistan'a stratejik önemi büyük yatırımlar yapan ve büyük kaynaklar harcayarak bu ülkenin kalkınmasına çaba harcayan Sovyetlerin, aynı ülkeyi 1979 yılında çerdeki işbirlikçileriyle birlikte işgal ettiği ve bu ülkede kaldığı 10 yıl boyunca yüzbinlerce Afgan'ın canına mal olan bir yıkıma neden olduğu da Türk siyaset ehlinin hiçbir zaman dikkati nazarından kaçmaması gerekir.
"Devasa Rus Coğrafyasının" sıcak denizlere inen kapısının anahtarını elinde tutan Türk Miletinin; Ruslara karşı her zaman 'uyanık' bir tutum ve farkındalık içinde olması, tarihin kendisine yüklediği en önemli vazife ve sorumluluktur.
İlave Kaynaklar:
Ataöv T. (2006). Amerika NATO ve Türkiye, İleri Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.
Kurat N.A. (1990). Türkiye ve Rusya. Kültür Bakanlığı Yayınları. 1194. Kültür Eserleri. Sevinç Matbaası. Ankara.
Taşkıran C. (1996). Oniki Ada’nın Dünü ve Bugünü. Genelkurmay Basımevi. Ankara.