Türkiye’nin Filistin Politikası İçin Kimlik Esaslı Bir Yaklaşım Nasıl Olabilir?
Anayasal kimliğimize dayanan bir Filistin politikası şu unsurlara dayanmalıdır: Atatürkçü milliyetçilik anlayışı, millet iradesinin mutlak üstünlüğü, hürriyetçi ve laik demokrasi, “Yurtta sulh, cihanda sulh” anlayışı, insan haklarına saygı.
Filistin meselesine kişilerin yaklaşımları eğitim-öğretim seviyelerine, siyasi görüşlerine veya dini inançlarına göre değişmektedir. Kimi için ölümüne savunulması gereken bir dava, kimi için insanı bir dram, kimi için ise Arap milletinin ihanetinin bedeli şeklinde yorumlanabilmektedir. Meseleyle ilgili görüşlerin birbirinden bu kadar farklılaşmasının nedeni Türkiye’nin bölgeyle ve sorunun iki tarafını oluşturan unsurlarla tarihi, dini ve kültürel bağlarıdır. Özellikle, meselenin en önemli unsurlarından olan Kudüs’ün ve Harem El Şerif’in Müslümanlar için en kutsal mekânlardan olması dini hassasiyetleri yüksek insanların meseleye daha büyük bir duyarlılıkla yaklaşmasına neden olmaktadır. Konunun insani, millî ve dini boyutlarının farklı algılanması normal olmakla birlikte öznel etkilerden uzak bir şekilde millî menfaatlerimiz doğrultusunda nasıl anlaşılması gerektiği bu yazının konusunu oluşturmaktadır. Mesele özelindeki hususlar açıklanmadan önce millî çıkarlardan ne anlamamız gerektiği üzerinde durulmalıdır.
Uluslararası ilişkilerde inşacı görüş, gerçekçi görüşün aksine, devletlerin sadece çıkarları peşinde koşan varlıklar olmadıklarını, çıkarlarının kendilerini nasıl tanımladıklarıyla yani kimlikleriyle de ilgili olduğunu ileri sürmekte, insanlardan yapılan bir analoji ile “devletlerin kim olduğunun çıkarlarını da belirlediğini” iddia etmektedir. Gerçekten de siyasi, dini, demografik ve kültürel benzerlikler gösteren ülkelerin birbirleriyle yakın ilişkiler kurmaları nadir yaşanan durumlardan değildir. Örneğin ABD, Kanada, İngiltere; AB’deki ülkeler; Türk Cumhuriyetlerinin birbirleriyle ilişkileri bu türdendir. Öyleyse devletler kendilerini nasıl tanımlar? Burada resmî belgelerle gayri resmi tutumlar arasında bir ayrım yapmak gerekir. Anayasalar, resmi güvenlik belgeleri devletlerin özelliklerini ve temel değerlerini belirtmeleri itibari ile devletlerin kimlikleri hakkında önemli bir fikir vermektedir. Bununla birlikte devleti yürüten aygıt olarak hükümetler her zaman devletini temel nitelikleriyle uyumlu hareket etmemekte, seçimlerde oylarını artırmak maksadıyla halkın çoğunluğunun değer ve duygularını önceleyen popülist politikaları tercih edebilmektedir. Bu durum dış politikanın belirlenmesindeki temel bir çelişkiyi ortaya koymaktadır. Devletin resmi politikalarıyla hükümetin popülist politikaları arasındaki fark. Burada devletin kimliği üzerinde devletin beşeri unsurunun yani milletin etkisi ortaya çıkmaktadır. Milletin seçimler veya kamuoyu baskısıyla ortaya koyduğu tercihler her zaman olmasa da hükümetin dış politikası üzerinde etkili olabilmektedir. Bu nedenle devletin çıkarlarının belirlenmesinde kurucu belgelerinden gelen nitelikleri yanında milletin taleplerinden kaynaklanan çıkarlar da etkili olmaktadır. Bu durumda millî menfaatler dediğimizde milletin mi devletin mi çıkarları anlaşılmalıdır. Bu sorunun cevabı, milletin tarihten gelen değerlerini de demokratik bir sistem içerisinde içselleştiren kurucu metinlerinin devletin ve milletin kimliğini yansıtan ana metinler olduğudur. Bu nedenle, uzun vadeli değerlendirilmesi gereken dış politikanın güncel politik tercihlerin yerine kalıcı temel değerlere dayandırılması milli menfaatlerin temin edilmesi açısından daha etkili olacaktır.
Anayasamızın başlangıç kısmında ve ilk dört maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin temel unsurları tanımlanmıştır. Bu kapsamda, Anayasal kimliğimize dayanan bir Filistin politikası şu unsurlara dayanmalıdır: Atatürkçü milliyetçilik anlayışı, millet iradesinin mutlak üstünlüğü, hürriyetçi ve laik demokrasi, “Yurtta sulh, cihanda sulh” anlayışı, insan haklarına saygı.
Filistin toprakları ve halkı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel bağları yadsınamaz bir gerçektir. Dört yüz yıllık Osmanlı hakimiyetinin ardından Birinci Dünya Savaşı’nda hakimiyetimizden çıkan bu topraklarda tarihi ve kültürel mirasımızın birçok eseri bulunmaktadır. Kurtuluş Savaşı’nın lider kadrosundan Mustafa Kemâl Paşa, Fevzi Paşa, İsmet Paşa ve Ali Fuat Paşa Filistin cephesinde Grup Komutanlığı, Ordu-Kolordu Komutanlığı görevlerinde bulunmuşlardır. Bunun yanında savaş sırasında şehit düşen binlerce şehidimiz meçhul mezarlarda, bu topraklarda yatmaktadır. Atatürkçü milliyetçilik anlayışı etnik ve dini temelli değil, bir arada yaşama iradesini esas alan, ortak tarihi mirası ve kültürel değerleri yaşatmayı benimseyen bir milliyetçilik anlayışıdır. Milli ve kültürel bilincimizde önemli bir yer tutan Filistin kültür coğrafyasıyla bağımızın devam ettirilmesi, buradaki eserlerimizin muhafazası ve yenilerinin ortaya çıkarılması önemli politika önceliklerimizden olmalıdır. Şehitlerimiz hatırası onurlarına yakışan nezih şehitliklerde yaşatılmalıdır. Ne yazık ki Gazze, Birüssebi, Kudüs, Nablus ve daha birçok yerde yaşanan muharebelerde toprağa düşen şehitlerimiz için Ramle’deki İngiliz mezarlığındaki şehitlik ve Tabariye yakınlarındaki hava şehitliğimiz haricinde şehitliğimiz bulunmamaktadır. Tarihsel hafızamızda “Arapların ihaneti” olarak yer tutan kavramsallaştırmanın bölgeye yönelik ilişkilerimizin geleceğini ipotek alına almasına müsaade edilmemelidir. O dönem koşullarında belirli Arap kabile ve şeyhlerinin düşmanlarımızla iş birliği yapmasının “ihanet” olarak değerlendirilmesi yanlış olmasa da bunun tüm bölge halkına teşmil edilmesi doğru bir yaklaşım değildir. Ayrıca o dönem savaştıklarımızla bugün müttefik olduğumuz da unutulmamalıdır.
Filistin sorunun çözümündeki yaklaşımımız iki devletli bir çözümü esas almaktadır. Filistin halkının insanlık ailesinin onurlu bir üyesi olacak bir devlet çatısı altında yaşamaları en doğal haklarıdır. İki devletli çözüm ulusların kendi kaderlerini kendilerini belirlemesi şeklindeki uluslararası ilişkiler prensibinin bir gereğidir. Bu iradeyi İngiliz manda yönetiminin sonlanmasından beri verdikleri mücadeleyle açıkça ortaya koyan Filistin halkının gayretleri desteklenmeye devam edilmelidir. Bununla birlikte, Filistin’deki siyasi yapı homojen bir görünüm arz etmemektedir. Batı Şeria’da Batı’nın desteklediği çok da sağlıklı işlemeyen bir başkanlık sistemi uygulanırken Ekim 2023’ kadar Gazze Hamas’ın kontrolündeydi. Filistin’de en son başkanlık seçimleri 2005’de yasama meclisi seçimleri ise 2006’da yapılmıştır. 2021’de yapılması planlanan seçimler ise süresiz olarak ertelenmiştir. Filistin meclisinin Filistin halkının iradesini temsil eden kapsayıcı bir seçim sonucunda oluşturulması, hükümetinin yine Filistin halkının seçtiği başkan tarafından oluşturulması millî iradenin yaşatılması açısından önemlidir. Burada önemli bir problem halkın iradesi ile uluslararası toplum tarafından kabul edilebilir bir yönetim arasındaki gerilimin nasıl çözüleceğidir. Nitekim, Ocak 2006’da seçimleri sonucunda çoğunluğu kazanan Hamas tarafından kurulan hükümet Haziran 2007’de Filistin Otoritesi Başkanı Mahmud Abbas tarafından görevinden alınmıştı. Türkiye’nin buradaki tavrı millet iradesinin mutlak üstünlüğü ile hürriyetçi demokrasiyi yaşatacak bir siyasal sistemin kurulmasından yana olmalıdır. Bu şekilde oluşacak bir siyasal yapı uluslararası toplumun da desteğini alacağı için bölgenin istikrarına katkı sağlayacaktır. Bunun dışındaki, ideolojik ve radikal örgütlerin desteğini alan siyasal yapıların halkın menfaatini sağlamaktan ziyade bölgesel veya bölge dışı güçlerini çıkarları yönünde çalışabileceği unutulmamalıdır.
“Yurtta sulh, cihanda sulh” anlayışı kuruluşundan beri Türkiye Cumhuriyeti’nin temel dış politika prensiplerinden biri olmuştur. Kendi içinde istikrarlı ve huzuru sağlayan bir devletin diğer devletlerle de huzur içinde yaşayacağını ifade bu barışçı politika Cumhuriyet’in ilk yıllarında devletin ekonomik kalkınma ve halkına refahına daha çok kaynak arayarak hızla güçlenmesini sağlamıştır. İlerleyen dönemlerde, güçlü bir ordunun barışın teminatı olduğu düşüncesiyle ekonomik kalkınmayla birlikte TSK’nın da güçlendirilmesi için her türlü gayret gösterilmiştir. Bölgesinin en güçlü ordularından birine sahip Türkiye bu gücünü hem caydırıcılık hem de fiili olarak dünya barışının tesisinde kullanmaktan geri kalmamıştır. Filistin sorununda tarafların silahlı çatışmadan kaçınarak diplomatik yollarla çözümü için her türlü destek verilmelidir. Gerektiğinde barışın tesisi ve korunması için TSK’nın bölgede görev alması yolları araştırılmalıdır. Böyle bir destek, sorunun her iki tarafıyla da yakın ilişkileri olan Türkiye’nin meselenin çözümüne katkı vermesini sağlayacağı gibi bölgeyle tarihsel ve kültürel bağlarımızın ve varlığımızın korunmasına da katkı sağlayacaktır.
Türk halkının Yahudi karşıtı bir tavrı olmadığı gibi tarihsel süreçte diğer ülkelerde baskıya uğradıklarında sığınabildikleri nadir topraklardan birinin de Türkiye olduğu bilinmektedir. Yahudiler Osmanlı döneminde millet sistemi içerisinde din ve kültürlerini rahatlıkla yaşatabilmişlerdir. Türkiye İsrail’in kurulma sürecinde Araplarla dini yakınlığa rağmen tarafsız bir politika izlemeye gayret etmiştir. 1947’de BM Taksim Planı için Genel Kurul’da ret oyu verirken İsrail Devleti kurulduktan sonra tanımakta gecikmemiştir. Ancak, bu tarafsız tutum Filistinlilerin maruz kaldığı insan hakları ihlallerine karşı sessiz kalmak anlamına gelmemiştir. Siyasi olarak iki devleti bir çözümü savunurken Filistin halkının yaşam koşullarının iyileştirilmesi için gayret etmek insan odaklı bir dış politikanın gereğidir. İsrail’in yeni Yahudi yerleşim yerleri açmasına, eskilerinin genişletilmesine, hukuk dışı tutuklama, ev arama, yargısız infaz, mahkûm veya tutukluların evlerinin yıkılması, seyahat engellemeleri gibi sayısız insan hakları ihlallerinin ortadan kaldırılması ve uluslararası toplumun gündeminde tutulması için her türlü diplomatik çaba gösterilmelidir.
Filistin meselesinin kendi içerisindeki çetrefil yapısı Türkiye’nin bölgeyle yakın tarihi ve kültürel bağlarıyla birlikte değerlendirildiğinde sağlıklı bir bakış açısının oluşturulması zorlaşmaktadır. Uluslararası ilişkilerde devletlerin tutumlarını çıkarlarına göre belirlemesi doğaldır. Ancak bu çıkarlar her zaman her durum için geçerli olmayabilir. Böyle durumlarda devletlerin kendilerini nasıl tanımladıkları dış politikalarına da ışık tutmalıdır. Filistin meselesinde devletin anayasal kimliğiyle uyumlu bir dış politika yürütmesi tutarlı, öngörülebilir bir politikaya olanak sağlarken ulusal çıkarlarını gerçekleştirmesine de imkân sağlayacaktır.