Site İçi Arama

ua-iliskiler

Avrupa’da “Demir Perde” Yeniden mi Çekiliyor?

Ukrayna konusu, Rusya-Ukrayna arasında bir sorun olmaktan çoktan çıkmıştır. Başkanlık koltuğuna oturduktan sonra, 2021 Şubat ayında ABD Başkanı Biden, “Amerika geri döndü” demiştir. Son bir yıl içinde bu sloganın sahaya yansımasının nasıl olacağı uluslararası kamuoyu tarafından hep merak edilmiştir.

Ukrayna konusu, Rusya-Ukrayna arasında bir sorun olmaktan çoktan çıkmıştır. Başkanlık koltuğuna oturduktan sonra, 2021 Şubat ayında ABD Başkanı Biden, “Amerika geri döndü” demiştir. Son bir yıl içinde bu sloganın sahaya yansımasının nasıl olacağı uluslararası kamuoyu tarafından hep merak edilmiştir.

Trump döneminde bir ara “Önce Amerika (Amerika is first)” yaklaşımı uygulanmıştır. Böylece ABD, çok taraflılıktan uzaklaşan ve tecritçiliğe varan bir doktrine geri döner gibi olmuştur. Sonra bundan süratle vazgeçilmiş ve “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap (Make America Great Again)” sloganı çerçevesinde Amerikan dış politikası uygulanmıştır. Ancak bu politika, Amerikan ulusunun kendi arasında ABD’nin dünyadaki rolünün ne olacağına dair tartışmaların artmasına neden olmuş, anlaşmazlıkları gün yüzüne çıkarmış ve ortaya sürülen Amerikan bakış açıları, kafa karışıklıklarına neden olmuştur. Hatta bu tartışmalar, NATO’daki Amerikan müttefikleri dahil özellikle Atlantik ötesinde Batı dünyasının genel çıkarlarının ve temsil ettiği değerlerin nasıl korunacağına dair soru işaretlerine yol açmıştır.

Bu istikamet karışıklığında ABD başkanı olan Biden, ilk etapta müttefikleriyle kavgaya bir son vermiş ve kendilerine Avrupa ve küresel meselelerde destek verileceği konusunda güvence vermiştir. Başta Rusya ve Çin olmak üzere ABD’nin rakiplerine dikkat çekmiştir ve Amerikan liderliğindeki uluslararası işbirliğinin devam ettirilmesine olan inancını öne çıkarmıştır. Amerikan ittifaklarını yeniden inşa etmekten, dünyayı yeniden (ABD etrafında) bağlamaktan söz etmiştir. Biden, temel liberal demokratik değerlerin, ABD küresel stratejisinin mihenk taşı olmaya devam edeceği konusunda ısrarcı bir dil kullanmıştır. Trump döneminin aksine, Pentagon ve CIA’in yerine Amerikan Dışişleri Bakanlığının diplomasi ordusunu kullanmayı yeğlemeye başlayan Biden, bugünlerde Ukrayna kaynamaktayken, Avrupa güvenlik mekanizmasının geleceğine dair de herkesin aklındaki sorulara, Amerikan diplomatik misyonlarıyla bir cevap bulmaya çalışmaktadır.

Ukrayna sorununda iki şey öne çıkıyor. Birincisi, Ukrayna, Rusya için stratejik önemi yüksek olan bir ülkedir. Kendi öz benliğinin bir parçası olarak görülmekte, adeta ayrı bir ülke olduğu kabul görmemektedir. Gerçekten de, eski Sovyet coğrafyasının kilit ülkelerinden birisi olan Ukrayna’nın, Batı toplumunun bir parçası haline gelmesi demek, Rusların Karadeniz’deki tüm hak ve menfaatlerine ket vurulması anlamına gelmektedir. 1991’de de facto şartlar gereği, Ukrayna’nın bağımsızlığına razı olan Rusya Federasyonu, son on-onbeş yıldır, bir şekilde Ukrayna’nın kendine göre önemli toprak parçalarını bu ülkeden kopartmayı bir zorunluluk olarak görmekte ve bu yönde politikalarını izlemektedir. Jeopolitik ve jeostratejik gerçeklikler açısından bakıldığında, Rusya’nın uyguladığı bu “güç politikası” anlamlı olsa da uluslararası hukuk ve uluslararası politikanın gerçeklerine aykırı bir durum ortaya çıkarmıştır. Ruslar, 2014 yılının Mart ayından itibaren self determinasyon söylemiyle Kırım’ı işgal etmiştir. Bu da Ukrayna ile Rusya arasında ikinci sorunu ortaya çıkarmıştır. Böylece, Rusya ile Ukrayna arasında sınır anlaşmazlıkları çözümsüz bir noktaya taşınmış ve günümüze kadar taşınmıştır. Ruslar, Kırım’ı geri vermeyi düşünmedikleri gibi Donbas bölgesini de topraklarına katma isteğinde olduklarını saklama gereği duymamışlardır. Sadece bunu, kılıfına uydurmak suretiyle yapmak ve aynı zamanda Batı dünyasından bu esnada bir şeyler koparmak suretiyle yapmak istemektedirler.

2000 sonrasındaki Ukrayna’daki siyasi partilere bakıldığında üç ana grubun öne çıktığı görülüyor:

  • Birinci grup, Batı ve NATO yanlısı Liberal partiler, Rusya karşıtı partiler.
  • İkinci grup, Rusya yanlısı, Sovyet kültürüne daha yakın partilerdir. Avrupa’yla entegrasyonu istemeyen, Amerikan politikalarına ve liberalizme soğuk bakan kesimler, ikinci grup içinde yer almaktadırlar.
  • Üçüncü grubu ise ilk iki grup arasında yer alan, Ukrayna’nın bölgesel gerçeklerine dayalı bir siyaset izleyen partiler oluşturmaktadırlar.

Son iki Ukrayna başkanı, Petro Poroshenko (2014-2019) ve Volodymyr Zelensky (2019-halen), Batı yanlısı ve liberal birinci grubun iktidara taşıdığı başkanlardır. Daha önceki Başkan Viktor Yanukovych (2010-2014) ise ikinci grubun üyesi bir partinin lideri ve eski komünist partilere dayanan bir zihniyetin temsilcisi olarak iktidara gelmiştir. 2010 yılının Nisan ayında, Yanukovych zamanında imzalanan Rusya-Ukrayna anlaşmasıyla, Ukrayna doğalgazı Ruslardan %30 indirimle satın alma hakkı elde etmiştir. Bunun karşılığında ise Rus donanması, Karadeniz’deki varlığını 25 yıllığına daha uzatma hakkı kazanmıştır. Bunun anlamı, 1991 yılında taraflar arasında imzalanan anlaşmanın uzatılması ve 2042 yılına kadar Rus donanmasının Karadeniz’i serbestçe kullanabilmesi demekti. Yanukovych’in Ruslara yakın duran bu keskin politika değişikliği hem içerde hem Batı dünyasında eleştirilere neden olmuştur. 2003 yılında Amerikan askerleriyle birlikte Irak’ta görev yapması için askerlerini gönderen Ukrayna’nın Batı dünyasına tam entegre olamadan Rusya lehine bir politika değişikliğine gitmesi, haliyle Avrupa ve Birleşik Amerika nezdinde “kabul görmemiştir.”

Yanukovych’in kendi iktidarını daha uzun süre garanti eden Anayasa değişikliğini gerçekleştirmesi, Batı dünyasının Ukrayna’yı tekrar geri kazanmak için harekete geçmesine neden olmuştur. Ülkede yaşanan yolsuzluklar kullanılarak, Batı yanlısı ve Avrupa Birliği üyesi olmak isteyen halkı desteklemeye başlayan ABD liderliğindeki Batı dünyası, Ukrayna’nın ‘karışmasına’ neden olmuş ve protestolar ülkede siyasi krizi tetiklemiştir. Bu arada, Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinden uzaklaşmaya başlayan Yanukovych iktidarına karşı 2013 yılında başlatılan EuroMaidan protestoları, ülke nüfusunun %45-50’sinin desteğiyle gerçekleştirilmiştir. Bu arada 16 Mart 2014 itibariyle, bir “referandum” ile Kırım toprakları, Ruslara geçmiştir. Uluslararası hukuka aykırı gerçekleşen bu ‘kendi geleceğini belirleme’ hareketi, Moskova’ya Karadeniz’in en stratejik yarımadasına el koyma ve Rus donanmasının ilelebet Karadeniz’i kullanma serbestiyetine sahip olma fırsatı vermiştir. 2008 yılında Abhazya’ya el konulmasıyla birlikte Doğu Karadeniz’i garanti altına alan Ruslar için Kırım’la elde edilen bu stratejik kazanım, yeniden eski Sovyet Coğrafyasının inşa edilebilirliği konusunda Moskova’yı daha fazla cesaretlendirmiştir.

EuroMaidan protestolarınaa liderlik eden iş adamı Petro Poroshenko, 7 Haziran 2014 seçimlerinin galibi olmuş ve Ukrayna’yı yönetmeye başlamıştır. Öte yandan Kırım’ı ele geçiren Putin bununla yetinmemiş, halka açık yayınladığı bir konuşmasında, Kırım’da ve güneydoğu Ukrayna’da yaşamakta olan Rus vatandaşlarının ve Rusça konuşan toplumların haklarını korumayı bir görev olarak gördüğünü deklare etmiştir. Bu konuşmanın hemen sonrasında Donetsk ve Luhansk, özellikle de Donbas bölgesindeki Rus kökenli Ukrayna vatandaşları, Kiev’e karşı ayaklanmış ve Moskova’ya bağlanmayı talep etmeye başlamışlardır. Böylece, Ukrayna ordusu ile Rus destekli Donbas ayrılıkçı grubu arasındaki çatışmalar, uluslararası gündemin ana konularından birisi haline gelmiştir. 2014 yılının Temmuz ayında Malezya Havayollarına ait bir yolcu uçağının Donbas bölgesinden geçerken “düşürülmesi”, konunun güvenlik boyutunun küresel hale gelmesine neden olmuştur.

Taraflar arasındaki Donbas merkezli çatışmalara son vermek için, Belarus’un başkenti Minsk’te Fransa, Almanya, Rusya ve Ukrayna’nın katılımı ile gerçekleşen ateşkes görüşmeleri neticesinde 1 Eylül 2014 tarihinde Minsk ateşkes anlaşması imzalanmış ancak Donbas’ta sonrasında da çatışmalar yer yer devam etmiştir. Sonrasındaki Minsk düzenlemeleri de pek fayda sağlayamamıştır. Görüşmelerde Ukrayna tarafı, ateşkesin yanında Rusların ağır silahlarını bölgeden çekmesini ve Donbas bölgesinde tam hükümet kontrolüne Rusların izin vermesini istemiştir. Rusya ise Donbas bölgesine otonomi hakkının tanınmasını (bir bakıma, Rus nüfuzunun Donbas’ta sürdürülmesine izin verilmesini) istemiştir. Donbas bölgesinin bir endüstri üssü olması nedeniyle, Kiev bu bölgeyi Ruslara kaptırmak istememektedir. Moskova ise Donbas’ı alması halinde Ukrayna’nın güç kazanacağını ve sonrasında Kiev’i kontrol edilmesinin mümkün olamayacağını ve nihayetinde Ukrayna’nın Batı’ya kayacağını düşünmüş ve bu nedenle Donbas’ı vermeye yanaşmamıştır. Bu nedenle, Ukrayna hükümetinin Donbas’a yönetimde otonomi hakkının verilmesini ve bu bölge insanın kendi geleceğini belirlemek için seçime gitmesini şart koşmuştur. Bunun anlamı, Donbas’ın da Kırım benzeri bir yöntemle Rusların kontrolüne geçmesi demektir. Haliyle Batı’nın desteğini arkasına alan ve 2019 yılında iktidara gelen Zelensky, Rusların bu politikasını kabul etmemiştir.

Ukrayna’nın, kendi başına, NATO’nun ve özellikle ABD’nin desteği olmadan Moskova’nın güç politikalarına karşı koyabilmesi neredeyse imkansızdır. İki ülke arasında asimetrik bir güç dengesizliği bulunmaktadır. 2016 yılındaki Rus saldırganlığına karşı Doğu Avrupa’ya az da olsa kuvvet konuşlandırmayı gerekli gören NATO’nun desteğini arkasına almak, Ukrayna’nın mevcut yönetimleri için öncelikli bir konu olmuştur. Bununla birlikte, Ukrayna’nın Ruslarla sınır anlaşmazlıkları olduğu müddetçe Avrupa Birliği ve NATO üyeliklerine kabul edilmesi imkânsız hale gelmiştir. Gürcistan için de aynı durum geçerlidir. Ukrayna her şeye rağmen NATO’ya üye yapılması halinde, NATO’nun beşinci maddesi gereği, Ukrayna topraklarına girecek Rus askerlerine karşı NATO’nun topyekûn savunmaya geçmesi zorunluluğu ortaya çıkacaktır. NATO buna hazır mı? Sanıyorum “hayır!”

Geldiğimiz noktada Batı ülkelerini topyekûn karşısına alan Putin, Batı dünyasının enerji bağımlılığına güvenerek, Ukrayna’nın doğusunda ve Belarus topraklarında hazır tuttuğu toplamda 150.000 askerden oluşan askeri varlığıyla, Donbas bölgesini işgal edebileceğine yönelik kuvvetli sinyaller vermeye devam etmektedir. Belki de tüm Ukrayna topraklarını işgal etmek bile Rus seçenekleri arasıda yer almaya başlamıştır. 2014 yılında Donbas’ı topraklarına katabilecekken bu konuda adım atmayan Rusya, neden 2021 yılında tansiyonu yükseltmek istemiştir?

Sanıyorum bunun cevabı, Biden’ın “Amerika geri döndü” politikasında gizlidir. Çin’e tam manasıyla yönelmeden önce Rusları kontrol altına almak isteyen Washington için, Ukrayna’daki Donbas sorunu elverişli bir argüman olmuştur. Ukrayna’nın liberal demokratik değerlere bağlı hükümetiyle eşgüdüm halinde hareket eden ABD; totaliter rejimlere rol model olan Putin rejiminin, Ukrayna bağlamında Batı’nın çıkarlarına ve değerlerine bir tehdit olduğunu dillendirmeye başlamıştır. Putin ise bunu doğrularcasına, Avrupa’da “Rus gücünü her şeyin üstünde tutan bir politika” izlemeye başlamıştır.

Bu durum, Avrupa’da Soğuk Savaş korkularına çağrışım yapmış ve başta Polonya ve Baltık ülkeleri olmak üzere Doğu Avrupa’nın Ukrayna’nın yanında yer almasını zorunlu kılmıştır. Karşılığında Belarus ve kısmen sesi çık(a)mayan Moldova ile işbirliğini pekiştiren Rusya ise satranç tahtasında ihtiyaç duyduğu Ukrayna’ya baskısını iyice artırmıştır. 2022 başında Kazakistan’daki doğalgaz zamlarına yönelik protestoları da bastıran Rus askeri gücü, korkutucu bir görünüm sergilemeye devam etmiştir.

Rus askeri varlığının 70-80 yıl önceki işgallerini yakın hafızasında tutmaya devam eden Avrupa toplumu, Avrupa kıtasının doğusuna yeni bir demir perdenin indiğine dair yaygın bir kanaat edinmeye başlamıştır. Rusların yeniden yayılmacı politikalara döndüğünün işaretlerini vermesi, Avrupa’yı yeniden bölünmenin eşiğine getirmiştir. Bu sefer bölünme, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki bölünmeye göre, Avrupa bütünlüğünü belirli ölçüde koruyabilecek bir bölünme olarak görülmekte, daha az zarar verici bulunmaktadır. Bu konuda en ürkütücü gelişme, iktidarını sürdürmek uğruna Putin’le işbirliğine giden ve totalitarizme kayan Lukashenka’nın liderliğindeki Belarus’ta olmuştur. Belarus yönetimi halihazırda, Ruslara sağladığı dört kalıcı askeri üs’te İskender füzelerine, S-400’lere ve Su-35 uçaklarına ve gerektiğinde Ukrayna’ya kuzeyden cephe açmak için hazır tutulan 30.000 Rus askerine ev sahipliği yapmaya devam etmektedir. Moskova’nın vassalı olduğu açıkça görülen Belarus’tan sonra, eğer tedbir alınamazsa, Moldova ve Ukrayna da birer vassal ülke olmaya aday mıdır?

Bu korkuyla hareket eden Polonya, Baltık ülkeleri ve kısmen Romanya ve Bulgaristan, Doğu Avrupa’nın hızla değişen manzarası karşısında, kendilerini ön saflarda tanımlayan ve Ruslara karşı birer cephe ülkesi haline getiren Ukrayna’daki durum nedeniyle, başta ABD olmak üzere Fransa ve İngiltere’den topraklarında daha fazla kalıcı garnizon ve askeri üs kurmalarını beklemeye başlamıştır. Normandiya Formatı içinde, Fransa ve Almanya ise, bırakın üs kurmayı, Ukrayna topraklarında kan dökülmemesi ve aynı zamanda Avrupa'yı da istikrarsızlaştırmakta olan olası bir savaştan kaçınılması için Kiev’e Rus taleplerini kabul etmesi için baskı yapıyor. Ve hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un hem de Almanya Başbakanı Olaf Scholz'un Moskova ve Kiev'e yaptığı ziyaretlerin Washington ile yakın bir şekilde koordine edildiği göz önüne alındığında, Ukrayna üzerindeki Fransız-Alman baskısının Beyaz Saray'ın zımni onayına sahip olduğu görülüyor.

Rusların yeniden demir perdeyi çekmeye çalıştığı bir düzlemde, esasında ABD, yönünü Hint-Pasifik bölgesine çevirmeye ve Çin’i çevrelemeye odaklanmak istiyor. Bunu yapabilmek için, Biden, Eski Kıta boyunca çizilen potansiyel çizgilerin istikrarlı olmasını sağlamaya çalışıyor. Küresel ölçekte dikkati dağılmış olan Washington, yükselen Rus tehdidi karşısında şimdilik dikkatini bir kez daha Avrupa'ya çevirmiştir. Yaptırım tehditlerine dayalı bir politika ile Rusları durdurmak için gayret gösteren Amerikan yönetimi, Ukrayna için silaha sarılmaya niyetli olmadığını gösteriyor. Eğer silaha sarılmak bir zorunluluk olacaksa, bunun AB’nin önde gelen ülkelerinin inisiyatifiyle gerçekleşmesini neredeyse şart koşuyor.

ABD’nin Avrupa'dan uzaklaşma eğilimi, Amerikan dış politikasının ileriye dönük şekillenmesinde büyük bir rol oynamaya devam edecek gibi görünüyor. Kalıcı bir Avrupa güvenlik düzeni, neredeyse kesinlikle bunu garanti edebilecek bir Amerikan gücüne dayanıp dayanmayacağı konusunda Ukrayna krizi turnusol kâğıdı işlevi görüyor. Rus çıkarları, her şeyden önce transatlantik dünyasındaki kırılmaların seyrine bağlı gelişecek gibi duruyor.

Dr. Hüseyin FAZLA
Dr. Hüseyin FAZLA
Tüm Makaleler

  • 21.02.2022
  • Süre : 6 dk
  • 1462 kez okundu

Google Ads