Site İçi Arama

ua-iliskiler

İsrail’in İran’ın Nükleer Tesislerine Yönelik Olası Bir Saldırısı Uluslararası Kamuoyunda Ciddi Tepkilere Neden Olur!

Ortadoğu'daki gerginliğin bir sonucu olarak, uzmanlar onlarca gerçekleşmesi muhtemel senaryoya dikkat çekerken bunlardan birisi de İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine saldıracağına yöneliktir. Görünürde böylesi bir senaryonun gelişmesi muhtemel gibi görünmektedir. Ancak gerçeklerin görünenlerden aslında çok daha farklı olduğunun göz ardı edilmemesi gerekmektedir.

İran’ın 1 Ekim 2024 tarihinde İsrail’e yüzden fazla balistik füzeyle düzenlemiş olduğu saldırıların Orta Doğu’da dinmek binmeyen silahlı çatışmaların farklı bir aşamaya geçmesine neden olacağı tartışmasızdır. Bu doğrultuda uzmanlar onlarca gerçekleşmesi muhtemel senaryoya dikkat çekerken bunlardan bir tanesi de İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine saldıracağına yöneliktir. Görünürde böylesi bir senaryonun gelişmesi muhtemel gibi görünmektedir. Ancak gerçeklerin görünenlerden aslında çok daha farklı olduğunun göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Zira konjonktürel durum böylesi bir senaryonun gerçekleşmesini son derece zorlaştırmaktadır. Söz konusu zorlaştırıcı etmenlerin başında uluslararası kamuoyunun vereceği tepkiler gelmektedir. Tüm bunlar ışığında konjonktürel durumu ve uluslararası kamuoyunun olası tepkilerinin göz önüne alınması önümüzdeki günlerde ne gibi senaryoların gerçekleşmesinin muhtemel olduğunun daha net anlaşılması açısından son derece önemlidir.

İran-İsrail İlişkilerinin Tarihsel Arka Planı

Orta Doğu, tarihten günümüze uluslararası siyasetin en kritik bölgelerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bölge, etnik, dini ve mezhepsel çatışmaların yanı sıra, enerji kaynakları ve jeopolitik konumları nedeniyle de büyük güçlerin ilgisini çekmiştir. Bu karmaşık dinamikler içinde, İran ve İsrail arasındaki gerginlik, bölgesel güvenlik açısından kritik bir öneme sahiptir. Özellikle İran'ın İsrail'e yönelik balistik füze saldırıları, bu gerginliği daha da artırarak Orta Doğu'daki güç dengeleri üzerinde derin etkiler yaratmaktadır. Öyle ki İran-İsrail arasında yaşanan gerginliklerin önemli bir tarihsel arka planı vardır.

Nitekim İran ve İsrail arasındaki gerginlik, İran İslam Devrimi'nden (1979) sonra ciddi şekilde tırmanmıştır. Buna karşın İran ile İsrail arasındaki ilişkilerin aslında 1979 yılında gerçekleşen İslam Devrimi’ne kadar nispeten barışçıl olduğu görülmektedir. Bununla birlikte bilindiği üzere Filistin’in bölünmesine yönelik uygulamaya konmaya çalışan planlara karşı çıkmasına rağmen, 1948 yılında kurulan İsrail Devleti’ni tanıyan ikinci İslam ülkesi Mısır’dan sonra İran olmuştur. İran’ın bu yaklaşımının başlıca nedeni o yıllarda monarşiyle yönetilen ülkenin başında Pehlevi hanedanlığının olmasıdır. Zira Pehlevi hanedanlığı Orta Doğu’da ABD’nin en büyük müttefiklerinden biriydi. Bu doğrultuda İsrail Devleti’nin kurucusu ve ilk hükümet lideri olan David Ben-Gurion, uluslararası sisteme yeni dahil olan bu Yahudi devletinin başta Arap komşuları olmak üzere kendisine karşıt tutum sergileyebilecek olan devletler tarafından dışlanmasını ve ötekileştirilmesini engellemek maksadıyla İran’ın dostluğunu kazanmaya çalışmasıyla taraflar arası ilişkilerin bir süre barışçıl zeminde ilerlemesi mümkün olmuştur. Ancak taraflar arası ilişkilerdeki bu gidişat pek de uzun süreli olmamıştır.

Bu doğrultuda İran İslam Devrimi’yle birlikte ikili ilişkilerde yeni bir döneme geçilmiştir. Zira 1979 yılında Ayetullah Ruhullah Humeyni önderliğinde gerçekleşen İran İslam Devrimi’yle birlikte ülkede radikal bir dönüşüm meydana gelmiştir. Nitekim en başta ülkede gerçekleşen “İnkılab-ı İslami” ile Şah monarşi yönetimi yıkılmış Ayetullah Ruhullah Humeyni yönetiminde İslam hukuku ve Şii mezhebi görüşlerini esas alan “İran İslam Cumhuriyeti” kurulmuştur. Bu doğrultuda ülkenin yönetim anlayışının da radikal bir şekilde değişmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Öyle ki Devrim’le birlikte Şah döneminde uygulanan Batı yanlışı politikaların hepsinin ortadan kaldırılması gibi bir takım hadiseler, Humeyni liderliğindeki yeni yönetimin anlayışının radikal bir şekilde değiştiğinin göstergelerindendir. Bununla birlikte Şah'ın devrilmesinden sonra ülkedeki kitle iletişim araçlarını ele geçiren Humeyni yönetimi, İran halkına yönelik dini söylemlerin ağırlıklı olduğu yoğun bir propaganda faaliyetine yönelmiştir. (1) Buna karşın şüphesiz İran’ın yönetim anlayışındaki değişim şüphesiz iç politika ile sınırlı kalmamıştır. Zira İran İslam Devrimi’yle birlikte iktidara gelen Humeyni yönetiminin dış politikaya ilişkin yaklaşımlarında da radikal değişiklikler yaşanmıştır.

Örneğin yeni yönetimin ABD ve müttefiki İsrail'in “emperyalizmini” reddeden bir tavır takınmaya başlamasını bu kapsamda ele almak mümkündür. Bu doğrultuda İslam Devrimi sonrasında İran, İsrail’i "şeytan" olarak nitelendirerek, İsrail karşıtı bir dış politika benimsemiştir. Dolayısıyla İran-İsrail ilişkileri, 20. yüzyılın ortalarından itibaren çeşitli evreler geçirmiş ve özellikle İran İslam Devrimi sonrasında köklü bir değişime uğramıştır. Bununla ilişkili olarak 1979 yılı öncesinde iki ülke arasında dostane ilişkiler sürerken, İslam Devrimi sonrasında bu ilişkiler yerini şiddetli bir düşmanlığa bırakmıştır.

İran-İsrail arasındaki ilişkilerin gerginleşmeye başlamasının başlıca nedeni İran’ın İsrail’i Batı bloğunun bir parçası olarak görmeye başlamasıyla birlikte “şeytan” olarak nitelendirilmesidir. Zira bu durumun önemli ölçüde günümüzde yaşanan gerginliklere yansımış olması tartışmasızdır. Bununla birlikte son yıllardan giderek daha fazla gün yüzüne çıkan İran’ın İsrail’e yönelik düşmanlığı büyük oranda, Filistin meselesine olan desteği, Hizbullah gibi İsrail karşıtı gruplarla olan ilişkileri ve nükleer programı ile şekillenmiştir. Zira özellikle İran’ın nükleer silah geliştirme çabaları, İsrail tarafından doğrudan kendisine yönelik büyük bir tehdit olarak algılanmış ve bu durum iki ülke arasındaki askeri gerilimlerin artmasına neden olmuştur. Artan askeri gerilimler doğrultusunda İsrail, İran’ın nükleer silah edinmesini engellemek için çeşitli operasyonlar düzenlerken, İran da İsrail’e karşı füze programını geliştirerek askeri caydırıcılık kapasitesini artırmıştır. Bununla birlikte İran’ın 1 Ekim 2024 tarihinde İsrail’e yönelik gerçekleştirdiği balistik füze saldırısıyla birlikte iki taraf arasındaki gerginlik farklı bir aşamaya geçmiştir.

Öyle ki bir çok uzman geçilen bu yeni dönemdeki karşılaşılması muhtemel hadiselerin İran-İsrail arasında bilhassa 2006 yılından bu yana yaşanan vekalet savaşlarının ötesinde olacağı kanaatindedir. Ama yine de her ne kadar bu yöndeki görüşler giderek daha fazla kabul görmeye başlasa da kesin bir yargıya varabilmek için öncelikle son yaşanan hadiselerin son derece titizlikle analiz edilmesi gerekliliği göz ardı edilmemelidir. Bu doğrultuda İran’ın İsrail’e yönelik gerçekleştirmiş olduğu balistik füze saldırısının farklı boyutlardan ele alınarak irdelenmesi önümüzdeki günlerde yaşanması muhtemel hadiselere ilişkin bir takım öngörülerde bulunmamamıza son derece olumlu yönde katkı sağlayacaktır.

İran’ın İsrail’e Yönelik Balistik Füze Saldırısının Stratejik Boyutu

İran İslam Cumhuriyeti 1 Ekim 2024 tarihinde akşam saatlerinde “Siyonist” olarak nitelendirdiği İsrail Rejimi’ne karşı ikinci füze saldırısını gerçekleştirmiştir. Bu doğrultuda 7 Ekim Aksa Tufanı’ndan bu yana “direniş cephesine” kesintisiz destek vermeye devam eden İran, Hipersonik füzeler ile gerçekleştirmiş olduğu saldırılarla İsrail’in işgali altında olan toprakları hedef alarak ülkeye şüphesiz ağır bir darbe indirmiştir. İran'ın saldırısında Siyonist İsrail rejiminin en önemli 3 hava askeri üssünün yanı sıra Mossad’ın karargâhı, rejimin tankları ve askeri personellerinin bulunmuş olduğu bir merkez de başarılı bir şekilde hedef alındığı Tehran Times gibi ülkenin bir takım haber ajansları tarafından duyurulmuştur.

İran İslam Cumhuriyeti’nin İsrail’e gerçekleştirmiş olduğu bu saldırı tüm dünyada yankılara neden olurken Filistin ve diğer İslam ülkeleri başta olmak üzere Netanyahu hükümetinin her geçen gün daha büyük boyutlara ulaşsa da işlemeye devam ettiği insanlık suçlarına karşı çıkan bütün hür insanları sevindirirken en çok Gazze halkına umut ışığı olmuştur. Bununla birlikte İran gerçekleştirmiş olduğu bu saldırının uluslararası hukuka uygun olduğu iddiasındadır. Bu doğrultuda İran söz konusu iddiasını öne sürdüğü bir takım argümanlarla desteklemektedir. Söz konusu argümanlara İran’ın Birleşmiş Milletler (BM) Daimî Temsilcisi Amir Saeid İrvani’nin BM Güvenlik Konseyi’ne göndermiş olduğu mektupta ayrıntılı olarak değinilmektedir. İran’ın göndermiş olduğu mektupta öne sürdüğü başlıca argüman şüphesiz saldırının “BM Şartı’nın 51. Maddesi doğrultusunda meşru müdafaa hakkı uyarınca” gerçekleştirildiğinin belirtilmesidir.

Bununla birlikte BM Güvenlik Konseyi’ne gönderilen mektupta İran’ın meşru müdafaa hakkını kullanmaya yönelten başlıca nedenler ise "Siyonist rejimin" İran'ın toprak bütünlüğü ve egemenliğine yönelik ihlallerine cevap olduğu ifade edilirken, söz konusu ihlallerin arasında 31 Temmuz’da İran'ın resmi misafiri Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye'ye yönelik suikast, 17 Eylül’de Lübnan'da büyükelçisinin yaralanması, 27 Eylül’de Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve İslam Devrim Muhafızları askeri danışmanı Tuğgeneral Abbas Nilforooshan’ın da aralarında olduğu üst düzey İranlı askeri mensuplara yönelik suikastlar yer almaktadır. Ayrıca söz konusu mektupta tüm bu yaşananlar karşısında BM Güvenlik Konseyi’nin tepkisiz kalmasının İsrail’in tüm kırmızı çizgileri ihlal etmesine imkân tanıdığını belirten İran için meşru müdafaa hakkından başka bir seçenek kalmadığı da vurgulanmaktadır. Dolayısıyla BM’in de yaşananlardan sorumlu tutulmasıyla birlikte bu noktada İran’ın gerçekleştirmiş olduğu füze saldırısının stratejik boyutunun irdelenmesi gerekli hale gelmektedir. Zira yaşanan bu hadise özünde sıradan bir silahlı çatışmanın ötesinde anlamlar barındırmaktadır.

İran’ın İsrail’e yönelik balistik füze saldırısı, salt iki ülke arasındaki askeri bir çatışma değildir. Öyle ki yaşanan bu hadise askeri çatışma olmakla birlikte aynı zamanda Orta Doğu'daki daha geniş bölgesel dengeleri etkileme potansiyeline sahiptir. En başta görülen o ki İran, uzun menzilli balistik füze programıyla, İsrail'i doğrudan hedef alma kapasitesine sahiptir. Nitekim bu tür saldırılar, İran’ın askeri yeteneklerini sergileme, caydırıcılık oluşturma ve bölgedeki diğer ülkeler üzerindeki etkisini artırma amacı güdebilir. Bu doğrultuda balistik füzeler, İran'ın asimetrik savaş stratejisinin önemli bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla özellikle konvansiyonel silahlarla baş edemeyeceği daha büyük güçlere karşı balistik füzeler, İran’a stratejik avantaj sağlamaktadır.

Ayrıca bu tür bir saldırı, İran'ın askeri kapasitesini göstermek ve bölgedeki diğer aktörlere mesaj vermek amacıyla da değerlendirilebilir. Bu doğrultuda İran’ın İsrail’e yönelik balistik füze saldırısı, aynı zamanda bölgedeki müttefiklerini güçlendirme stratejisi olarak da okunabilir. Bununla birlikte Hizbullah gibi İran destekli grupların, bu tür saldırıları destekleyerek İsrail’e karşı yürütülen direnişi meşrulaştırma çabası içinde olduğu gözlemlenebilir. Ayrıca, İran’ın bu tür saldırıları, İsrail’in savunma sistemlerinin ne derece etkili olduğunu test etme amacı da taşıyabilir. Nitekim İran’ın gerçekleştirdiği saldırılarda İsrail’in dünyanın en iyisi olarak övündüğü “Demir Kubbe Hava Savunma Sistemi” büyük oranda yetersiz kalmıştır. Öyle ki dünya basınında söz konusu yetersizlik “Demir Kubbe Delik Deşik Oldu” ve “ Demir Kubbe İsrail’i İran’ın Füze Saldırısından Koruyamadı” şeklinde haberlerin yapılmasına neden olmuştur.

İran’ın İsrail’e Yönelik Balistik Füze Saldırısının Bölgesel Güvenlik Üzerindeki Etkileri

İran’ın İsrail’e yönelik balistik füze saldırısı, Orta Doğu’daki güvenlik mimarisini derinden sarsacak bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Zira bu tür saldırılar, sadece İsrail’in güvenliğini değil, aynı zamanda bölgedeki diğer ülkelerin de güvenlik kaygılarını artıracaktır. Öyle ki örneğin Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi İran karşıtı ülkeler, bu tür saldırılar karşısında daha fazla askeri iş birliği arayışına girebilirler. Ayrıca, İran’ın saldırgan tutumu, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üyesi ülkeler ile İsrail arasındaki örtük iş birliğini güçlendirebilir. İran tehdidine karşı ortak savunma politikalarının geliştirilmesi, Orta Doğu’daki yeni bir güvenlik mimarisi oluşturabilir. Bunların yanı sıra, İran’ın balistik füze saldırısı, küresel güçlerin bölgedeki varlığını artırmalarına da yol açabilir. Bu doğrultuda özellikle ABD ve Rusya gibi büyük güçler, bölgedeki müttefiklerinin güvenliğini sağlamak adına askeri varlıklarını genişletebilirler. Bu doğrultuda ABD, İsrail’in güvenliğini koruma adına daha fazla askeri yardım ve savunma sistemleri sağlayabilirken, Rusya ise İran’la olan stratejik ilişkilerini güçlendirerek Orta Doğu’daki nüfuzunu artırmaya çalışabilir. Bu durum, bölgedeki jeopolitik dengeleri daha da karmaşık hale getirebilir.

İran’ın İsrail’e saldırısı şüphesiz Orta Doğu’daki güvenlik ve stratejik dengeleri derinden etkileyen bir gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu doğrultuda İran ve İsrail’in stratejik hesaplamaları ve büyük güçlerin bölgedeki nüfuz mücadelesi, Orta Doğu’nun gelecekteki güvenlik mimarisini şekillendirecektir. Dolayısıyla, İran’ın İsrail’e yönelik gerçekleştirmiş olduğu balistik füze saldırısı, sadece sıradan askeri bir çatışma değil, aynı zamanda daha geniş çaplı bir stratejik mücadelenin parçası olarak değerlendirilmelidir. Bu doğrultuda küresel ölçekte yansımalara neden olacak bir takım gelişmelerin yaşanması son derece muhtemeldir. Nitekim bu olasılıklar karşılaşılması muhtemel senaryolar ışığında birçok uzman tarafından dile getirilmektedir. Bu doğrultuda en çok dile getirilen senaryolardan birisi İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine yönelik saldırı gerçekleştirmesinin yüksek ihtimal olduğuna yöneliktir. Öyle ki bu yöndeki olası senaryolar giderek daha fazla kabul görmektedir. Söz konusu olası senaryonun giderek daha fazla kabul görmesinin başlıca nedeni şüphesiz yaşanan hadisenin salt askeri çatışma olarak değerlendirilmesidir. Buna karşın İran’ın gerçekleştirmiş olduğu balistik füze saldırısı farklı dinamikler ve mevcut konjonktür kapsamında değerlendirildiğinde İsrail’in nükleer tesislere yönelik saldırı olasılığının gerçekleşmesinin diğer olasılıklara kıyasla nispeten daha az olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır. Nitekim nükleer enerji tesislerine yönelik bir olası saldırının diğer kritik enerji altyapılarına nazaran son derece kritik etkilere neden olabileceği göz ardı edilmemelidir. Dolayısıyla İsrail’in İran’ın nükleer tesislerini doğrudan hedef alma olasılığının bir takım dinamikler göz önüne alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir.

Mevcut Konjonktür ve İsrail’in İran’ın Nükleer Tesislerine Olası Bir Saldırı İhtimali

Kritik enerji altyapıları, bir ülkenin ekonomik istikrarı, ulusal güvenliği ve toplumsal refahı açısından hayati öneme sahip olan enerji üretim, iletim ve dağıtım sistemlerini ifade etmektedir. Söz konusu altyapılar genel olarak, elektrik santralleri, petrol rafinerileri, doğalgaz boru hatları, yenilenebilir enerji tesisleri ve elektrik şebekeleri gibi çeşitli bileşenlerden meydana gelmektedir. Bu doğrultuda kritik enerji altyapıları, enerji arzının sürekliliğini sağlamak, ekonomik faaliyetlerin kesintisiz devam etmesini ve toplumun temel ihtiyaçlarının karşılanmasını temin etmek amacıyla stratejik öneme sahiptir. Bununla birlikte taşımış olduğu önem kritik enerji altyapılarını doğrudan siber saldırılar, terör eylemleri ve askeri operasyonların doğal bir hedefi haline getirmektedir. Zira bir ülkenin enerji altyapısında meydana gelebilecek bir aksaklık, geniş çaplı elektrik kesintilerine, üretim kayıplarına ve ulusal güvenlik açıklarına yol açabilir. Bu doğrultuda son yaşanan gelişmelerle birlikte dünya genelinde geçmişte birçok defa tanıklık edildiği gibi İsrail’in de İran’a bu denli büyük zararlar verebilmek niyetiyle ülkenin kritik enerji altyapılarına yönelik bir saldırı gerçekleştirme olasılığı üzerinde durulmaktadır. Bununla birlikte özellikle başlıca hedefin İran’ın nükleer tesislerinin olduğu dile getirilmektedir.

Nitekim eldeki veriler İran’ın kritik enerji altyapılarının hedef alınması ihtimalinin yüksek olmasına karşın bu olasılığın nükleer tesisler için nispeten daha düşük olduğuna işaret etmektedir. Dolayısıyla bu son derece önemli etkilere neden olacak ve giderek daha kabul görmeye başlayan olası senaryolarda bir takım dinamiklerin göz ardı edildiği düşünülmektedir. Bu doğrultuda bu aşamada nükleer tesislere saldırı olasılığının söz konusu dinamikler ışığında ele alınması son derece önemlidir. Bununla birlikte nispeten düşük ihtimal olduğu düşünülen “saldırı” ifadesiyle anlatılmak istenenin askeri silahlarla saldırı olduğunun altını çizmek gerekmektedir.

İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine yönelik saldırı ihtimalinin nispeten düşük olduğunu çağın değişen koşullarıyla ilişkili ortaya çıkan bir takım dinamikler doğrultusunda iki temel nedene dayandırmak mümkündür. Bunlardan ilki bilhassa son yıllarda enerji güvenliği sorunlarının küresel ölçekte geri dönülemez hasarlara yol açmasıdır. Öyle ki enerji kaynakları küresel ölçekte işleyen bir sistemin işlevselliğinin sürdürülebilirliği için en hayati bileşenlerden birisi olmaya devam etmektedir. Hatta bu enerji kaynaklarının sahip olduğu kritik önemin dünyanın sonu gelmeyene değin devam edecek oluşu da tartışmasızdır. Buna karşın dünya bilhassa 1973 Küresel Petrol Krizi’nden bu yana yaşanan bir çok hadiseden kaynaklı son derece ciddi enerji güvenliği sorunlarıyla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Öyle ki her geçen gün enerji güvenliği kaynaklı sorunlar giderek daha büyük bir hal almaya başlamış ve 2000’li yılların ilk günlerinden bu yana yaşanan birçok hadiseyle birlikte uluslararası toplum küresel ölçekte geri dönülmez hasarlara maruz kalmıştır.

Bu kapsamda en fazla hasarlara neden olan enerji güvenliği sorunlarının başında enerji kaynaklarına erişimle ilişkili yaşanan sıkıntılar gelmektedir. Öyle ki çağımızın stratejik enerji kaynakları olan fosil temelli yakıtların dünya coğrafyasına asimetrik dağılması temelinde ortaya çıkan erişim sorunu üretici-tüketici-transit ülkelerin ana bileşenleri olduğu küresel ölçekte bir enerji düzeninin inşa edilerek işler hale getirilmesiyle büyük oranda aşılabilir hale gelmiştir. Buna karşın kısa bir süre sonra bu sorunun tam anlamıyla aşılamadığını gösteren farklı sıkıntılar meydana gelmiştir. Bu doğrultuda söz konusu sıkıntıları meydana gelmesindeki başlıca etkenlerden birisi enerji akışının sekteye uğramasına neden olacak hadiselerdir. Öyle ki yaşanan bu hadiselerle birlikte enerji kaynaklarının kesintisiz ve güvenli bir şekilde temin edilmesi enerji güveliğinin en temel boyutlarından birisi haline gelmiştir. Buna karşın günümüzde halen daha enerji kaynaklarının kesintisiz ve güvenli şekilde temin edilmesi sorunu pek de aşılamamıştır. Zira başta Rusya-Ukrayna arasında yaşanan silahlı çatışmalar sırasında olmak üzere dünyanın diğer bölgelerinde meydana gelen bir takım hadiseler bu sorunun devam ettiğini göstermektedir.

Öyle ki bu sorunun devam ediyor oluşu doğrudan İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine yönelik olası bir saldırı ihtimalini azaltacak bir faktördür. Çünkü uluslararası toplum bilhassa Kuzey Akım 1 ve Kuzey Akım 2 doğal gaz boru hatlarına düzenlenen “sabotaj”, Ukrayna üzerinden Avrupa’ya giden doğal gaz akışının durdurulması, Kızıldeniz’de Husiler’in enerji taşıyan tankerleri de kapsayan deniz taşımacılığını olumsuz etkileyen saldırıları gibi daha bir çok hadisenin neden olduğu enerji krizlerinden son derece ciddi zararlar görmeye başlamıştır. Öyle ki bilhassa son yaşanan Avrupa Enerji Krizi’nde de görüldüğü üzere bu sorunlar uluslararası kamuoyunun tepkisine neden olmaya başlamıştır. Dolayısıyla uluslararası kamuoyunun İran’ın Hürmüz Boğazı gibi dünyanın en önemli enerji nakil güzergahlarından birisini kapatmasına neden olabilecek olası bir İsrail saldırısına sessiz kalmasını beklemek hiçbir şekilde gerçekçi değildir. Bu doğrultuda uluslararası kamuoyunda ciddi bir İsrail karşıtlığının giderek yükselmesi kaçınılmaz hale gelebilir.

İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine yönelik saldırı ihtimalinin nispeten düşük olduğunu çağın değişen koşullarıyla ilişkili ortaya çıkan bir takım dinamikler doğrultusunda bir diğer önemli neden dünya genelinde enerji dönüşümünün hız kazanmasıdır. Bu doğrultuda, enerji üretim ve tüketim sistemlerinin fosil yakıtlardan (kömür, petrol, doğalgaz) yenilenebilir ve temiz enerji kaynaklarına (güneş, rüzgâr, hidroelektrik, biyokütle, jeotermal) kaydırılması olarak tanımlayabileceğimiz enerji dönüşümü sürecinin dünya genelinde her geçen gün daha fazla kabul görmeye başladığına tanıklık edilmektedir. Zira bilindiği üzere bu süreç, iklim değişikliğiyle mücadele, enerji arz güvenliğini sağlama ve çevresel sürdürülebilirliği artırma hedefleri doğrultusunda şekillenmektedir.

Bununla birlikte enerji dönüşümünün giderek daha fazla benimsenmesinin başlıca nedeni yenilenebilir kaynaklarla karbonsuz enerji üretiminin sera gazı emisyonlarını azaltmasının yanı sıra fosil yakıt bağımlılığına da son vererek enerji arzının daha sürdürülebilir ve güvenli olmasını sağlayacak olmasıdır. Zira enerji dönüşümü, elektrik üretiminden ulaşım ve sanayiye kadar tüm sektörleri kapsamaktadır. Dolayısıyla örneğin güneş panelleri ve rüzgâr türbinleri gibi teknolojiler, karbon salımını minimize eden çözümler sunarken, elektrikli araçlar ve enerji verimliliği teknolojileri de dönüşüm sürecine katkı sağlayacaklardır. Buna karşın enerji dönüşümünü basit bir şekilde fosil enerji kaynaklarının yerini yenilenebilir enerjinin alması olarak ele almamak gerekmektedir.

Nitekim enerji dönüşümü özünde çok daha komplike bir süreci kapsamaktadır. Dolayısıyla bu süreç, sadece enerji altyapılarının değişimi değil, aynı zamanda ekonomik, sosyal ve politik değişiklikleri de beraberinde getirmektedir. Bununla birlikte enerji dönüşümünün birden gerçekleşmesi de mümkün değildir. Bu doğrultuda enerji dönüşümünün planlı ve programlı bir şekilde yürütülen girişimlerin başarısıyla doğru orantılı olarak aşamalı olarak gerçekleşmesi mümkündür. Söz konusu aşamalardan birisi şüphesiz geçiş sürecidir. Nitekim enerji dönüşümü gibi küresel enerji paradigmasının da kökten değiştiği bu süreçte geçiş aşaması son derece hayatidir. Öyle ki geçiş sürecinin asıl hedefi bir enerji düzeninin diğer bir enerji düzenine geçişin başarılı bir şekilde gerçekleştirilmesidir. Zira geçiş sürecinde fosil enerji kaynaklarının tüketim sepetindeki payı düşürülürken bunların yeri geçiş süreci enerji kaynakları olarak nitelendirilen bir takım enerji kaynaklarıyla doldurulmaktadır. Bununla birlikte nükleer enerji söz konusu geçiş süreci enerji kaynaklarından birisi olarak nitelendirilmektedir.

Bu doğrultuda dünya genelinde nükleer enerjinin kullanımının arttırılmasına yönelik bir takım kampanyalar yürütülmektedir. Zira tarihsel süreçte yaşanan bir takım hadiseler uluslararası kamuoyunun nükleer enerjiye yönelik olumsuz yaklaşmasına neden olmuştur. Dolayısıyla dünya genelinde son günlerde yürütülen kampanyalar ve söylemlerle bu algı kırılmaya çalışılmaktadır. Böylesi bir ortamda İran’ın nükleer tesislerine yönelik olası İsrail bir saldırısının gerçekleşme ihtimali de düşecektir. Bununla ilişkili olarak nükleer enerjiyle ilgili başka faktörlerin de devreye girmesi muhtemeldir. Çünkü şüphesiz İsrail’in İran’ın nükleer enerji tesislerine yönelik olası bir saldırısı, sıradan bir kritik enerji altyapı saldırısının çok daha ötesinde etkilere neden olacaktır. Öyle ki İran’ın nükleer enerji tesislerine yönelik olası bir saldırının zararları ülke coğrafyasıyla sınırlı kalmayarak, Çernobil örneğinde de acı bir şekilde tecrübe edildiği gibi sınır ötesi etkilere neden olabilecektir. Dolayısıyla böylesi bir olasılığın gerçekleşmesi İsrail’in başta uluslararası toplum olmak üzere istisnasız -belki ABD’nin aralarında olduğu- bütün devletlerin hedefi haline getirecektir. Çünkü nükleer enerji tesislerine yapılacak silahlı saldırı, diğer kritik enerji altyapılarından son derece farklıdır. Söz konusu farklılık sınır aşan zararların yaşanması durumunun çok daha ötesindedir.

Sonuç

İran-İsrail arasındaki gerginlik, tarihten gelen stratejik farklılıklar, dini ve ideolojik çatışmalar ile bölgesel nüfuz mücadelelerinin bir ürünü olarak şekillenmiştir. 1979 İran İslam Devrimi sonrasında bu iki ülke arasındaki ilişkiler köklü bir değişime uğramış ve dostane ilişkiler yerini şiddetli bir düşmanlığa bırakmıştır. İran, İsrail’i bölgedeki Müslüman ülkeler için bir tehdit olarak görmüş ve İsrail karşıtı grupları destekleyerek bu ülkeyi zayıflatma stratejisi izlemiştir. Öte yandan, İsrail de İran’ın nükleer silah geliştirme çabalarını ve bölgedeki vekil güçlerini kontrol altına almak için çeşitli askeri ve diplomatik girişimlerde bulunmuştur.

Bu süreçte iki ülke arasındaki gerilim, bölgesel güvenliği tehdit eden en önemli unsurlardan biri haline gelmiştir. Bununla birlikte İran’ın İsrail’e düzenlemiş olduğu balistik füze saldırısıyla yeni bir döneme geçiş söz konusudur. Ayrıca söz konusu hadisenin başta bölgesel olmak üzere küresel ölçekte de bir takım etkilerinin de olması son derece muhtemeldir. Buna karşın söz konusu etkiler 3. Dünya Savaşı’nın çıkması ya da İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine saldırı düzenlemesi gibi büyük boyutlarda yaşanmaması muhtemeldir. Dolayısıyla iki taraf arasındaki çatışmaların göreceli düşük yoğunlukta, vekil aktörler üzerinden ve siber saldırılar gibi farklı tekniklerin kullanıldığı hibrit temelde devam etmesi muhtemeldir.

Dipnot:

(1) Başarır, M., & Gülada, M. O. (2019). İran İslam Devrimi’nde Dinsel Söylemlerin Propaganda Amaçlı Kullanılan Posterlere Yansıması. Selçuk İletişim, 12(2), 736-762. https://doi.org/10.18094/josc.596294.

Doç.Dr. Anıl Çağlar ERKAN
Doç.Dr. Anıl Çağlar ERKAN
Tüm Makaleler

  • 09.10.2024
  • Süre : 7 dk
  • 786 kez okundu

Google Ads