Putin Zorbasına Kim Dur Diyecek?
Rusya'nın Ukrayna'yı işgal etmesine dayanan kâbus senaryosu, son altı aydır dünya gündemini işgal etmeye devam ediyor. Putin Rusya’sı, ABD liderliğindeki dünya düzenine gerçek bir meydan okuma yapmıştır. Batı henüz uyanmamıştır. Ne zaman uyanacağı belli değildir.
Rusya'nın Ukrayna'yı işgal etmesine dayanan kâbus senaryosu, son altı aydır dünya gündemini işgal etmeye devam ediyor. Putin Rusya’sı, ABD liderliğindeki dünya düzenine gerçek bir meydan okuma yapmıştır. Batı henüz uyanmamıştır. Ne zaman uyanacağı belli değildir.
Nereye gitmek istediği tam belli olmayan bir Amerikan başkanı, Avrupa-ABD arasında bütüncüllüğünü kaybetmiş bir NATO ve Rus hegemonyasını yeniden kurmaya kararlı bir otoriter Rus lider, bugün Ukrayna'yı mükemmel bir fırtınanın merkezine yerleştirmiştir.
Putin, 2021 yılının ortasından itibaren Ukrayna'nın Rusya'nın bir parçası olduğunu iddia etmeye başlamıştır. Bu iddiayı tamamlayan bir şekilde, “kendi toprağını” gerekirse zorla almaya kararlı olduğuna dair bir duruş sergilemiştir.
Putin’in; egemen bir ulus olan Ukrayna’yı namlunun ucuna koyan, açık işgale yeltenen tavrı sadece Ukrayna’ya yönelik değildir. “Tarihi topraklar” iddiasını Rus milli hedefi haline getirdiği anlaşılan Putin, eğer Ukrayna’da durdurulamazsa, diğer tarihî Rus topraklarını da işgal etmeye yönelebilir. Bu cesareti kendinde bulabilir.
2008 yılında Gürcistan’da Batı dünyasından gereken karşı tepkiyi görmeyen Putin, cesaretlenmiş ve 2014 yılında Kırım’ı bir bahaneyle topraklarına katmıştır. Günümüzde Belarus’a 30 000 asker yığan Moskova, bugün olmasa da yarın Baltık Devletleri ve Polonya’ya tehdit oluşturmanın özgüveniyle hareket etmektedir. Ancak, bunun öncesinde, 1918 yılına kadar Rus Çarlığının bir parçası olan Finlandiya’nın sınırına, 1939’dakine benzer şekilde Rusya tekrar askerlerini yığabileceğini işaret etmektedir. Bu durum, Ukrayna Krizi esnasında ivedilikle ABD’den 64 adet F-35 savaş uçağı satın almaya karar veren Finlandiya’nın büyük resmi ve olası yaklaşan tehlikeyi okumaya başladığını gösteriyor. Öte yandan ABD silah sanayiinin de bu fırsatı iyi değerlendirdiği anlaşılıyor. Bu olası gelişmelere bakan eski Doğu Bloku devletlerinin geri kalanı da tedirgin bir bekleyiş içine girmiştir. Bu yönde oluşturulan bir liste; doymak bilmeyen Putin'in hırsına göre uzayıp gidebilir. Bu listeyi kısa tutabilecek tek güç olan Batı dünyası, halihazırda çeşitli nedenlerle, dağınık ve güçsüz bir duruş sergiliyor. Hakikaten ne zaman uyanacağı belli olmayan bir Batı, kendisine umut bağlayan Ukrayna’yı şimdilik yüzüstü bırakmaya daha yakın duruyor. 2008 yılında Güney Osetya’daki ve 2014 yılında Kırım’daki eylemsizliğini bugün de tekrarlayan bir Batı dünyası; Rusya karşısında, bölge ülkelerinin umudu olabilmeye çok uzak bir noktadan Donbas’ı seyretmekle yetiniyor.
Putin'in Ukrayna topraklarının Rusya'nın bir parçası olduğu konusundaki söylemleri yanıltıcıdır. Eski imparatorluk söylemlerine dayanan bu yaklaşımın, modern dünyada bir karşılığı ve anlamı bulunmamaktadır. Şüphesiz Rusya, Putin’le etkisini artırmıştır ancak bu ülkenin; ABD ve Çin’in yanında süper bir güç olarak yer alması söz konusu bile değildir. Sadece savunma sanayii ve devasa topraklara dayalı bir güç yapısı, Moskova’yı süper lige çıkarmak için artık yeterli gelmemektedir. Hele azalan nüfusu, nüfusu içindeki Ortodoks olmayan nüfusun artan hızı, Putin için “heterojen ve kırılgan bir demografi” sunuyor. Buradan Rusya’nın mevcut topraklarını bile koruması, neredeyse imkânsız hale geliyor. Kırım’dan sonra şimdi Donetsk ve Luhansk ilhakları, belki Rus sanayiinin ihtiyaç duyduğu demir, kömür ve bazı kilit yeteneklerin karşılanmasına hizmet edecek ancak Rusların düşmanlarını da çoğaltacak bir işlev görüyor. Orta vadede Rus çöküşünü hızlandırmaya yol açabilecek adımları atan Putin, belki bugün büyük bir lider olarak görülüyor olsa da, tarih kendisini çok farklı bir şekilde yazabilir.
Her şeye rağmen Moskof Putin, Donetsk ve Luhansk’ı tanıma kararlarından sonra yaptığı konuşmasında belirttiği üzere; “biz orayı kurduk, orası bizimdir” dediği Modern Ukrayna’nın tümüne el koymayı aklına koymuştur. Putin; “Minsk anlaşması artık geçerli değil. Ukrayna NATO üyeliği isteğinden vazgeçmeli. Kırım’ın ilhakı tanınmalı (bu arada ayrılıkçı bölgeler, yeni oluşumlar Donetsk ve Luhansk da tanınmalı). Ukrayna’nın silahsızlandırılması ve askerden arındırılması” da arkasından gelmelidir, demiştir.
Çok açık bir şekilde, Rus imparatorluğunu yeniden diriltmeyi Rusya Federasyonu’nun milli hedefi haline getiren Putin, nedense böyle bir niyetlerinin olmadığını söylüyor. Öte yandan, “Kimsenin toprağında gözümüz yok” diyen Putin; Çeçenistan, Güney Osetya, Abhazya, Kırım, Belarus, kısmen Moldova ve son günlerde Donetsk ve Luhansk gibi bölgeleri ve ülkeleri, herhalde kendi toprakları olarak kabul ediyor. 18. yüzyılın ikinci yarısında Katerina döneminde Rus topraklarına bağlanan bu iki ayrılıkçı bölge, Donetsk ve Luhansk, şimdi Rusya’nın anavatanının bir parçasıymış gibi dünyaya sunulmak isteniyor. Geçmişi, ABD’den biraz daha eski olan Rusya, bugün tarih okumaları üzerinden dünyaya “haklı savaş” sinyalleri göndermeyi ihmal etmiyor.
Tarih geçmişi çok önemli bir ülke olmasa da, askeri gücü hâlâ hatırı sayılır derecede yüksek olan Rusya'nın, gerçekten de tüm yönleriyle göz ardı edilmemesi gereken bir süper güç olduğunu kanıtlama sevdası devam ediyor. Rus lider, kontrollü bir kriz politikasıyla kafasındaki hedeflerine ulaşmaya ve tarihe geçmeye çalışıyor. Sonu gelmeyen emellerinin uğruna, Lenin’i dahi suçlayan, Stalin’i kendine örnek alan Putin’in; Donetsk ve Luhansk’ı tanıması, bu kriz politikasının bir parçası olarak görülmelidir. Henüz 130.000-150.000 civarındaki askerini Ukrayna topraklarını işgal etmek için kullanmamıştır. Ordu olduğu gibi yerinde duruyor. Herhalde bu kadar büyük bir orduyu, 2014 yılından itibaren de facto Rusya’nın kontrolünde bulunun bu iki bölgeyi ‘tanımak’ için 7/24 teyakkuzda tutulmamıştır?
Anlaşılan, Moskova; mevcut Kiev Hükümeti’ni devirmeyi, yerine kukla bir hükümet kurmayı ve sonrasında Ukrayna’yı silahsızlandırmayı hedefliyor. Kısa vadede bunlar olmadan, Putin durmayacak!..
Putin'in nihai hedefi, Avrupa'daki askeri durumu 1989 öncesi Sovyet dönemine döndürmek ve kriz politikalarıyla Batı'ya bunu dikte ettirmek olarak özetlenebilir. Putin; ABD ve Çin'in yanında Rusya’nın da önemli bir üçüncü kutup olduğunu göstermek konusunda açık bir kararlılık sergiliyor ve bu durum Moskova açısından makul ve anlaşılabilir bir yol olarak görülüyor.
1990 sonrasında iyice belirginleşen ABD’nin küresel hegemonyasından rahatsızlık duyanların gözünde, Putin adeta bir kurtarıcı gibi görünüyor. Emperyalist ABD’ye karşı emperyal Putin Rusya’sı daha makul bir güç olarak kabul ediliyor. Arada ezilen Gürcistan ve Ukrayna’yı ise kimse görmek istemiyor.
Bu arada Moskova, Pekin-Washington gerilimini de kendi lehine kullanmak istiyor. ABD karşısında yalnız kalmak istemeyen Çin de eski politikasının aksine bugünlerde Rusya’yı haklı bulan bir tutum sergilemeyi, kendi hak ve menfaatleri yönüyle, gerekli görüyor. Henüz Güney Osetya’nın, Abhazya’nın ve Kırım yarımadasının Ruslar tarafından ilhakını tanımaya hazır olmayan Çin, küresel perspektifte, Rus-Çin eksenini sağlam tutacak adımlar atmaya istekli bir tutum değişikliğine gidebileceğinin kuvvetli sinyallerini vermiştir.
Rus-Çin totaliter/otoriter modeli; ABD liderliğindeki Batı’nın liberal/demokratik modeline karşı ortak tavır sergilemeyi yakın dönem için gerekli görebilir. Şangay işbirliği bugüne kadar NATO benzeri bir alternatif sunamamış olsa da, Rus-Çin ekseni gerçek manada inşa edilebilirse, bu alternatif modele İran da mutlak bir şekilde katılmak isteyebilir. Bununla birlikte, Doğu Avrupa’da günümüzde yaşanmakta olan gerilimin bitirilmesi uğruna, Washington-Moskova hattı “kazan-kazan” bir model geliştirebilir. Putin’in isteklerine “yumuşak” bir evet ile karşılık verebilme olasılığını elinde bulunduran Biden, ülkesinin yüksek çıkarlarının korunması adına Doğu Avrupa’da kısmen geri adım atarken, Xi Jinping karşısında elini güçlendirecek bir kazanım elde edebilir ve bu ülke karşısında yeni bir yol haritasını çizmeye başlayabilir.
Bununla birlikte, uzama ihtimali bulunan ve Dinyeper nehrine kadar Rus askerlerinin ilerleme eksenini olası gören senaryoların varlığı, bu kriz esnasında ve sonrasında Türkiye’yi oldukça nazik bir açmaza sürükleyebilir. Halihazırda, Ukrayna ile savunma diplomasisi ve ticari ilişkilerde dikkati çeken bir ivme yakalayan Türkiye; Rusya ile bağımlılığa kadar varan doğal gaz ticareti yanında nükleer santral gibi kilit teknolojilerde işbirliğini geliştirmeye devam etmektedir. İki ülkenin, S-400 ve savaş uçağı ortak üretimleri de ihtimal dahilinde olduğuna yönelik olasılıklar da zaman zaman gündeme gelebilmektedir. Müttefik Batı Dünyasının vermeye yanaşmadığı savunma sanayii teknolojileri alanındaki teknoloji transferi bacağında ortaya çıkan olası ilerlemeler, Ankara-Moskova ve Ankara-Kiev hattının ikisini de önemli kılıyor.
Türkiye; özellikle 1964 Johnson mektubuyla birlikte, Batı dünyasının ikircikli politikalarına güvenmemesi gerektiğini yakından müşahede etmiş bir ülkedir. Amerika’ya bel bağlanamayacağını, aslında hiçbir emperyal güce bel bağlanamayacağını o dönemde Türkiye’yi yönetenler, başta rahmetli İsmet İnönü olmak üzere, acı bir şekilde öğrenmişlerdir. Bu tecrübeye ve farkındalığa sahip olan Türkiye; bilinçle bir tercihle Batı’dan kopmamış ancak gerektiğinde arkasında Batı olmasa da, kendi ayakları üzerinde durabilmesini sağlayacak milli çizgisini çizmeyi gerekli görmüştür. Müttefik ABD’nin Kıbrıs harekâtları sonrasındaki ambargoları, Ermeni diasporası ile işbirliğine varan Türkiye aleyhtarlığı, İncirlik dahil Türk topraklarını kendi çıkarları için kullanan sayısız vukuatı, 2003 çuval hadisesi, sözde Kürdistan’ın kurulmasını teşvik etmesi, Kürt koridorunun inşa edilmesine ön ayak olması, F-35 programından Türkiye’yi çıkarması, CAATSA yaptırımlarını devreye sokması vb. attığı Türkiye’yi zorlamaya yönelik adımları, Ankara’nın yarım asrı aşan bir geçmişi olan çok yönlü ve çok taraflı dış politikasının haklılığını sürekli Türk kamuoyuna göstermiştir.
Türkiye’nin Batı’yla arzu ettiği bir düzlemde, sağlıklı bir işbirliğini tesis edememesinin sayısız nedeni olabilir. Türkiye’deki mevcut Amerikan ‘düşmanlığının’ sayısız haklı gerekçesi, Türk halkının dimağına kazınmıştır. Ancak, gelinen noktada, Amerikan düşmanlığı gözlüğüyle dış dünyaya bakan bir Türk bakışına sahip olmak, olayları bu gözlükle yorumlamak, Türkiye’ye zarar veren gelişmelere gözümüzü kapadığımız anlamına gelebilir ki hep birlikte, yanılırız. Bugün yakinen gözlemlediğimiz üzere, Rusların eski Sovyet bakiyesine talip olduklarını sergileyen işgalleri, Türkiye’nin aleyhinedir. Rus yayılmacılığıyla Türkiye’nin lehine bir durumun gelişmesi olası değil ve ufukta da gözükmüyor.
Bazı Türk aydınlarının “Kırım’ın %70’i Slav, Putin’in bu yarımadayı topraklarına katması normaldir!” söylemleri doğru değildir, sakıncalıdır. Bu mantık hoş görülemez. Eğer bu yaklaşımı doğru kabul edersek, gücü olan her ülke diğerinin toprağına el koyabilir. Kaldı ki Kıbrıs’ın kabaca %70’i Rum’dur. Bu durumda Kıbrıs’ı Yunan’a mı vermemiz gerekiyor?
Türkiye’nin sağduyuya dayanan resmi söylemi, Kırım’ın bir Ukrayna toprağı olduğu kabulüne dayanmaktadır ve bu ülkenin toprak bütünlüğünün korunması gerektiğine Türk hariciyesi vurgu yapmaya devam etmektedir. Tekrar yayılmaya başlayan bir Moskova, Ankara için yakın tehlikedir. Bölgemizi istikrarsızlaştırıcı bir “karıştırıcı” işlevi görmektedir. Tüm tarih okumalarımız, Rusların Karadeniz sevdasını açık ve net bir şekilde bize anlatıyor. 1815 Viyana Uyumu ile Osmanlı topraklarını Rusya ve kısmen Avusturya imparatorluklarına “nüfuz alanı” olarak peşkeş çeken beş büyük devletin (İngiltere, Prusya, Rusya, Avusturya ve sonradan Fransa) denge ve çıkar politikalarına, Anadolu toprakları tekrar alet edilemez. Yayılmacı ve saldırgan bir Ayı’nın pençelerinin yarın bizi de ezmeyeceğini kimse garanti edemez. Ak başlı Kartal zaten bize hep sıkıntı yaratırken, Ayı’yı dost sanmak, yanıltıcı olabilir.
Kırım’ı alan Moskova, yarın Odesa’yı da alırsa, Karadeniz ticaretinde hükümran bir pozisyon elde edecektir. Türkiye’nin karşısında Rusya hariç neredeyse başka muhatap kalmayacaktır. Karadeniz’e sahildar ne kadar çok ülke olursa, Türkiye açısından o denli iyi olacağını jeopolitik gerçeklik kendiliğinden Ankara’ya yüksek sesle söylüyor.
Batı dünyasının cılız yaptırım sepetinin, Rusları durdurmaya şüphesiz yeterli gelmeyeceği anlaşılıyor. Rusya masada askeri kartlarını açmıştır. Sahaya Amerikan askeri varlığı sürülmediği müddetçe, Rusları durdurabilecek hakiki bir “yaptırım” bulunmuyor. Anlaşılan ABD, Ukraynalılar için askerlerini ölüme göndermeye niyetli değil. 1950 yılında Kore için tüm dünyayı ayağa kaldıran ABD, bugün Ukrayna için sadece “konuşuyor”. Bunun farkında olan Putin, harekât sahasını istediği gibi kendi oyun planına göre şekillendirmeye devam ediyor. Üstelik, Almanya’nın %60 enerjisini sağlayan, Avrupa genelinin ihtiyaç duyduğu enerjinin %40’ını karşılayan Rusya; henüz enerji kartını devreye sokmayı gerekli bile görmüyor.
Anlaşılan Rusya, Avrupa uyanıncaya kadar saldırgan ve yayılmacı hamlelerini sürdürmeye kararlı duruşunu devam ettirecektir. Şimdilik false flag (sahte bayrak) operasyonlarıyla ilerleme ekseninde yol almaya çalışan Putin’in önünde bir yol haritası olduğu anlaşılıyor. Ruslar, Batı uyurken yollarına devam ediyorlar. Hitler Polonya'yı işgal etti, Avrupa uyandı ve II. Dünya Savaşı başladı. Herhalde, ABD ve Batı dünyası, Ruslar tarafından Polonya’nın işgal edilmesini bekliyor.