Site İçi Arama

ua-iliskiler

Ruslar, Ukrayna’yı İşgal Edecek mi?

Tarihsel perspektiften baktığımızda, bugün ‘Batı’ diye tabir edilen ve ağırlığını Atlantik Havzası ülkelerinin oluşturduğu bölge, Rusların hep dışarıda bırakıldığı ‘özel’ bir dünya olmuştur. Ruslar, diğer Avrupa ülkeleri gibi Hristiyan bir millet olmalarına rağmen, hiçbir zaman Avrupa’nın doğal bir parçası olarak görülmemişlerdir.

Tarihsel perspektiften baktığımızda, bugün ‘Batı’ diye tabir edilen ve ağırlığını Atlantik Havzası ülkelerinin oluşturduğu bölge, Rusların hep dışarıda bırakıldığı ‘özel’ bir dünya olmuştur. Ruslar, diğer Avrupa ülkeleri gibi Hristiyan bir millet olmalarına rağmen, hiçbir zaman Avrupa’nın doğal bir parçası olarak görülmemişlerdir. Osmanlıların neredeyse Avrupa’nın 1/3’üne sahip olduğu dönemde bile Avrupa düzeninin dışında tutulmalarına benzer bir durum, kısmen bugün Ruslar için de geçerlidir. 

Rus toplumu, diğer Avrupa ülkelerine göre, daha milliyetçi ve daha gelenekçi bir din anlayışına sahiptir. Bunda en büyük etken Rus Ortodoks kilisesi olmuştur. Papalığın etkisinden uzakta gelişen Ortodoks Kilisesi; zamanla geniş Rus topraklarında kendine has Rus Vatikan sistemini inşa etmiştir. Nitekim, 15. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlayan Rus devlet yapısı içerisinde nüfuzlu bir yeri olan kilise, Slav halkları üzerinde kendi hukuksal zeminini tesis etmiş ve Ortodoks din anlayışının dünyanın diğer bölgelerine yayılmasına öncülük etmiştir. Bu durum, Rus Ortodoks Kilisesi’nin tüm dünyada ‘Papalık müessesesi’ benzeri kabul görmesini sağlamaya yönelik çalışmalarının esasını oluşturmuştur. Ortodoks mezhebinin itibarını artırmaya hizmet edecek şekilde, yayılmacı bir Rus politikasının oluşumunda, din birincil faktör olmuştur. 

Ruslardan önce Avrupa’ya giren Türkler; Rusların batıya doğru yayılmalarının önüne set çekmişler ve böylece bu kıtada Slav istilasının oluşmasını yüzyıllar boyunca önlemişlerdir. Balkan memleketlerinin Türk egemenliği altına alınması, tarihi gerçekler ışığında bakıldığı takdirde, Cermen ve Slav istilalarından bu bölgenin korunmasına hizmet etmiştir. Aynı zamanda Avrupa’nın bu bölgesindeki Türk hakimiyeti; idaresi altına aldığı milletlere özerk yönetim haklarını vermek, kültürlerini serbestçe geliştirmek, milli dillerini kullanmak ve hiçbir engelle karşılaşmadan dini ayinlerini icra etmek imkanını da vermiştir. Bunun neticesinde, 1789 Fransız ihtilali sonrasında gelişen milliyetçilik rüzgarını arkasına alan bu milletler, hürriyet ve istiklal hareketlerini başarıya ulaştıracak bir ortama Osmanlılar sayesinde sahip olmuşlardır. Osmanlının müsamahalı bölge politikası, ironik bir şekilde, bu bölgedeki kendi varlığının da sona ermesine neden olmuştur.
Ruslar; Avrupa kıtasındaki Osmanlı hakimiyetini her zaman kendi yayılmacı emelleri için bir engel olarak görmüşlerdir. Kanaatimizce, Rus devletinin yetiştirdiği en büyük idareciler olan Petro, Katerina, Stalin ve bugün Putin ile dünya sahnesindeki büyük devletler arasında yer alan, almaya devam etmekte olan Rusya için Türklerin Avrupa’daki varlığı, ezelde hep sorun olmuştur. Özellikle Büyük Petro (1672-1725) döneminde başlatılan batılılaşma politikası Rusya’nın büyük bir güç haline gelmesindeki en büyük etken olmuştur. Büyük bir Rus donanması kuran Deli Petro; 18. yüzyıldan itibaren Rusların Karadeniz sahillerine yerleşme, genişleme, boğazlar dahil neredeyse tüm Türk topraklarında hakimiyet kurma arzularının önünü açmıştır.

Böylece önlerine yeni ufuklar açılan Ruslar, Pan-slavizm ve Ortodoks Hıristiyanlığına dayalı bir Karadeniz ve Balkan politikası izlemişler, Ortodoksların ve Slavların korunması adına bu bölgelerde Osmanlı İmparatorluğu’na karşı sürekli bir rekabet içinde bulunmuşlardır. Rusya; bu uğurda toplamda 12 kez Osmanlı Devleti ile savaşmak durumunda kalmıştır. Neticede, Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa’daki mevcudiyeti 1918 yılında fiilen sona erdiğinde, Türklerin bıraktığı Avrupa topraklarında ve Karadeniz sahillerinde çoğunlukla Rus hakimiyeti tesis edilmiştir.
Bolşevik ihtilalinden sonra da yayılmacı emellerinden vaz geçmeyen Ruslar, İkinci Dünya Savaşında Alman ordularını doğuda durdurmalarının karşılığını, savaş sonrasında Doğu Avrupa’yı nüfuz bölgesi haline getirmek suretiyle, fazlasıyla almayı başarmışlardır. 

Amerikalılarla Soğuk Savaş rekabetini uzun yıllar başarıyla devam ettiren Sovyet Rusya’sı, nihayetinde 1989 yılında yıkılan Berlin Duvarı’yla birlikte yıkılmak zorunda kalmıştır. Yerine kurulan Rusya Federasyonu, 1991’den itibaren son derece ciddî krizlerle boğuşmasına rağmen, geniş coğrafyası, sahip olduğu nükleer silâhları, yer üstü ve yer altı olmak üzere zengin doğal kaynakları, XV. yüzyıla kadar uzanan devlet geleneği ve dünya tarihinin son elli yılında ABD ile birlikte iki süper güçten biri olmanın verdiği birikime dayanan potansiyel bir güç olarak varlığını devam ettirme başarısını göstermiştir.

Ruslar; bir uçtan bir uca 11 zaman dilimine sahip genişlikte bir toprak parçasına hükmetseler de hep kendilerini ‘sıkıştırılmış’ görmektedirler. Bu muazzam coğrafi derinlik ve genişlik; 19’uncu yüzyılda Napolyon’un ve 20’nci yüzyılda Hitler’in durdurulmasını sağlamış, işgalin önüne geçilmesinde büyük bir rol oynamıştır. 

Öte yandan Ruslar için “barış” kavramı; ordularının menzili içindeki tüm bölgeleri kendi hakimiyet ve/veya nüfuz bölgeleri olarak tutabilmek anlamına gelmektedir. Bu Çarlık Rusya’sında da Komünizm döneminde de hatta Soğuk Savaş sonrasında bile hep böyle olmuştur. Din, ulusçuluk veya ideolojiler, Ruslar için sadece bu anlayışa hizmet eden kullanışlı araçlar olmuşlardır.
Rus diplomasisi; ‘süreklilik, sabırlılık ve hünerlilik’ prensiplerine önem vermesi nedeniyle, geçmişten günümüze, Rus devletinin başarısı için önemli bir fonksiyonu yerine getirmiştir. Prusya ve Avusturya ile birlikte hareket edilerek, Fransa’nın kıt’a hakimiyetinin önüne geçilmiştir. Aynı şekilde Fransa ile bir olup, İmparatorluk Almanya’sı karşısında yer alınmasını sağlayan Rus diplomasisidir. Yine, İngiltere ve Fransa’nın yanında yer alınmış, böylece Hitler Almanya’sının izole edilmesi sağlanmıştır. Rus diplomasisi; İngiltere, Fransa ve ABD ile İkinci Dünya Savaşı’nda müttefik olmayı da başarmıştır. Devamında, Soğuk Savaş döneminde nükleer gerginliğe dayalı bir politika geliştirmek suretiyle, dehşet dengesinden irkilen Avrupa’nın, Rusların yerine Amerikalıları karşılarına almalarının arkasında başarılı bir Rus diplomasisi yer almıştır.

Sovyet Rusya’nın dağılması sonrasında kurulan Rusya Federasyonu, kendisini, 14 yeni bağımsız komşu ile çevrili bulmuştur. Yeni coğrafyada, Rusya’nın endişelerine ve çıkarlarına ilişkin olarak Rus sınırında dört alt bölge oluşmuştur:

1) Birinci Bölge: Rusya’nın “yakın çevre” olarak adlandırdığı ve eski Sovyetler Birliği ülkelerinin oluşturduğu bölgedir. Söz konusu bölge hem Kafkasya (Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan) hem de Orta Asya (Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan) devletlerini içermektedir. 

2) İkinci Bölge: “Bitişik çevre (next arc)” olarak adlandırılan ve doğrudan yakın çevre ile sınırı olan Türkiye, İran ve Afganistan’ı içermektedir. 

3) Üçüncü Bölge: “Dış çevre (outermost arc)” olarak adlandırılmakta olup, Mısır, Ürdün, Irak, İsrail, Lübnan, Libya, Suudî Arabistan ve Arap yarımadasındaki diğer devletler (Bahreyn, Katar, Umman, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ve Yemen) ile Suriye’yi içermektedir.

4) Dördüncü Bölge: “Rusların batısındaki Batı ekseni” olarak bilinen bölgede ise, Ruslardan bağımsızlıklarını kazanmış ülkeler; Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Moldova, Belarus, Polonya, Çekoslovakya (sonradan Çek Cumhuriyeti ve Slovakya) ve Macaristan bulunmaktadır.

Günümüzde, Amerikan’ın hegemonik, dayatmacı ve ‘korumacı’ politikasından bunalan Avrupa’nın önde gelen ulusları, genelde Ruslara karşı nostaljik bir yakınlık duygusu beklemektedirler. Bununla birlikte, Rusya’nın üzerinde kurulu olduğu engin topraklar ve bu topraklara dayanan büyük Rus gücünün varlığı, bu süper gücün kontrol altında tutulması gerektiğine dair düşüncelere yönelmekten Avrupalıları alıkoyamamaktadır. Avrupa’nın büyük uluslarına karşı ‘sevimli’ gözükerek, Avrupa güç dengesinin bir parçası olmak isteyen Ruslar ise, yakın çevresinde güç politikalarına yönelmeyi hiçbir zaman bırakmamışlardır. Bugün Ukrayna ve diğer Doğu Avrupa ülkelerini ürküten, Amerikalıları devamlı yanlarında görmek isteyen yaklaşımlarının temelinde bu ulusların genlerine kadar işleyen ‘Rus Korkusu’nun varlığıdır.

Türklerle Ruslar arasında 12 büyük savaşın cereyan ettiğinden bahsetmiştik. Bu savaşların çoğunluğu Karadeniz ekseninde gerçekleşmiştir. Bu nedenle, Karadeniz’in jeopolitik bir rekabet alanı olma özelliği yeni değildir. Geçmişten günümüze Karadeniz; Türk-Rus, Ortodoks-Katolik, Müslüman-Hristiyan, Doğu-Batı, Kuzey-Güney, Brüksel-Varşova benzeri fay hatlarına ev sahipliği yapan bir havza olmuştur. Karadeniz’de altı ülkenin kıyısı bulunmaktadır ve bu ülkelerin her biri özgün politik öneme sahiptir. Sovyetlerin halefi Rusya Federasyonu, bölgesel güç olma özelliğine sahip Türkiye, eski Doğu Blok’unun en önemli ülkelerinden Romanya ve Ukrayna, Balkanlar’ın kapısı konumundaki Bulgaristan ve Kafkasların kapısı Gürcistan, Karadeniz’e sahildar ülkelerdir. Karadeniz aynı zamanda, kendisine akan nehirler ve çevre havzalar vasıtasıyla, Doğu Avrupa ve Kafkasların bütünüyle bu havzayla etkileşim haline gelmesine yol açmaktadır. Balkanları, Doğu Avrupa’yı, Rusya’yı, Kafkasları ve Türkiye’yi buluşturan Karadeniz, jeopolitik önemi büyük bir deniz ve havza olarak kabul edilmektedir.

Bu çerçevede, Karadeniz’in jeopolitik önemine, özellikle Ruslar açısından bakmakta fayda görüyoruz. Böylelikle, 2008 Gürcistan ile 2014’te ve günümüzde Ukrayna üzerindeki Rus güç politikasının bugün seyrettiği durumu daha yakından anlamak açısından bu gereklidir. 
Karadeniz her şeyden önce, bu denize sahildar ülkeleri, Türk boğazları vasıtasıyla dünya ticaretine açan bir mekandır. Toplamda 30 civarında limanın bulunduğu Karadeniz’in önünü ticarete açan ve/veya tıkayan Türkiye; Rusya’nın nüfuz ve güç politikalarına gözünü kapayamaz, uzak duramaz. Gözünü kapayan bir Türkiye; uzun vadede Karadeniz ve Boğazlar boyutundaki hak ve çıkarlarını koruyamaz. Herşeyden önce kendi geleceğinin kararmasına sebebiyet verir.

Çift yönlü geçiş imkânı tanıyan boğazların teşkil ettiği su yollarına sahip olan Türkiye ile aynı yolları ele geçirmek isteyen ülkeler arasındaki rekabet, 1936 Montreux Rejimiyle büyük oranda sükûnet bulmuştur. Türkiye’nin hukuki olarak elini güçlendiren bu sözleşme, boğazlar ve dolaylı olarak Karadeniz’in çoğunluğu üzerindeki Türk egemenliğini tescil eden en önemli tarihi belgedir. 
Geniş Rus coğrafyasında, kuzey denizlerindeki aşırı soğuk geçen kış şartları nedeniyle, yılın her döneminde Ruslara denizlere açılma imkânı veren ve dış dünyaya bağlayan tek havza, Karadeniz’dir. Bu nedenle, Rus jeopolitiğinin merkezinde Karadeniz yer almak durumundadır. Bu denize akan Kuban ve Don nehirleri, aynı zamanda Rus ekonomisini Karadeniz’e bağlayan bir fonksiyon üstlenmektedirler. Özellikle kuzey-güney istikametinde Karadeniz’e akan Don nehri, çift taraflı seyre imkân tanıması yönüyle, geçtiği her yerde Rus ticaretini canlandırmaktadır. Kuban nehri ise Kafkas halkları ile Rus yönetimini birbirine bağlayan bir kontrol hattı vazifesi görmektedir. İki nehrin döküldüğü Karadeniz’e bitişik bir iç deniz olan Azak Denizi, hırçın Karadeniz’den kaçan gemiciler için sakin bir liman denizi olma özelliğini yüzyıllardır korumaktadır. Azak Denizi ve Karadeniz arasında yer alan üç kilometre genişliğindeki Kerç boğazı üzerine inşa edilen yeni Rus köprüsü, Kırım ile Rus ana kıtasını birbirine bağlamaktadır. 

Kırım’la birlikte Kerç boğazı, Rusların hem dışardan gelecek saldırılardan korunmasını sağlar hem de dışa açılmalarını garanti eder. Kırım’a sahip olabilecek herhangi bir güç, Rusların bir yönüyle savunmasız kalmalarına yol açar. Rusların Kırım Hanlığından, Osmanlılardan ve 2014 yılında uluslararası hukukun hilafına Ukraynalılardan Kırım’ı zorla ele geçirmesinin temelinde, Kırım’ın stratejik önemi yatmaktadır. Rus jeopolitiği, Kırım ve civarının başka bir gücün elinde olmasına tahammül edebilecek bir genetiğe sahip değildir. Bu nedenle, Rusların, saldırıdan ziyade savunma için Kırım yarımadasını ve çevresini topraklarına katma politikası, yüzyıllardır değişmemiştir, değişmesini beklemek safdillik olur.

Ukrayna’yı ikiye bölen ve aynı zamanda bu ülkenin başkentinin de bulunduğu Dinyester nehri, tarihsel olarak Slav ve Latin toplumlarını birbirinden ayıran bir hat işlevi görmüştür. Romanya’daki Latin varlığının sürekliliğini sağlayan ana unsur, bu doğal su engeli olmuştur. Alpler ve Karpat dağlarından beslenerek gelen Tuna nehri ise, binlerce yıldır Orta Avrupa’yı Karadeniz’e bağlayan bir ticaret yolu olmuştur. Aynı zamanda, bu nehrin Karadeniz’e döküldüğü delta havzasında, 1990 sonrasında bölgeye yerleşmeyi hedefleyen ABD’nin Köstence üssü bulunmaktadır. Karadeniz’de Rusların karşısına çıkabilecek kadar güçlü bir Amerikan donanmasının varlığına, Montreux’nün tonaj ve süre kısıtlamaları engel teşkil etmektedir. Bir yönüyle, Boğazlar Rejimi, Amerikalıların Karadeniz’de sergilemek istedikleri güç politikalarını sekteye uğratmaktadır. Bugünlerde, Boğazlar Sözleşmesinde olası değişiklik yapılmasına yönelik en büyük muhalif sesin Putin’den geliyor olması, boşuna değildir.

2008 yılında Gürcistan’ın ihtiyacı kadar bölümünü (%20) işgal eden Rusya, Abhazya bölgesinde dört büyük liman inşa etmiş, Gürcistan’ın sahip olduğu iki limanı büyük oranda işlevsiz kılmıştır. Bu durum, Amerikan-Gürcü yakınlaşmasını kısıtlamış ve Gürcistan’ın ABD (ve Türkiye) desteğiyle Karadeniz’e sahildar olmasından kaynaklanan olası güç inşa etme potansiyelinin önüne geçilmiştir.
2004 yılında Bulgaristan ve Romanya’nın NATO üyeliğine kabul edilmesinden sonra, bu iki ülkedeki Amerikan varlığı Ruslar açısından ‘tehlike’ olarak görülmüştür. Aynı yıllarda Ukrayna ve Gürcistan da NATO üyeliği için ismi geçen ülkeler arasında zikredilmeye başlanmıştır. Bundan rahatsızlığını saklamayan ve her zaman NATO’nun doğuya doğru genişlemesine muhalif duran Rusya; 2008 yılında Gürcistan’a yerleşmek suretiyle, bu ülkenin NATO hayallerini suya düşürmüştür. 

Devamında, 18 Mart 2014 tarihinde Ukrayna’dan Kırım’ın zorla kopartılması, günümüze kadar uzanan Ukrayna-Rusya gerginliğinin dünya gündemine oturmasına neden olmuştur. Gürcülerin tersine, Ukraynalılar; NATO ile bağlantılarını daha sağlam temeller üzerine oturtmaya kendilerini adamışlar ve Batı dünyasına entegre olmak için gayret göstermeye devam etmişlerdir.
Gelinen noktada, Rusya; Gürcistan’dan ve Ukrayna’dan elde ettiği toprakların bir uzantısı olarak, Karadeniz’in kuzey yarısının çoğunluğuna (yeteri kadar büyük olmayan Romen ve Bulgar bölgeleri hariç) hakimiyetini ilan etmiş durumdadır. Bu durum Putin Rusya’sına Karadeniz’de 2014 sonrasında büyük bir oynama alanı açmıştır. 

NATO ise 2014 yılının Eylül ayında gerçekleştirilen Galler Zirvesi’nde aldığı kararla, Hazırlık Eylem Planı’nı hayata geçirmiştir. Bu kapsamda, Doğu Avrupa ülkelerine, sembolik de olsa, dönüşümlü kuvvet intikalleri gerçekleştirilmiştir. Ukrayna’da ise Amerikalıların öncülüğünde Müşterek Çok Uluslu Eğitim Grup Komutanlığı (ABD, Kanada, Litvanya, Danimarka, Polonya, İsveç ve İngiltere askerlerinin bulunduğu) kurulmuştur. Bunu tamamlayıcı nitelikte Romanya’da Amerikan varlığı artırılmıştır. Son dönemde Dedeağaç limanı ağırlıklı olmak üzere, tüm Yunanistan’ın adeta bir Amerikan üssü haline getirilmiş olması, Amerikalıların Ruslara karşı koymak için yürütmekte oldukları ön hazırlıklar olarak algılanmaktadır. Bu kapsamda, enerji güzergahlarını kullanmak suretiyle Ukrayna ve Batı Avrupa ülkelerini enerji güvenliği açmazına mahkûm etmek isteyen Rusya karşısında, Amerikan gazı ve askeri bir güç unsuru olarak Doğu Avrupa’ya yerleşmek için harekete geçmiştir. 

Batıya entegre olabilmek ve Balkanlardaki Slav nüfuzunu devam ettirebilmek için Ukrayna topraklarına ihtiyaç duyan Rusya; bu verimli toprakların en azından Dinyester’in doğu kesiminin kendisinde bırakılması için Ukrayna üzerindeki baskısını artırmaya devam etmektedir. NATO ve özellikle Amerikan-İngiliz desteğini almış edasıyla Ruslara karşı direnç gösteren Ukrayna hükümeti, gereken her türlü siyasi, askeri ve ekonomik manevrayı hayata geçirme gayreti içindedir.

Bu kapsamda, Türk-Rus karmaşık ilişkisindeki boşluktan istifade ederek, Türk silahlı İHA’larını satın alma yoluyla envanterine katmayı başaran Ukrayna; askerî açıdan istihbarat, keşif ve gözetleme yönüyle daha iyi bir durum üstünlüğüne sahip olmuştur. Zapad 2021 tatbikatıyla gövde gösterisi yapan ve arkasından Belarus’taki suni göç hadisesini ‘kaşıyan’ Rusya; Avrupa’da yükselen göç aleyhtarlığı ve yükselen gaz fiyatları hengamesinde, bir oldu-bitti ile kış aylarında Ukrayna’ya girme hesapları yapmaktadır. NATO’nun Rusları uyaran ikazlarına rağmen, Rusların Ukrayna topraklarına girmesi ve olası Donbas bölgesine el koymasının ne ölçüde ‘casus belli’ olacağı belli değildir. 

Kaynaklar

Öztürk O.M. ve Sarıkaya Y. (2005). Uluslararası Mücadelenin Yeni Odağı Karadeniz, BRC Basım, Ankara.
Yılmaz T. (2005). “Rusya Federasyonu Dış Politikasında Türkiye ve İran”, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt ve Genelkurmay Denetleme Başkanlığı Yayınları, Yıl: 3, Temmuz, s.183.
Erkin F.C. (1968). Türk-Sovyet İlişkileri ve Boğazlar Meselesi, Başnur Matbaası, Ankara.
Girgin K. (2014). Ruslarla Kavgadan Derin Ortaklığa, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, 1.Baskı, İstanbul.
Hart M.H. (2019). Dünyaya Yön Veren En Etkin 100, (Çeviren, Nurşan Üstüntaş), Güney Kitap, 1.Baskı, İstanbul.

Dr. Hüseyin FAZLA
Dr. Hüseyin FAZLA
Tüm Makaleler

  • 02.12.2021
  • Süre : 7 dk
  • 1713 kez okundu

Google Ads