Bilinç ve Farkındalık
Filozofların (ki ben buna Jiddu ve Osho’yu da dâhil ediyorum) dünyayı ve insanı anlama yolculuğu, insanı kapitalist toplumun zorlamalarından uzaklaşıp, kendi gerçekliğini aramaya davet ediyor.
Dünyada yaşamı anlamlı kılmak için çaba sarf eden insanların zorlu yolculuklar sonucunda ulaştığı sonuç, genellikle sevgi olmaktadır. Ancak kelimelere yüklediğimiz anlamlardaki farklılaşmaların belki de en çok ortaya çıktığı kelime; sevgidir. Koşullandırılmış bencilliğin sevgi olarak algılanması, temel yanılgılardan biridir. Bir varlığı kendi varlığımızdan bağımsız olarak sevebilmek, yüksek bir farkındalık ve olgun bir bilinç ile mümkündür. Kendi evimizde beslediğimiz bir kedi ya da köpeği sevmek ne kadar hayvan sevgisi olarak algılanabilir? Bu yazıda, kendi düşüncelerimden yola çıkarak, sizlere bir düşünce penceresi açmayı arzu ediyorum.
Sahiplik duygusundan kurtulmadan sevgiyi anlamak mümkün müdür? Mülkiyet ya da sahiplik nerede başlar, nerede biter? Belki bir malın ya da mülkün geçici sahipliğini anlamak mümkündür ama bir canlının başka bir canlıya ait olmasının sınırını belirleyen nedir? Bu soruların cevabını bilincin ve farkındalığın doğru anlaşılmasında aranması gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde bütün sevgiler, korkuların, kaygıların, düşünce dünyamızda esen fırtınaların gürültüleri arasında küçük ve sakin bir hüzün denizine dönüşebiliyor.
Bilinç hali yüksek farkındalık gerektiren bir düzeydir. Bunla birlikte bilinç de çeşitli katmanlardan oluşur. Bilincin oluşumunda geçmiş deneyimlerin ve apriori bilginin etkisi yadsınamaz. Ancak geçmiş deneyimlerin oluşturduğu bariyerlerin bilinç için bir üst katmana geçişte engeller oluşturduğunu da kabul etmek gerekir. Çünkü geçmiş deneyimlerin büyük bölümü, beynin kodladığı düşünceleri oluşturur. Bu düşünceler ne kadar doğrudur ya da yanlıştır, bu konumuz dışındadır. Ancak bu düşünceler, tercihlerimiz ve davranışlarımızı bir şekilde etkiler.
Algılarımızla anlamlandırdığımız dünyayı bu düşüncelerden bağımsız algılamak, bilincin etrafındaki duvarların yıkılmasını sağlayan bir farkındalık yaratır. İnsanın kendi bilincinin farkına vardığı bu aşama, sonraki bilinç aşamaları için zorunluluktur. Günümüzde kapitalist yaşam biçiminin her şeyi maddi karşılıklarla tanımlamaya zorlaması, bazı insanları insanın ve insanlığın gerçekliğini aramaya itmiş görünüyor. Filozofların (ki ben buna Jiddu ve Osho’yu da dâhil ediyorum) dünyayı ve insanı anlama yolculuğu, insanı kapitalist toplumun zorlamalarından uzaklaşıp, kendi gerçekliğini aramaya davet ediyor.
Bilincin bir sonraki aşaması, dünyaya ilişkin bilincin oluşmasıdır. Bu aşamada toplumdaki ve dünyadaki yerimizin bilincine varırız ve kolektif bir bilinç oluşur. Yine de bu aşamada bu bilincin oluşmasını zorlaştıran engeller bulunmaktadır. Kabul etmek gerekir ki, bu denemede çok az insan başarılı oluyor. Diğerleri, Marks’ın yanlış bilinç diye tanımladığı ideolojilerin tuzağına düşüyor ki, din de bu ideolojilerle aynı kategoride. Düşünce kendi gerçekliğini bu inançlarla ilişkilendirdiğinde tuzağa düşülmüş oluyor.
Ancak bu esnada bilim de yansız bir merakla dünyayı ve insanı incelemeye, araştırmaya ve anlamaya çalışıyor. Bilim doğası gereği, insanın bilinç sınırlarında ona bir şeyi dikte etmeye ya da ona bir dayatmada bulunmaya çalışmıyor. Bunu yapsa yanlış bilinçten farkı kalmaz. Bilimden kastım, salt bilgi, saf bilgi; önyargısız, değerlerden ve inançlardan bağışık. Mesela milliyetçilik adı altında ya da dini bir kimlikle kendi konularına ilişkin bilimsel bilgi üretilemez. Çünkü o temelde yansızlık ortadan kalkar.
Öyleyse insana zor bir görev düşüyor. Acaba bilimin ahlakında kendini anlama sorumluluğu ve farkındalığı geliştirilebilir mi? Burada insanın öncelikle ideolojik, dini ve etnik kimliklerden sıyrılması gerekiyor. Bu yola çıkan insanların büyük çoğunluğu bu yolda kalıyor ve daha ileri gidemiyor. Çünkü insanlar garip şekilde ideoloji ve inançların kurduğu tuzaklara düşüp, değer yargılarının ve onları destekleyen düşüncenin hapishanesinde kalıyor. Bu aşamada kalan insanların sevgi diye adlandırdığı duygu, toplumsal normlarla sınırlandırılmış koşullu bir duygusallık olarak kalmaktan öteye gidemiyor.
Nasıl ki, salt kötülük tanımı kolay yapılamayan bir kavramsa salt iyilik de öyledir. Nasıl ki, bir kötülüğün salt kötülük motivasyonuyla yapılması mümkün değilse, iyiliğin de öyle. Motivasyon illaki maddi bir temele oturmak zorunda değil. Çok çeşitli olabilir. Kısacası iyi ve kötü kavramları ancak tanımlı bir çerçeve içerisinde anlamlı olabiliyor. Zihindeki çerçeveyi kaldırdığında iyi ya da kötü kavramları da anlamını yitiriyor. Toplumsal normlara karşı bir çıkışta bulunup iyiliğin anlamsız olduğunu söylemek elbette kolay değil. Ayrıca doğru da değil. Çünkü bizim davranışımızın iyi ya da kötü olarak adlandırılmasının bizim sorunumuz olmaması gerekiyor.
Bu yüksek bilinç düzeyine erişebilmek için insanın alışkanlıklarını terk etmesi gerekiyor. Bu alışkanlık bir maddeden bir yaşam biçimine kadar her şey olabilir. Alışkanlıkları ve toplumsal normlarla oluşturulmuş yanlış bilinci ayıkladıktan sonra insan, dünyaya (elbette dünyada var olan her şeye) daha farklı bir bilinçle bakmaya başlıyor. Bu aşamadan sonra da insanın bir şekilde seçtiği yolu iyi ve kötü kavramlarıyla açıklamak, o yolu toplumsal normlarla ya da inançlarla değerlendirmekten farklı bir şey değil. Değer yargılarından bağımsızlaşmak, bilincin sınırlarını genişletmede önemli bir adımdır.
İnançlar gerçek bir korku ve endişe kaynağı olarak görünüyor. Genellikle en bilineni din ve ideoloji olduğu için bunlardan kurtulmak kolay görünse de, irili ufaklı inanç adacıklarından uzaklaşmak gerçekten çok az sayıda insanın başarabildiği bir şey. Buradan sonra kozmik bilinç gelişmeye başlıyor ve insan dünyayla olan bütünselliğini bir üst aşamaya taşıyarak evrenle bir bütünsellik oluşturmaya başlıyor. Bu bütünsellik, evrendeki işleyişe karşı bir şekilde enerji tüketmemeyi gerektiriyor. Yaşamsal ihtiyaçların ötesinde haz arayışının sebep olduğu enerji tüketimi, termodinamiğin ikinci yasasından yola çıkarsak, tükenişe giden yola döşenen taşlardır.
Birey nerede başlıyor? Bu çok önemli bir soru. Bu sorunun cevabını vermeden bilinç düzeyini önce kolektif bilinç, sonra da kozmik bilince taşımak mümkün değil. Kolektif bilinç asla toplumla aynı şeyi düşünmek ve onların değer yargılarıyla hareket etmek değil. Bunu kısaca sorumluluk duygusu ile açıklamak mümkündür. İşte bizim inançlarımızın belki de en katı durduğu ve asla aşamadığımız nokta, birey olarak yakın çevremizle kurduğuz ilişkilerden oluşuyor. Eş, akraba, anne, baba, kardeş vs. Burada bu ilişkileri reddetmekten bahsetmiyorum, sadece bu ilişkilerin yüksek farkındalığa ve bilince ulaşmanın önünde engel olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Kısaca ifade etmek gerekirse asla bu ilişkilerin bizim için ifade ettiği anlamdan özgürleşemiyoruz. Belki de Nietche’yi insanın asla özgür olamayacağı düşüncesine yönelten unsur, bu ilişkilere ve deneyimlerimize olan bağımlılığımızdı, bilemiyorum.
Kozmik bilince ermek birçok insanı aşan bir konudur. Bunu yapabilmek için her şeyden önce evrenle olan bütünlüğü içselleştirmek gerekiyor. Bu öyle yazıldığı gibi kolay bir mesele değil. Öncelikle insanın korkularının temelinde yatan ölüm korkusunun aşılmasını gerektiriyor. Goethe, “4000 yıllık tarihinin hesabını veremeyen insan, günübirlik yaşayan insandır” diyor. Bana göre 4000 yılın hesabı da çok yetersiz. Kozmik bilince ulaşmak için 4,5 milyar yaşındaki dünyamızın hesabını verebilmek gerekiyor. Bu hesap bilgi değil, bir bilinç durumuyla verilebilir ancak. Çünkü ne yaparsak yapalım, bilgi düzeyi olarak bu kadar devasa bir yükün hesabını kimse veremez. İşte bu bilinç durumuna ulaşma çabası, insanın özellikle son 3000 yılda en büyük uğraşısı olmuş.
Yavaş yavaş yazımın sonuna geliyorum. İnsan bağımlılıklarını tanımlayamadıkça istediği kadar gözlem yapsın, kendini göremeyecektir. Sadece ilişkiler ağından oluşan bir ağ yapısıyla karşı karşıya kalacaktır. Özgürlüğü, her istediğini yapabilmek gibi saçma bir bağlamda ele almak bu yazının içeriği ile asla bağdaşmamaktadır. Gözlemleyenin gözlemlenen olduğu anda insan kendisini sınırlayan ilişki ağlarını görmek durumundadır.
Bundan sonraki süreç, bilinç düzeyinin bir gereği olarak bu ilişki ağlarının kendisi için engel olmadığı bir aşamaya geçmektir. Aksi halde bir yandan bu bağımlılıklardan kurtulmayı isteyip diğer yandan kendini o bağımlılıklara hapsetmek, çatışma doğurur. Bu çatışmanın çözümü ya o bağımlılıklar tarafında kalıp mevcut bilinç düzeyiyle mutlu-mesut (!) yaşamaktır ya da o bağımlılıkları aşıp insanın dünyadaki varlık sebebinin sevgi olduğunun anlaşıldığı bilinç düzeyine ulaşmaktır. Bireyin gerçeklikle düşünce arasındaki farktan oluşan bu çatışmadan kurtulmak için ya düşüncelere teslim olması ya da gerçeklik arayışına devam etmesi gerekir. İkisi de olmayınca insan arafta kalır.
İnsan önce bir birey olarak kendi bilincinin olgunluğundan sorumludur. Bu sorumluluktan kaçışlar genellikle insanı daha uzun belirsizliklere sürükler. Belirsizlikler çatışmaları artırır. Çatışmayı sevgiden uzaklaşarak değil, bağımlılıklardan uzaklaşarak çözmek mümkündür. Gerçek sevgi, çatışmasızlık olduğunda ortaya çıkar ve yüksek bir farkındalık ve bilinç düzeyini gerektirir. Bağımlılıklardan kurtulmak demek, insanları bir bütün olarak hayatından çıkarmak demek değildir. Elbette sosyal bir varlık olarak ilişkilerimiz olacaktır ama bağımlılık oluşturmadan.
Bu yazı tamamen insana ve onun gerçekliği algılama biçimine ilişkin bir deneme çalışmasıdır. Yeterli bilgi sahibi olmadığım disiplinlerin alanına girmek istemediğimi vurgulamak isterim.