Küçük Tanrılar Yaratmak
Bilginin sınırlarının mevcut öğrenme düzeyiyle aşılamadığı yerde inanç başlar. İnanç, bilginin ya hiç olmadığı ya da yeterli olmadığı noktada oluşur. Oluştuğu andan itibaren, güvenilir bilgi ile kesin olarak aksi ortaya konmadıkça varlığını sürdürür.
Son dönemde Türkiye’de siyaset ve toplumsal alanda yaşananlar, bana üç yıl önce kendi bloğumda yayımladığım bir yazıyı hatırlattı. Üzerindeki birkaç değişiklikle aynı yazıyı sizlerle paylaşmak istedim. Bir taraftan da geçen zamana rağmen toplumsal yapıda bireyler arası esleklik (boyun eğme) ilişkisinin değişmeyen doğasını görmenin hüznünü yaşadığımı belirtmeliyim. Yönetim bilimi, bir disiplin olarak bu ilişkinin otoriteye dönüşmesi süreçlerini açıklamakla birlikte otoritenin oluşumunda inancın rolünü bütün boyutlarıyla açıklamakta yetersiz kalabilmektedir.
Bilginin sınırlarının mevcut öğrenme düzeyiyle aşılamadığı yerde inanç başlar. İnanç, bilginin ya hiç olmadığı ya da yeterli olmadığı noktada oluşur. Oluştuğu andan itibaren, güvenilir bilgi ile kesin olarak aksi ortaya konmadıkça varlığını sürdürür. Varlığını sürdürürken de her zaman inanç duyulan şeyin varlığının devamını meşrulaştıracak koşulsuz bir kabullenme yaratır. Bu kabullenme kimi zaman korkudan, kimi zaman yaşanan güçlüklere dayanma ihtiyacından beslenir.
Bu koşulsuz kabul öylesine güçlüdür ki, insan bu kabulle kendi varlığını inancına bağlar. Oysa bir sisteme, bir kişiye, bir değere olan güven, koşullu bir kabullenmedir. Söz konusu koşullarda bir değişiklik oluştuğunda güven yerini güvensizliğe bırakır. Bu noktadan itibaren ya güven duyulan şeyde bir değişiklik beklentisi oluşur, ya da yerine başka bir şey konulur. Bu nedenle inanç bilgiyle uzlaşmaz bir çelişki içerisindedir. Kendini sistematik olarak yeniden üreten inanç sistemleri, varlığına tehdit olarak gördüğü bilgiyi sistemden uzak tutmaya çalışır. Bu inanç sistemlerine dini ve ideolojiyi örnek olarak verebiliriz. İdeolojilerde de dine benzer şekilde sistemle çelişen bilgilerin reddiyesi söz konusudur. Marks bu nedenle ideolojiyi yanlış bilinç durumu olarak tanımlar.
Günlük hayatımızda bilgi edinme konusundaki tembellik ya da sorgulama konusundaki isteksizlik, bizi insanlara, sistemlere, varsayımlara, değer yargılarına karşı güçlü bir inanç duymaya iter. Çoğumlukla niteliğinin farkında olmadığımız bu inanç ise çoğunlukla dışarıdan bakıldığında, anlamsız şekilde tanrı-kul ilişkisine benzer bir ilişki biçimi yaratır. İnanç ile oluşmuş bu “parasitik symbiosis" ilişki biçiminin toplumsal yapıdaki etkisi, otoritenin varlığı ile kendi varlığı arasında bağ kurmak şeklinde (Hegel’in “Efendi-Köle diyalektiği” gibi) gerçekleşebilir. Bu durumdaki otorite sahibi açısından da bilgi, sistemden uzak tutulması gereken bir düşmandır. Meşruiyetini yasadan çok inançtan alan bütün liderler açısından bu tutumu genellemek mümkündür.
İktidar, yönetme gücünü tanımlayan bir kavramdır ve bütün ilişkilerdeki yönetme gücünü tanımlar. İktidarın bu gücünün meşruiyetini sağlayan olgu ise otoritedir. Bu anlamda otoriteyi yönetme gücüne duyulan inanç/kabul olarak tanımlayabiliriz. Elbette yönetme gücüne duyulan inancın yarattığı meşruiyet ile kabulün yarattığı meşruiyet farklıdır. Kabul koşullara bağlı olarak var olurken, inanç koşullardan bağımsız olarak varlığını sürdürür. Hatta meşruiyet hibrit biçimde her iki kaynaktan da beslenebilir. Yöneten yönetilen açısından bakıldığında ise yönetilenlerin sınırlı ve kontrollü bilgiye sahip olması yönetenin tercihi olmaktadır.
Bir kamu yöneticisinin otoritesi, kabule dayanan bir meşruiyet çerçevesinde oluşur. Mevcut hukuk düzeni ve adalet gibi kavramlar yönetici tarafından ihlal edilirse, meşruiyet sorgulanır ve otoriteye olan kabul ortadan kalkabilir. Eğer yönetici zorla konumunu muhafaza etmeye kalkarsa, bu defa meşruiyet krizi ortaya çıkar ve yöneten ile yönetilen arasındaki ilişki, çatışma üretmeye başlar. Bir süre sonra iktidar ya zorla varlığını devam ettirir ya da değiştirilir.
Değişim durumunda yöneticinin yerine bir başka yönetici geçer ve yönetme gücünü (yani iktidarı) kullanır. Bir inanç sistemi söz konusu olduğunda, bu sistemin hayatımızı düzenleme gücüne duyulan inanç, onu temsil eden sisteme koşulsuz bir meşruiyet sağlar. Bu durumda tanrının iktidarı sorgulanamaz ve otoritesi mutlaktır. Tarih boyunca yönetenlerin dini referanslarla meşruiyet arayışlarının temelinde bu yatar. Hatta herhangi bir ilişkide iktidar gücü kullanan taraf, gerçeklikten ziyade kendi otoritesine koşulsuz bağlılık isteyebilir. Bu durumda diğer kişinin/kişilerin bilgi düzeyi ve karşı koyabilme gücü önem kazanır.
Ancak her zaman yönetimin otoritesine karşı inanç ya da koşullu kabulü tanımlamak kolay olmayabilir. Çeşitli nedenlerle yöneticinin otoritesine karşı kabulü aşan bir inanç oluşabilir. İşte bu durumda, fiziki varlığı olan, otoritesi mutlak “küçük tanrılar” oluşmaya başlayabilir. Bu tanrılar kimi zaman sevdiğiniz insan, kimi zaman bir arkadaş grubunun lideri, kimi zaman bir sivil toplum örgütü yöneticisi, kimi zaman bir yürüyüş grubunun rehberi, kimi zaman da devleti yöneten bir kişi olabilir. Ortak özellik, kişinin otoritesine olan, kabulü aşan güçlü inançtır.
Küçük tanrılara olan inancın temelinde yatan, bilgi toplumunu ve onun gereklerini anlayamamış, özümseyememiş olmaktır. Diğer bir ifadeyle yeterli bilgiye erişememek/sahip olamamaktır. Eğer yöneten tarafından yönetilenlerin bu inancı kabul edilirse, ortaya "parasitik symbiosis" (tek taraflı sömürüye dayalı) bir ilişki biçimi çıkar. Çoğunlukla bu ilişkide yönetilenler, varlıklarının devamının yönetenin iktidarına bağlı olduğu yönünde güçlü bir inanç sahibidirler. Bu inancı sorgulamaya kalkanlara karşı ise, çoğunlukla saldırgan bir tutum oluşur. Korkulan, genellikle inancın yıkılması durumunda ortaya çıkacak belirsizliktir ve bu belirsizliğin en büyük nedeni bilgi eksikliğidir. Bu korkular yönetenler tarafından çeşitli politikalarla desteklenebilir. Günümüzde Türkiye’de eğitim politikalarında yaşanan dönüşüm ve değişimi böyle okumak da mümkündür.
İnsanlığın tarihsel gelişiminde önemli bir aşama olan yerleşik hayata geçilmesinden sonra günümüze kadar olan süreç, üç önemli başlık altında incelenmektedir. Bunlar tarım toplumu, sanayi toplumu ve günümüzde süregeldiği varsayılan bilgi toplumudur. Bilgi toplumunda bilginin üretim ve aktarım hızı artmıştır. Bu durum, yönetim alanında inanca dayalı meşruiyetin alanını daraltmaktadır. Belirleyici olan, bilginin toplumsal yapıdaki alanı ve önemidir. Eğer lider koşulsuz biat istiyorsa toplumu bu dar alana hapsetmek için çaba gösterir. Böyle bir yapıda bilgi, kötülük kaynağıdır.
Weber'in otorite sınıflandırmasında belirttiği; geleneksel, karizmatik ve yasal/ussal otorite tarihsel bir evrime işaret etmiyor ve her dönemde bir arada bulunabiliyorsa, kurumsallaşmasını tamamlamış toplumlarda da yönetimin tamamen bilgi temelli oluştuğunu varsaymak mümkün değildir. Burada bir konu önemlidir. İnsanların bilgiye erişimi ne kadar kolaylaşsa da öğrenmenin iradi bir eylem olduğu gerçeği ortada dururken, insanların genellikle bilgisizliğin rahatını (!), bilmenin sorumluluğuna tercih etmesi de inanca dayanan meşruiyetin dayanaklarından biri olarak kabul edilebilir.
Siyasal iktidarlar, devleti yönetirken kendilerini iktidara getiren ideolojik düşüncenin sorunlara getirdiği çözüm yolu olarak kamu politikalarının oluşturulması ve uygulanması süreçlerini yönetirler. Ancak iktidarların bu politikaları tek başına oluşturduğunu söylemek çok dar bir bakış açısı olacaktır. Toplumsal yapının karmaşıklığı dikkate alındığında bu süreçlere etki eden birçok olgu ve olaydan söz etmek mümkündür. Örgütlü sivil toplum, bu sürecin en önemli aktörlerinden biridir. Üniversiteler, meslek örgütleri gibi birçok diğer aktörleri de sayabiliriz.
Ancak ne var ki, bazen siyasal iktidarlar, işletilmesi gereken süreci yok sayıp, kısa sürede kafalarının ardındaki ideolojik arka planı yansıtan bir düzenlemeyi gündeme getirip, tartışılmasına fırsat bile vermeden yasalaştırabilir. Bu durum normal koşullarda bir meşruiyet sorunu yaratır. Ama eğer meşruiyet koşullu kabul ile inancın arasındaki çizginin silikleştiği gri alandan doğuyorsa, toplumun oldukça büyük bir kesiminin memnuniyetsizliğine rağmen siyasal iktidarın iradesi egemen olur. Burada artık yasaların önemi yoktur. Çünkü iktidar meşruiyetini inanç üzerinden temellendirmeye başlamıştır ve kendi yasalarını toplumsal teki görmeden yapabilmektedir.
Bunun yanında meşruiyeti sorgulayanlara karşı siyasal örgütlenmenin bütün gücü ve yapısı hem zorlayıcı hem de ikna edici bir unsur olarak kullanılır. İktidar bir taraftan da kendi meşruiyetinin temeli olarak gördüğü inancı güçlendirici tedbirler almayı ihmal etmez. Bu durum kamu politikalarına da yansır. Bilgi değersizleşir, tartışma zemini bilim ve bilgi dışı bir alana kayar ve buradan sonra kimin doğru söylediği, anlamını yitirir. Yaratılan küçük tanrıların hükümranlığı başladığında inanılanlar gerçek olarak kabul edilir.
Devlet karşısında sivil toplumun çıkarlarının korunması ancak örgütlü bir sivil toplum yapısı ile mümkündür. Sivil toplum örgütleri, kamu politikası süreçlerinin doğru işletildiği durumlarda farklı açılardan yaklaşarak kamu yararının gerçekleşmesine destek ve yardımcı olurlar. Burada sivil toplum örgütlerinin yönetimi de mikro düzeyde iktidar ve meşruiyet kavramlarından bağışık ele alınamaz. Bu düzeydeki yöneticilere gösterilen saygının bilgiyi aşan kısmı, “küçük bir tanrı” yaratır. O tanrıyla mücadele edilemediği için, sivil toplum örgütlerinde her sözü tanrısal buyruk kabul edilen yöneticiler kolaylıkla değiştirilemez. Sonra bu tanrılar kendi düzenlerini daim kılacak uygulamalara girişirler. Bundan dolayı birçok derneğin, sendikanın yöneticisi uzun yıllar koltuğunda oturmaya devam eder.
Aslında hayatımızda herhangi bir şekilde bilgi eksikliğinden dolayı bir kişiye sahip olduğu özelliklerin ötesinde özellikler atfetmek, bir anlamda “küçük bir tanrı” yaratmaktır. Sonrasında tanrısal buyruklara itaat etmenin sahte mutluluğu yaşanır. Gerçeklikle olan bağ kopar ve kişi kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğunu ayrıt edemez duruma gelir. İnanç, kendi gerçekliğini yeniden üreten bir döngü oluşturur. İnanılanın ne olduğu, sadece kuralları belirleyen tanrıyı değiştirir.
Bundan beş bin yıl önce, Sümer efsanelerinde evreni yaratan tanrılar "An" ve "Enlil" olarak adlandırılır. Bir gün çok çalışan genç tanrılar Enlil'e isyan noktasına gelir. Çözüm ağır işleri yapacak insanoğlunun yaratılmasıdır. Şimdi bu mitolojik hikâyeyi biraz tersten okuyalım. Her zaman ağır işleri yapacak birilerine ihtiyaç vardır. Mesele bu çalışanların hangi tanrıyı yarattığındadır. Son söz olarak hayatın başkalarının egolarını beslemek için heba edilemeyecek kadar değerli olduğunu belirtmek isterim. Düşünmeye sevk edebildiğim her insan, benim mutluluğumun sebebidir...