Site İçi Arama

egitim

Yaparak Yaşayarak Öğrenmek: Köklerden Geleceğe

“Okul sadece dört duvar değildir. Okul her yerdir.” Ne kadar da doğru bir gözlem. Gerçekten de  eğitim yalnızca sınav kağıtlarına işaretlenen şıklardan ibaret değildir; eğitim, çocuğun kendi elleriyle hayata temas etmesidir.

Rıfat Ilgaz`ın unutulmaz yapıtı Hababam Sınıfı`nın sinema uyarlamasında Mahmut Hoca`nın bir sözü vardır. Hoca der ki: “Okul sadece dört duvar değildir. Okul her yerdir.” Ne kadar da doğru bir gözlem. Gerçekten de  eğitim yalnızca sınav kağıtlarına işaretlenen şıklardan ibaret değildir; eğitim, çocuğun kendi elleriyle hayata temas etmesidir. Bugün dünyanın farklı ülkelerinde, çocuklar derslerinde kendi yemeklerini pişiriyor, basit dikişleri öğreniyor, orman okullarında toprağa basıyor.

Bu yaklaşımın köklerinin ise büyük düşünürlerin miraslarında saklı olduğunu görürüz. John Dewey, “Öğrenme deneyimle bütünleştiğinde kalıcıdır.” der. Jean Piaget, çocuğun bilişsel gelişiminde somut deneyimlerin belirleyici rolünü vurgular. Lev Vygotsky, öğrenmenin sosyal etkileşimle ve “yakınsak gelişim alanı” içinde gerçekleştiğini ortaya koyar. Maria Montessori ise çocuk özgür bırakıldığında, kendi başına yapabildiğinde gerçek öğrenmenin mümkün olduğunu gösterir.

Ne kadar da hoş ifadeler değil mi? Ülkemizde de  çocukları için en iyisini düşleyen ebeveynler de  çoğu zaman okulların kapılarını çaldıklarında ve bu muazzam ilkeleri  duyduklarında  adete büyülenmiş gibi hissederler. Oysa biz, bu felsefeyi bir zamanlar  zaten Anadolu’nun köylerinde yaşamıştık. Köy Enstitüleri, çocuğun hem tarlada matematiği hem marangozhanede fiziği hem mutfakta emeği öğrendiği yerlerdi. Kitapla toprak, kalemle çekiç yan yanaydı. Peki sonra ne oldu? Sonrası malum. Bu umut dolu kurumlar siyasi rüzgarlarla kapatıldı. Yine de bir süre belleğimizde izleri kaldı. Çocukluğumuzun devlet okullarında hala resim-iş derslerinde makrome ördüğümüzü, ev ekonomisi derslerinde bugünkü deyimle nasıl “finansal okur yazarlara” dönüşebileceğimizi öğrendiğimizi anımsıyorum. Tüm bunların da ötesinde kendi ellerimizle  ortaya bir şey koymanın hazzını tatmak paha biçilemezdi. Ancak  zamanla bu dersler “içi boşaltılmış” derslere dönüştü. Bugün geldiğimiz noktada ne beceriye yer kaldı ne de hayata dokunan bir eğitim anlayışına. Üstelik mesele yalnızca derslerin içeriği de değil. Eğitime ayrılan bütçenin giderek azalması, özelleştirme politikalarının eğitimi kuşatması, devlet okullarının işlevsizleştirilmesi eğitimin giderek “satın alınan bir hizmet”e dönüşmesinin tetikleyicisi haline geldi. Bugün şu ya da bu şekilde yolu, eğitimde özel sektörden geçmemiş pek az kişi kalmıştır. Kendim de bu sektörde yer almış bir eğitimci olarak üniversite sayılarıyla, kaç öğrencimizin üniversiteye girdiğiyle övünüyoruz ama mezun olan gençlerimizin  hayata atıldıklarında  ne denli donanımsız olduklarını sorgulamıyoruz. Üniversite sayısı çoğaldıkça, üniversitede okuyan sayısı arttıkça  nitelik bakımından pek de iç açıcı sonuçlarla karşılaşmadığımız ortada. Bu düşünceler beni kıskacına aldığında:

Bazen çocukların odalarındaki küçük ayrıntılara bakıyorum:

Okuldan getirilen ekşi mayalı bir ekmek tarifi…

Kremrengi bir kumaşın üstüne kırmızıyla atılmış bir teyel…

Kumaştan yapılmış bir oyun arkadaşı ya da eline yapışmış bir odun lifi…

O an kendime şu soruyu soruyorum:

Karnede gördüğüm kusursuz bir “5” mi beni daha çok mutlu eder?

Yoksa çocuğumun ileride kendi ayakları üzerinde durabilmesini, hayatla bağ kurabilecek beceriler kazanmasını görmek mi?

Söz konusu ülkemizdeki eğitim olunca elbette söyleyecek sözüm çok ancak şimdilik bu konuya bir virgül koyup yeniden “yaparak yaşayarak öğrenme” ile ilgili müze deneyimime dönelim.

Okulda müfredatın içine yerleştirilmiş olan bu kavram günlük yaşam pratiğinde de yaşatılmaya devam ediliyor. Making Museum’un “büyükler için” atölyelerinde gezinirken, dileyenlerin  arkadaş grubuyla burada rezervasyon yapıp bir ayakkabı tasarlayabildiğine, ahşap ürünler üretebildiğine, gerçek anlamıyla kurulmuş atölyelerde keyifli zaman geçirebildiğine tanıklık ettim. Bu düşüncenin, “müze” kavramını edilgen bir seyirden çıkarıp etkin bir katılıma dönüştürdüğünü gördüm. Ayrıca burada ilginç bir yan daha var: Bu felsefeyle yetişen insanlar, yaşı ilerlese de günlük yaşamın işlerini başkasına havale etmeden, kendi başlarına yapma alışkanlığı kazanıyor. Tadilat, tamirat, üretim… Hepsine kendi elleriyle dokunmaya çalışıyorlar çünkü eğitim sistemlerinin özü, erken yaşta “kendi ayaklarının üzerinde durmayı” öğretmek. Bu şekilde öğrenme, yalnızca zihinsel değil; bedensel, duygusal ve deneyimsel bir süreç haline geliyor. Elbette bu yanıyla Batı’nın bireysellik anlayışını yansıtıyor denilebilir. Başka bir bakış açısıyla tüm bu süreçlerin toplumu yardımlaşma kültüründen uzaklaştırdığı eleştirisi yapılabilir -ki yardımlaşma, dayanışma kültürünün çok farklı şekilllerde sistemlice yaşatıldığını söylemek mümkün- ancak bu durumun aynı zamanda güçlü bir özgüven, kendi emeğine yaslanma, başkasına muhtaç olmadan yaşayabilme alışkanlığı kazandırdığını söylemekse yanlış olmaz. İşte eğitimin gücü tam da buradadır: Hayatın içine yerleşen beceriler, kişinin kimliğini ve özgürlüğünü biçimlendirir. Unutulmamalıdır ki: Eğitim, yalnızca bilgi aktarmak değil; insanı hayata hazırlamanın sanatıdır. Gerçek öğrenme ise yalnızca kalemle kağıt arasında değil; ekmekle toprak arasında, el ile gönül arasında yeşerendir.

Araştırmacı Yazar, Akademisyen Özlem İBİŞ YILMAZ
Araştırmacı Yazar, Akademisyen Özlem İBİŞ YILMAZ
Tüm Makaleler

  • 19.10.2025
  • Süre : 3 dk
  • 340 kez okundu

Google Ads