Türk Toplumunda Cehaletin Saltanatı
Bizim gibi toplumlarda bir şeyler eksik kalıyor, sanki bilmek, bilgi sıkıyor. Çünkü, okumuyoruz, araştırmıyoruz ama iş konuşmaya gelince ağzımız da kapanmıyor. Böyle olunca da milletin başı ne sıkıntıdan ne de beladan kurtulabiliyor.
Bilgi çağında yaşıyoruz ama bilgi toplumu olamıyoruz. Neden?
Büyük büyük binalarımız var, adalet dağıtamıyoruz, hastalarımıza yeterince şifa veremiyoruz, okullarımızda eğitimin ve bilginin en güzeliyle insanımızı donatamıyoruz. Ama sosyal medyada ve görsel medyada sözde büyük büyük akademisyen ve siyasetçilerimiz istisnalar hariç topluma La Fontaine’den masallar anlatmaya devam ediyorlar. Toplumun genelinde, “Bilen konuşmaz konuşan bilmez” durumu hâkim. “Konuşmak yaradılıştan, susmak akıldan gelir.” der Lehmann. Yeter ki, bir Toplum da gerçek manada bilgi konuşulsun, değerlendirilsin, münazara edilsin, eksikler yanlışlar düzeltilsin.
Bizim gibi toplumlarda bir şeyler eksik kalıyor, sanki bilmek, bilgi sıkıyor. Çünkü, okumuyoruz, araştırmıyoruz ama iş konuşmaya gelince ağzımız da kapanmıyor. Böyle olunca da milletin başı ne sıkıntıdan ne de beladan kurtulabiliyor.
Şüphesiz konuşmak eylemi, insani özelliklerin en güçlüsüdür. Elbette konuşmak, derdimizi anlatmak ve diğer insanlarla etkileşim halimizi sürdürmek çok güçlü bir dürtümüzdür ve olması gereken de konuşarak anlaşmaktır. Çünkü bizler insanız. İnsanlar konuşa konuşa anlaşır. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta “ne veya neyi” konuştuğumuzdur.
Yapılan araştırmalar göre, bir konuda veyahut uzmanlık alanında eğitim seviyemiz arttıkça bildiğimiz bilgileri iddia etme oranımız tersine azalıyor. Peki bu ne demek? Örneğin psikoloji bilimini düşünelim; psikoloji bilim dalında hiçbir eğitim almamış bir kişi psikoloji biliminde her şeyi bildiğini iddia ederken, psikolojide doktora yapan bir kişi, hiçbir eğitim almamış kişiye oranla daha az konuşmayı tercih ediyor. Çünkü bilge kişi lafını tartarak konuşur, bir ağırlığı olur. Az bilen ya da hiç bilmeyen gibi boşa laf etmek, boşa sallamaz.
Sonuç olarak akıllara şu soru düşüyor: neden yetkinliğimiz olmadığı alanlarda biz Türkler, haydi hepimiz olmasa da büyük bir çoğunluğumuz, bu denli çok söz sahibi olmayı istiyoruz?
Aristo, “İnsan doğası gereği bilmeyi ister.” der önermesinde. Şüphesiz ki bu önerme varoluşsal bir dürtüdür. Mutlak hakikattir. Ancak biz bilmeyi mi istiyoruz yoksa insanlar bizi bilgili görsün ve neticede bize saygı duysun mu istiyoruz?
İnsan sosyal bir varlıktır. Etrafını saran topluluğun, toplumun içinde yaşar ve o topluluğa kendini kabullendirmek ister, aidiyet ister. İşte tam da bu noktada insan diğerleriyle aynı seviyede olduğunu ya da daha fazla oranda bilgiye sahip olduğunu gösterme sevdasıyla çokça konuşur, konuşmak ister. Ancak, genelde gördüğümüz şey, bu tür insanlar konuştuğu kelimelerin içini dahi dolduramazlar. Çünkü onun derdi, o konuyu bildiği için ya da bilgisiyle diğer insanları bilgilendirmek için değil, toplum tarafından kabul görebilmektir. Onun için ‘boşa’ konuşur durur.
Asıl tehlike arz eden ve dikkat etmemiz gereken nokta budur ki diğer insanlarla etkileşimimizi derinden etkileyen ve “nerede hata yapıyorum da insanlar benden uzaklaşıyor” diye düşündüren bir probleme bizi sürükler.
İnsan sadece bildiği kadar konuşabilseydi şüphesiz ki dünyamız çok daha sessiz ama bir o kadar da anlamlı bir yer haline gelebilirdi. Cehaletin yerine bilginin, bilginlerin saltanatı olur. Cahiller bu denli pervasız olamazlar, toplumu aşağıya çekmeye yeltenemezlerdi...