Site İçi Arama

ekonomi

Kapitalist Sistemdeki Ekonomik Kriz Teorileri (Bölüm-3)

“Finansal İstikrarsızlık Hipotezi”, ayrıca geleceğin belirsiz olması nedeniyle beklentilerin de sistematik olmayan davranışlar sergilediğini vurgulamaktadır.

“Finansal İstikrarsızlık Hipotezi”, ayrıca geleceğin belirsiz olması nedeniyle beklentilerin de sistematik olmayan davranışlar sergilediğini vurgulamaktadır. Minsky, teorisinde konjonktürün genişleme dönemlerinin kalıcı olmadığını belirterek bu dönemde spekülatif yatırımların arttığını ve finansal yapıda istikrarsızlığının hâkim olduğu bir sürecin başlayacağını belirtmektedir. Minsky'nin “Finansal İstikrarsızlık Modeli'nin” ana unsurları:

Üç Finansal Aşama:

Minsky, finansal sistemin üç aşamadan oluştuğunu belirtir: Hedge Finansman, Spekülatif Finansman ve Ponzi Finansman.

Minsky Moment (Minsky Anı):

Minsky Anı, finansal sistemin bir dönemde stabilden, istikrarsız hale geçişini ifade eder. Bu an, genellikle “Spekülatif Finansman” ve “Ponzi Finansman” aşamalarının arttığı bir dönemde finansal krizin başladığı noktayı belirtir.

Borç Çevrimi ve Varlık Fiyatları:

Minsky, ekonomik aktörlerin zaman içinde daha fazla borçlanmaya eğilimli oldukları bir döngüye sahip olduklarını savunur. Bu süreçte, artan borçlanma varlık fiyatlarını şişirebilir, ancak varlık fiyatlarındaki düşüş, özellikle Ponzi Finansman durumunda, finansal krize neden olur.

Devlet Müdahalesi:

Minsky, devletin ekonomik sistemi düzenleyerek ve denetleyerek finansal istikrarı sağlamak için müdahale etmesi gerektiğini savunur. Bu müdahalenin amacı, finansal piyasalardaki aşırı dalgalanmaları kontrol altına almak ve sistemin istikrarını korumaktır.

Finansal İnovasyon ve Regülasyon:

Minsky, finansal inovasyonların ve yeni finansal enstrümanların, sistemin istikrarsızlığını artırdığını ve regülasyonun bu konuda önleyici bir rol oynadığını öne sürer.

Sürdürülebilir Borçlanma ve Kâr Marjları:

Minsky, ekonomik aktörlerin uzun vadeli borçlanma kapasitelerinin sınırlı olduğunu ve kâr marjlarının daralması durumunda finansal istikrarsızlığın artacağını vurgular.

Son olarak, Minsky'nin, “Finansal İstikrarsızlık Modeli”, özellikle ekonomik döngüler ve finansal krizlerin nedenleri üzerine daha bütünlükçü bir bakış açısı sunar. Bu model, finansal piyasalardaki dengesizlikleri ve süreç içinde ortaya çıkan istikrarsızlıkları anlamak için önemli bir araç olarak kabul edilir. H. Minsky’ye göre kapitalist sistem istikrarsızlığı kapitalist finans yapısından kaynaklanmaktadır. Minsky, Keynes’i izlemekte ve konjonktür teorisi temeline bankacılık ve finansal sistemi de dahil etmektedir. Finansal kırılganlık ekonomik karar birimlerinin nakit akımları ve ödeme taahhütleri ile bilanço yapılarına bağlıdır.

Finansal sistemin kırılgan bir yapıya dönüşmesinde uzun vadeli borçlanmadan ziyade kısa vadeli borç yapısının artması, hedge finansmandan, spekülatif finansmana ve spekülatif finansmandan da Ponzi finansmana doğru kayma dolayısıyla uzun vadeli borçlanmadan kısa vadeli borç yapısına geçiş önemli bir faktördür. Borç yapısındaki bu değişim borçların geri ödenebilirliği problemini beraberinde getirerek finansal kurumlara olan güveni sarsacaktır. Gelişme dönemlerinde firmaların gerçekleşen kârlarının beklenen getiriyi sağlaması, yatırım talebini uyarırken, bankaların kredi olanaklarını fazlalaştırmak için riskli finansman yöntemlerine yönelmesi finansal kırılganlığını da artırmaktadır. Toplam krediler içinde Ponzi ve spekülatif finansmanın oranı, firmanın ödeme yükümlülüklerini aşan bir noktaya ulaştığında ise firma borçlanma veya varlık satışına başvuracaktır. Dolayısıyla firmaların sermaye kaybına uğraması kaçınılmazdır.

MB’nın sıkı para politikası uygulaması durumunda bankaların kredi kanalı ve likidite yaratması zorlaşacak, kısa vadeli faiz oranlarındaki ani yükselişler uzun vadeli faizleri de artıracaktır. Yani, kırılganlıkla birlikte faiz artışlarına dayanıksız olan ekonomik karar birimlerinin artan para talebi ile kriz süreci başlamaktadır (Dymski, 1997, ss.501-508). Finansal kırılganlık hipotezi ayrıca krize karşı merkez bankasının son durak borç mercii rolünü yerine getirmesini ve hükümet harcamalarını arttırarak ekonomik birimlerin para talebini sağlaması dolayısıyla hükümet müdahalesini öngörmektedir.

Minsky, hipotezini dışa kapalı bir ülke modelinde geliştirmiştir ve dışsal finansal kırılganlık kavramını eklememiştir. Örneğin Türkiye için Paula ve Alves yöntemi ile Post-Keynesyen bir dışsal kırılganlık endeksi oluşturulduğunda, dönemsel gelişmeler ile tutarlılık ile döviz kurlarında, dış faiz oranları ve küresel risk algısında finansal kırılganlığın arttığını söyleyebiliriz. Çünkü Türkiye de ekonomi kronik cari açık problemi yaşadığı için yüksek düzeyde dış finansmana ihtiyaç duymaktadır. İhracatın ithalatı karşılama oranı ve Merkez Bankası'nın uluslararası rezervlerinin kısa vadeli borç stokunu karşılama oranı düşük düzeydedir. Esnek kur rejimine rağmen, MB'nın piyasaya dolaylı ve doğrudan müdahaleleri vardır, yüksek düzeyde dış ticaret açığı ve cari açık bulunmaktadır ve sermaye akımlarının "ani duruş" (sudden stop) problemine önemli ölçüde duyarlılık göstermektedir.

Minsky'nin hipotezine en fazla eleştiri ise İngiliz iktisatçı Garry Dymski den gelmiştir. Öncelikle Minsky’nin, sadece kapalı ekonomide çalışması nedeniyle cari işlemler açığı ve yabancı sermayenin önemini vurgulamamasını ciddi eksiklik olarak görür. Borç&gelir ve bilanço eşitsizliklerinin varlık fiyatlarına olan etkisini göz ardı ettiğini söyler. Analizi çok genel bulur. Varlık fiyatlarında balon oluşumunu ise sermaye akımlarını yatırımlara dönüştürebilecek kurumsal mekanizmaların kontrollerinin yetersiz olmasına bağlar.

J. Schumpeter

20. yüzyılın henüz başında ortaya attığı değişik ve ilgi çekici görüşleri ile iktisat bilimine farklı bir bakış açısı getiren Joseph Alois Schumpeter ekonomik kalkınma sürecinin nasıl tanımlanacağı üzerinde durmuş, özellikle yeniliklerin ve girişimcilerin önemine dikkat çekmiştir. Schumpeter’in kapitalizmin doğuşu, işleyişi ve gelişmesi ile ilgili analizleri kapitalist sistemin dinamizmini kavramak yolunda ortaya konmuş yaklaşımların en önemlisidir. Bir bakıma hem yenilik hem de girişimci kavramına yeni bir boyut getirmiştir. Öne sürdüğü görüşleri ile günümüzde de dünyada yaşanan ekonomik krizle birlikte adı en çok anılan iktisatçı olmuştur.

Schumpeter; “Kalkınma Teorisi Modeli”’ni, yenilik yaratma, satın alma gücü yaratma ve girişimci yardımıyla yenilikleri uygulama aşamaları olmak üzere üç temel aşama ile açıklamış, açıklarken de yenilik ve girişimci kavramlarının kalkınma sürecini nasıl etkilediğini incelemiştir. Ancak bu açıklamadan önce Schumpeter’in Kalkınma Teorisi’nin neo-klasik Teoriden ayrıldığı noktaları incelemek yerinde olacaktır. Schumpeter’in Kalkınma Teorisi ile Neo-klasik Kalkınma Teorisi temelde çok büyük farklılıklar göstermektedir. Schumpeter, Neo-klasik Teori’nin gözden kaçırdığı önemli noktalardan biri olan kalkınma ve büyüme kavramları arasındaki farkı üretim fonksiyonunu yeniden şekillendirerek ortaya koymuştur. Kalkınmayı büyüme ile eş tutan neo-klasik Teori, üretim fonksiyonunu sadece sermaye (K) ve işgücü (L) ile açıklamış, teknik bilgi ve organizasyonu veri kabul etmiş ve ölçeğe göre sabit getiriyi esas almıştır. Buna göre, Neo-klasik üretim fonksiyonu aşağıdaki denklemde gösterilmiştir.

Y=F(K, L) (1)

Kalkınma ile ilgili literatürde adı yenilik ve girişimci kavramlarıyla birlikte anılan Schumpeter’e göre ise; üretim işlemi kısmen maddi, kısmen de gayri maddi unsurlardan meydana gelmiştir. Maddi unsurlar yönünden ele alındığında temel üretim faktörleri olan sermaye (K), işgücü (L) ve toprak (N) dikkate alınmıştır. Neo-klasiklerden ayrıldığı nokta olan gayri maddi alanda ise teknoloji (T) ve sosyo ekonomik unsurlar (U) yer almıştır. Schumpeter, dinamik bir analiz çerçevesinde teknolojik ve sosyal faktörlere çok büyük önem vermiştir. Schumpeter’in üretim fonksiyonu aşağıdaki denklemde gösterilmiştir.

Y = f (K, L, N, T, U) (2)

Schumpeter bir ekonominin dinamik gelişimini etkileyen etkenleri iki gruba ayırmanın yararlı olacağını düşünmüştür. Bu şekilde büyüme ve kalkınma kavramları arasındaki fark da gün yüzüne çıkarılmıştır.

Faktör mevcutlarındaki değişmenin etkilerini denklemdeki ilk üç unsur yani sermaye, işgücü ve toprak simgelemektedir. Bu üç unsur Schumpeter tarafından büyüme unsurları olarak adlandırılmıştır.

Üretim fonksiyonundaki son iki unsur olan teknoloji ve sosyo ekonomik unsurlar ise Schumpeter tarafından kalkınma ve gelişmenin unsurları olarak tanımlanmıştır. Tüm bunların yanında, ayrıca Schumpeter kalkınmanın kesintisiz bir süreç olduğu yolundaki Neo-klasik görüşü benimsememiş, aksine kalkınmanın yeniliklere bağlı kalacağını ve sık sık duraklayacağını savunmuştur. Ekonomik evrimin ve dolayısıyla gelişimin akış kanalları içinde kendiliğinden ve süreksiz olarak dengenin sarsılması, kayması ve yeniden başka bir noktada kurulması seklinde oluştuğunu iddia etmiştir.

Kalkınma Teorisi ve Yenilikler

Ekonomik hayatta önemli bir güç olan yenilik kavramı J.A. Schumpeter’in ilgilendiği konuların basında gelmektedir. Onun çözümlemesinin bir sonucu olarak yenilik, fikrin ele alınışındaki değişiklik ve ekonomik sürece yeni mallar ve kaynak bileşimleri sokulmasıyla ilişkilendirilmeye başlanmıştır. Schumpeter, yenilik olgusunu teknik gelişme veya yeni kaynakların keşfi olarak tanımlamıştır. Daha genel bir ifade ile üretim fonksiyonunda meydana gelen ve (henüz keşfedilmemiş olanlar dâhil) mevcut üretim faktörleri ile yaratılmakta olan hâsılayı artıran herhangi bir değişme yenilik olarak kabul edilmiştir. Klasik ve en önemli kitabı olan Ekonomik Kalkınma Teorisi’nde yeniliği sınıflandırarak beş değişik yenilikten söz etmiştir:

1. Piyasaya yeni bir mal veya mevcut bir malın yeni bir tipinin veya kalitesinin getirilmesi,

2. Yeni bir üretim tekniğinin kullanılması (Bu yeni tekniğin daha henüz keşfedilmemiş olması şart değildir. Burada önemli olan bu tekniğin yeni uygulanıyor olmasıdır),

3. Yeni bir piyasanın açılması,

4. Yeni bir hammadde yahut yarı mamul kaynağının bulunması,

5. Herhangi bir sektörün organizasyonunda yapılan bir değişiklik.

Schumpeter, yeniliklerin mevcut firmalar tarafından değil fakat var olan kaynaklar kullanılarak ortaya çıkarılacağını kabul etmiştir. Burada önemli olan yenilikler ile keşif ve icatlar arasındaki farkın göz ardı edilmemiş olmasıdır. Yenilikler herhangi bir keşif veya icadın ticari alanda uygulanmaya başlamasını ifade etmektedir.

Kalkınma Teorisi ve Girişimci

Firmanın yenilik yaratmak için ihtiyaç duyduğu krediyi sağlamanın iki yolu bulunmaktadır. Birinci yol, sermaye sahibinin yeniliği doğrudan kendisinin karşılamasıdır ki bu tip sermayedara serüvenci sermayedar denilmektedir. İkinci yol ise, firmanın gerekli kaynak için finans kurumlarına başvurmasıdır. Schumpeter, yeniliğin yönetimini bu şekilde üstlenen ekonomik aktörlere girişimci adını vermektedir. Belli bir meslek adamından çok bir görevi üstlenen kişi olan girişimci, yenilikleri uygulamak, gerekli yatırımları yapmak ve bu yatırımlar sonucu ortaya çıkan risklere katlanmak zorundadır.

Schumpeter, Kalkınma Teorisi’nde, sermayeyi yaratan etkenin yeni satın alma güçleri olduğunu savunmuş ve yeni satın alma gücü yaratılmasını modelinin ikinci aşaması olarak belirlemiştir. Modelin son aşamasında ise, yenilikçi sağladığı tüm kredi ve kaynaklarla yeni bir üretim tekniği oluşturmakta ve bu tekniği üretim sürecine dâhil etmektedir. Bu anlamıyla girişimcinin karar süreci kar maksimizasyonu odaklı Neo-Klasik karar sürecinden ayrılmaktadır. Schumpeter’in girişimcisi için “yeni” sonucunda ortaya çıkacak olanlar ancak hayal edilebilir düzeydedir. Yeni bir plan ve uygulama ile ortaya çıkmak ile adet olan yöntemle hareket etmek; bir yol yapmak ile yolda yürümek kadar birbirinden farklıdır. Schumpeter, bu noktada girişimcinin borç alarak yeni bir ürün veya teknik yaratıp, hala nasıl kar elde edebileceğini sorgulamış ve cevabı yine sistemin içinde bulmuştur. Bankadan borçlanma yoluyla veya serüvenci sermayedarın para yatırmasıyla yaratılan yeni satın alma gücü yani kredi ekonomik sistemi etkilemektedir. Piyasaya enjekte edilen yeni satın alma gücü her şeyin ötesinde fiyat düzeyi üzerinde etkili olmaktadır. Teknolojik yenilik ise girişimciye maliyet avantajı sağlamaktadır. Girişimcinin kârı, maliyetlerin üstünde kalan bölümden oluşmakta ve girişimci açısından harcamalarla satış tutarları arasındaki fark olarak ifade edilmektedir. Schumpeter, bu durumun Walras’ın döngüsel akışındaki dengede var olmadığını öne sürmüştür. Döngüsel akışta toplam satışlar maliyetleri ancak karşılayacak kadardır ve dengede üreticiler ne kar elde etmekte ne de zarar elde etmektedirler. Ancak, Schumpeter’e göre girişimci başarılı olduğu takdirde döngüsel akıştaki elemanlara göre daha üstün olan teknoloji gibi yenilikleri kullanmakta ve elde ettiği toplam gelir her zaman toplam maliyetlerinin üstünde oluşmaktadır. Sonuçta ekonomide yaratılan net kredi gelişmeden kaynaklanmaktadır.

Dengenin bozulması, net girişimci karı, net kredi, ekonomiyi yeni bir dengeye doğru yönlendirmiştir. İlerleyen dönemde yeni iş sahasında oluşan karların cazibesi diğer firmaları da bu sahaya çekecektir. Endüstrinin yeniden yapılanmasına neden olacak bu oluşum demode iş sahalarına üstün gelerek onların yok olmasına ve muhtemelen işsizliğe sebep olacaktır. Bu ilerlemelerin sonucunda ekonomi yeni bir dengeye ulaşacaktır. Schumpeter bu süreci Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi adlı kitabında yaratıcı yıkım süreci olarak adlandırmıştır. Kapitalizm açısından hayatı önem taşıyan yaratıcı yıkım süreci şu şekilde özetlenmektedir:

1. Piyasada yeni olan ürün hali hazırda var olan ürünlerin talebinden çalacaktır.

2. Yeni ürüne eski rakiplerine oranla daha yüksek fiyat uygulanabilmektedir.

3. Ürünün ilk taklitçileri her fiyatı kabul etmeye hazır olacaklardır.

4. Ürün standartlaşmaya, sıradanlaşmaya başlayınca fiyatlar önemli ölçüde düşecektir.

5. Piyasa paylarını koruyabilmek için devamlı bir gelişme gerekmektedir. Başlangıçta yeni olan ürünün yerini hep daha gelişmiş olan başka bir ürün alacaktır. Bu şekilde yaratıcı yıkım süreci işleyecektir.

Schumpeter, Kondratieff’i takip ederek yaklaşık elli yıllık gelişme dönemlerini döngüler veya devreler olarak tanımlamıştır. Tüm bu devreleri araştırma ve yenilikleri kapsayan teknolojik değişim dalgalarının toplamını ise “ardışık sanayi devrimleri” olarak adlandırmıştır. Schumpeter, konjonktür teorisini 1939’da yayınladığı İktisadi Döngüler adlı kitabında açıklamıştır. Bu teoriye göre, yenilikler olmazsa, ekonomik yaşam, durgun denge halinde kalacak, döngüsel akımlar her yıl aynı şekilde ve aynı büyüklükte yaşanmaya devam edecektir. Sonuçta, kar ve faiz olguları yok olacak ve servet birikimi duraklayacaktır. Ancak girişimci, kar güdüsü ile hareket ettiği için yenilik yaratarak bu durgun durumu ekonomik kalkınmanın dinamik sürecine dönüştürecektir. Bunun içinde, geleneksel dairesel akımı değiştirerek emek ve toprağı yatırıma yönlendirecektir. Ayrıca, bu süreçte yaratılan tasarruf miktarı yeterli olmadığı için kredi kaynaklarına başvuracaktır. Böylece ekonomik sistemin içinde, dinamik bir hareketlik yaratacak bir kaynak ortaya çıkacaktır.

Schumpeter’in konjonktür teorisinde artık dalgalanmalar dairesel değil devresel hale gelmiştir. Ekonomide dalgalanmalar; refah, durgunluk, bunalım ve canlanma olarak dört ayrı safhada incelenmektedir. Bu süreç içerisinde yatırımlar esas olarak refah safhasına geçişi ifade etmektedir. Ekonomi yüksek konjonktür noktasında yani refah safhasında, bir taraftan kredi ile finanse edilen yeniliklerin faktör fiyatlarının artması; diğer taraftan, teknik yenilikler nedeniyle piyasaya çıkan üretim sonucu mal fiyatlarının düşmesi ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu devrede finansman sağlamak için yeni talepler olmayacağından, mal fiyatları ile faktör fiyatları arasındaki ilişki yenilikleri kararsız hale getirmektedir. Bu safhada ekonomide zararlar ortaya çıkacak ve maliyet fiyat dengesi yeniden sağlanıncaya kadar ekonomi bir durgunluk devresi içine girecektir. Tüm bunların ardından bambaşka bir yenilik dalgası ortaya çıkacak, ekonomi canlanacak ve devresel dalgalanma yeniden başlayacaktır. Schumpeter’e göre, her konjonktür döngüsü hem o dönemdeki teknolojik farklılıklar hem de yaşanan tarihsel olayların farklılığı nedeniyle birbirinden farklıdır. Schumpeter her dalganın benzersiz hareketini incelemekle beraber aynı zamanda da bu dalgalanmaları yaratan sistemin özelliklerini incelemeye çalışmıştır. Kondratieff’ten farklı olarak, uzun dalgalar için bir teori oluşturmuştur. Schumpeter bir sektörde meydana gelen yeniliklerin sektörün maliyetlerini azaltarak fiyatlarda düşüş yarattığını ve reel ücretlerin yükselmesine neden olduğunu savunmuştur. Dolayısıyla kapitalist büyümenin motorunun teknolojik yenilikler olduğunu belirtmiştir. Schumpeter’e göre, yenilik tabanlı bir refah süreci durgunluğa yol açacaktır. Durgunluğu bunalım dönemi izleyecek ve ardından canlanma başlayacaktır. Schumpeter kapitalist sistemde bulunan dalgalanmaları uzunlukları bakımından da incelemiş ve bu sistemde 3 değişik tip dalgalanma bulunduğunu ifade etmiştir:

1. Kitchin Dalgaları: Genellikle 3-4 yıl süreli kısa devresel dalgalanmalardır.

2. Juglar Dalgaları: 7-11 yıl süreli devresel dalgalanmalardır.

3. Kondratieff Dalgaları: 50 -60 yıl süreli uzun devresel dalgalanmalardır.

Schumpeter’e göre uzun dalgaların içerisinde 10 yıllık altı ayrı dalgalanma mevcut olabilir. Bu dalgaları Juglar Dalgaları olarak tanımlamaktadır. Ayrıca Juglar Dalgaları içerisinde de 40 aylık 3 ayrı dalgalanma da bulunabilir bunlara da “40 Aylık Dalgalanmalar” ismini vermiştir.

(Devam Edecek)

Araştırmacı Yazar, Akademisyen Yiğit KÖYMEN
Araştırmacı Yazar, Akademisyen Yiğit KÖYMEN
Tüm Makaleler

  • 31.08.2024
  • Süre : 8 dk
  • 118 kez okundu

Google Ads