Adalet Dendiğinde Ne Anlıyoruz veya Ne Anlamalıyız?
Hukuk bir toplumun kurumsallaşmasının en önemli basamaklarından biridir. Eğer bir devlet yapısını ortaya koyan hukuk adalete uygunsa burada insanların adalete, dolayısıyla hukuka ve genelde de devlete olan güveni tam olacaktır. Bu güven ise devleti yönetme işlevini üstlenen yöneticilerin meşruiyetini sağlayacaktır.
Sevgili dostlar, yaşamımızda bazı zamanlar vardır. Kalabalıkların arasında oradan oraya savrulurken buluruz kendimizi. Neden yaşadığımızı sorgulamaya başlar, yaşadıklarımızı anlamlandırmaya çalışırız. Belki de en temel sorun, yaşadıklarımızda bir anlam arama arayışıdır. Ben hayatı akan bir nehrin üzerinde tek kişilik kanoyla yapılan bir seyahate benzetirim. Mevcut koşullarda o nehrin akışına karşı koymanız imkânsızdır. Tek belirleyebildiğiniz, kanoyu kullanma becerinize göre, nehrin sakinleştiği yerlerde dinlenme süreleri yaratmak, nehrin hızlı aktığı yerlerde yolculuğunuzun denize ulaşmadan sonlanmaması için kürek darbeleriyle bir kayaya çarpmaktan kurtulmaya çalışmaktır. Ama bilirsiniz ki, o nehir, daha önce görmediğiniz, bilmediğiniz, ama varlığından emin olduğunuz bir denize dökülmektedir. Beyatlı’nın “Sessiz Gemi” şiirindeki gibi, o denize çok kişi ulaşmıştır ama hiç birinden haber almak mümkün olmamıştır. İşte belki bundan dolayı daha farklı anlamlar aramak bizi yorar. Belki de yolun sonu olduğunu bilmek ve nehrin tadını çıkarmaktan ibarettir hayat. Zülfü Livaneli bir şiirinde soruyla cevabı iç içe veriyor gibidir:
Bir insan ömrünü neye vermeli
Harcanıp gidiyor ömür dediğin
Yolda kalan da bir yürüyen de bir
Harcanıp gidiyor ömür dediğin
Zaman zaman düşünürler, hayatın anlamı üzerine kafa yormuşlardır. Özellikle Hint felsefesi, bu alanda batı felsefesinden belirgin biçimde ayrılır. Hint felsefesinde dinin ve mistizmin etkisi belirgindir. Yine de tek bir düşünce akımı gibi görülemez. Kendi içerisinde zıt kavramları da barındırır. Bunun yanda doğu felsefesinde de yaygın bir kavram olarak kullanılan, temelleri Taoizm’e dayanan “Wu Wei” kavramı, çabasız eylemi tanımlamak için kullanılır. Bu felsefeye göre, hayat bir akıştır ve “bir şeyi oldurmak için doğal akışa karşı çıkmamak” gerekir. “Wu Wei, içinde bulunduğumuz durumu ve o durumun gerekliliklerini yalnızca fazla çabamızı bir kenara koyarak fark edebileceğimizi ve bu şekilde akışla uyumlanarak enerjimizi serbest bırakabileceğimizi savunur”(1). Bazen bir şeyi anlamak için harcadığımız gereksiz çaba, bizi bütünü anlamaktan da alıkoyabilir. Aslında günümüzde ideolojilerin ve dinin yaptığı da bundan farklı değildir.
Yirminci yüzyılda yaşamış düşünürlerden Jiddu Krishnamurti, benzer yaklaşımı “seçimsiz farkındalık” olarak tanımlamıştır. Neticede o da, insanın geçmiş yaşantısının birikimlerinin seçimi etkilediğini, seçimlerin enerjimizi boşa harcamamıza neden olduğunu, bu anlamda seçimlerimizin özgür olmadığını, ancak seçim yapmak yerine yaşadıklarımıza ilişkin yüksek bir farkındalık geliştirmemiz gerektiğini anlatmaya çalışmaktadır. Bu farkındalık sayesinde hayatın akışına uyum sağlamak mümkün olabilecektir.
Şüphesiz ki, uyum canlıların evriminin anahtar kelimesidir. Bu açıdan bakıldığında eğer insan doğadaki diğer canlılar gibi daha yaşamsal olan güdülerle hareket eden bir canlı olsaydı, bir yaprağın damarlı yapısını düşünerek bir ağaç altında kendinden geçip, bunlara düşünsel bahaneler üretme lüksüne sahip olamazdı. Ancak daha yaşamsal olanın kendi içerisinde bir akışı barındırdığını düşünebiliriz. Yani düşünürlerin ifade etmeye çalıştığı şeyler; dünyadan uzaklaşıp ruhani bir dünyada kaybolmamız için sunulmuş reçeteler değil, tam aksine, nehrin akıntısının farkında olmaktır. Bu nedenle, hiçbir düşüncenin doktrine edilmemesi gerekir. Evet, o akıntıdan kurtulamayız ama etraftaki güzelliklerin farkında olabiliriz, bir kayaya çarpmaktan kurtulabiliriz.
İnsan yaşantısını, diğer canlılardan daha karmaşık hale getiren etkenler söz konusudur. Genellikle hayatımızda varlığının çok farkında olmadığımız ama bütüncül olarak yaşadığımız çevreyi şekillendiren birçok kavram vardır. Örneğin biyolojik bir canlı olarak bizim yaşamamız, devlet ve demokrasiye ya da adalete bağlı değildir. Ama bu kavramlar bize öyle bir yaşamsal çerçeve belirlemiştir ki, onlar olmadan yaşamak çok zordur. İşte bu kavramlar, nehir metaforumuzdaki engelleri, suyun akış hızındaki değişimleri betimlemek için de kullanılabilir. Kendi kanomuzda yalnız olsak da aynı nehirde seyahat ediyor olmanın kuralları vardır. Kurallar sadece kendi davranışlarımızdan sorumlu olmadığımız anlamına da gelir. Şimdi kavramsal alandan biraz daha somut alana gelebiliriz. Artık hukuksal bir yapıdan söz ettiğimizde, bu hukuk kurallarını koyabilen bir üst otoritenin de varlığı gerekir.
Hukuk kavramı tartışmalarında yasaların doğal olana uygun olmasını savunan “doğal hukuk” anlayışı önemli bir yer tutar. Doğal hukuk anlayışının temelinde ise adalet kavramı bulunmaktadır. Diğer bir ifadeyle bu anlayış, yasaların adalete uygun olmasını savunur. Hukuk bir toplumun kurumsallaşmasının en önemli basamaklarından biridir. Eğer bir devlet yapısını ortaya koyan hukuk adalete uygunsa burada insanların adalete, dolayısıyla hukuka ve genelde de devlete olan güveni tam olacaktır. Bu güven ise devleti yönetme işlevini üstlenen yöneticilerin meşruiyetini sağlayacaktır. Diğer bir ifadeyle adalet yoksa güven yok olacak, dolayısıyla meşruiyet ortadan kalkacaktır. Elbette sayısız konuyu basitleştirerek birbirine bağladığımın farkındayım. Ama burada adaletin anahtar rolünü anlatabilmek adına bu basitleştirmeyi yapmayı zorunlu gördüm.
Adalet kavramı da meşruiyet gibi, sadece hukuktan ibaret olmayan bir kavramdır. Yani siz yasaları usulüne uygun çıkarsanız bile, o yasalar adaletsizlik üretebilir. Ya da yasalar size yönetme görevinde bulunma hak ve yetkisini veriyor olsa bile, meşruiyetiniz tartışılır hale gelebilir. Eminim ki, herkesin aklına toplumun günlük yaşantısından birçok örnek geliyordur. Ama bu yazıyı biraz daha kavramsal düzeyde tutmaya çalıştığım için örnek olayları ele almamayı daha doğru buluyorum.
Adalet kavramı, devlet yönetimi üzerine yazılan metinlerde çok temel bir konuma sahiptir. Ancak sorun adaletin savunulmasına geldiğinde, bu görev sanki sadece kurumsal bir yapı olarak devletin görevi gibi algılanır. Oysa felsefe tarihinde meşruiyetini yitirmiş hükümdara karşı direnmenin (hatta isyan etmenin) bir hak olduğunu savunan düşünürler mevcuttur. Yasalarla bu hakkı yasaklayarak meşruiyetini yitirmiş bir yöneticiye karşı toplumun sessiz kalmasını beklemek, en hafif tabiriyle egemenlik hakkının gaspıdır. Tıpkı doğada olduğu gibi devlette de mutlak eşitlik beklemek gerçekçi değildir. Ancak adalet, evrende akışın doğal bir sonucu olarak görülmelidir. Doğal olarak da adaletsiz olan hiç kimse, yasaların ardına sığınamaz.
Devleti yönetme görevi olanların adaletsizliğine karşı gösterilen tepkinin iki farklı biçiminden söz edebiliriz. Birinci davranış biçimi, adaletsizliğe karşı tartışmasız bir karşı duruştur. Bu karşı duruşu gösterecek insanın farkındalığı yüksektir. İkinci davranış biçimi, önemsememe ya da devleti yönetenlerin yanında yer almaktır. Birinci davranışı gösterenlerin etkili olduğu toplumlarda yöneticiler toplumun hizmetkârıdır. Yasalar adaleti sağlamak için vardır. İkinci davranışı gösterenlerin ağırlıkta olduğu toplumda ise halk yönetimin kulu, kölesidir. İkinci durumda yönetim, yasalarda ne yazarsa yazsın adaletsiz davrandığında tepki görmeyeceğini bildikçe kendinde daha fazla adaletsizlik için güç bulur. Kendisini destekleyen asalak kitleyle simbiyotik bir ilişki geliştirir. Yasalar bu hastalıklı simbiyotik ilişkiyi korumak için vardır. Yönetenler bu şekilde meşruiyetini koruduğunu sanabilir. Ama nehir akmaktadır. Suyun devasa gücü, çıkarları uğruna kanosunda kürek sallayan asalakların önüne çıkabilecek kayalıkları gizler. Sonra bir anda her şey biter.
(1) https://livetobloom.com/wu-wei-ve-taoizm-ile-hayatimizi-nasil-iyilestirebiliriz/