Birey Olmanın Erdemi ya da Tebaa Olmanın Dayanılmaz Hafifliği
Batı birey diyor, bireyin anayasal hakları güvence altına alınmış bireysel hak ve özgürlükleri diyor. Biz ise birey demekle birlikte bireyi tebaa gibi algılıyoruz. Esasında öyle algılamak istiyoruz. Devleti de baba gibi görüyoruz. Dolayısıyla baba artık ne verirse onunla yetiniriz mottosunu kendimize ilke ediniyoruz.
Batı "sivil toplum" diyor, bireyin sivil toplum örgütlerinde kurumsallaşarak hak aramasını ilkesel bir norm haline getiriyor. Biz ise sivil toplumu "öcü" gibi görüyoruz. Sivil toplumdan devlet söylemini kurumsallaştıranları anlıyoruz. Vakıf ve dernekler topluma yararlı bir hizmet geliştirmek için kurulmuş bu yasal toplulukların devlet güdümünde çalışması gerektiğini, devletin propaganda aracı olarak devleti adeta tamamlayıcı bir rol üstlenmesi gerektiğini sanıyoruz. Herkese yardım etmek için kurulmuş olması gereken sivil toplum kuruluşlarımız, bir anlamda Batıda gördüğümüz örneklerinin yerini alamıyorlar. Toplumun gelişiminin, sivil (medeniyet) görüşlerin gelişimine katkı sunamıyorlar.
Bu yönüyle baktığımızda, demokrasi kültürü ile yoğurulmuş toplumlarla, baskıcı toplumlar arasındaki ince ayrımın tekil şahsiyetler üzerinden tarifidir birey ya da tebaa olmak meselesi. Osmanlı düzeni içinde, padişah mülkün yegâne sahibidir. Padişahlık mülkü üzerinde varlık bulan canlı, cansız her bir varlık padişah ya da halife hazretlerinin mülküdür, sahibidir. Dolayısıyla mülkün sahibi bütün mülk sahiplerinin sahiplik yaptıkları mülkler üzerinde olduğu gibi sınırlarını bizzat kendilerinin belirlediği ya da sahipliğe sınır koymaya gerek duymadıkları bir anlayış üzerinden kendini var ederek muktedir kılıyordu. Sahip olana yani muktedire karşı şahsiyetin, yani tebaanın bir tek hakkı vardır, o da biat ve koşulsuz itaat etmektir.
Bu biat ve itaat kültürünün 600 yıllık varoluşunu Osmanlı düzeni dahil birçok anti-demokratik ve teokratik toplumlarda görmek mümkün. Bunun karşı cephede varoluşu ise birey olmak üzerinden okuma yapmaktır. Batı toplumları birey kimliği üzerinden insanı tarif ederek bir farkındalık yaratmışlardır. En hafifinden toplumsal yasaları ile bunu güvence altına almışlardır. 1215 yılında, yani tam sekiz asır evvel adına Magna Carta dedikleri büyük özgürlük fermanı ile İngiliz Kralı ilk kez halka karşı yetkilerini sınırlayarak halka bazı hak ve özgürlükleri tanımış. İşte o gün bugündür, batı dünyasının hemen bütün anayasalarına, toplumsal sözleşmelerine Magna Carta analık yapmıştır.
Magna Carta’nın ufuk belirleyiciliği üzerinden de batı, birey olmanın erdemini tadarak, bireyin hak ve özgürlük isteklerinden asla taviz vermemiş. Bugün bu iki dünya üzerinden okuma yaptığımızda; bir yanda tebaa ve tebaalık üzerinden itaat ve biat meselesi topluma adeta ilahi adalet gibi empoze edilmekte, diğer yanda ise, soran, sorgulayan, tatmin oluncaya kadar sorularını sormayı sürdüren hak talepkârı birey durur. Bu iki eksen arasında ince bir kırılma noktasıdır aslında ülkemizin şu anda içinde bulunduğu konumu ya da konumsuzluğu.
Türkiye’de insanın durumu, 1920'lerle birlikte genç bir Cumhuriyet olmaya karar verip, 1860 Tanzimat Fermanı’ndan bu yana Batının çeviri odasından yüzünü Batıya döndürmeye ahdetmiş, ama yeterince vücut bulamamış bir yapı bizimkisi. Cumhuriyet rejimi ile birlikte batının asgari hukuk normları ile yönetim modeli oluşturulmaya çabalandı. Hepimiz biliyoruz, zaman ve mekân boyutu içinde hayli tökezlemeler yaşayan bir sistemle karşı karşıyayız. Öylesine bir tuhaf sistemsel yapı ki bu, 60-70 ve 80 askeri darbeleri, yetmezmiş gibi, sonuncusunu 15 Temmuz’da yaşadığımız başarılı olamamış darbe girişimlerine maruz kalabiliyor. Sıkıyönetim ve olağanüstü hâl rejimleri, kanun hükmünde kararnamelerin kanun çıkarmanın yerini aldığı yönetim modelleri. Ve bütün bunların 100 yıllık periyodu içinde demokratik yönetimin adeta istisna, muhafazakârlık dediğimiz baskıcılığın ise geçer akçe olduğu bir düzenin varlığından, üzerimize çöken ağırlığından söz ediyoruz.
Batı birey diyor, bireyin anayasal hakları güvence altına alınmış bireysel hak ve özgürlükleri diyor. Biz ise birey demekle birlikte bireyi tebaa gibi algılıyoruz. Esasında öyle algılamak istiyoruz. Devleti de baba gibi görüyoruz. Dolayısıyla baba artık ne verirse onunla yetiniriz mottosunu kendimize ilke ediniyoruz. Batı toplumları, bireyleri ise bıkmadan usanmadan hak ve özgürlüklerini savunacak en mükemmel yasalarla devletlerinin gelişiminde aktif rol alıyorlar. Devletleri de onları baskılamayı aklından bile geçirmiyor, yasalar devleti yönetenlerin, iktidar sahiplerinden böyle ‘kötü düşünceleri’ akıllarından geçirmesine izin vermiyor. Bu iklim ortamında da bireylerin sivil toplum örgütlerinde kurumsallaşarak hak aramasını ilkeselleştiriyor.
Biz ise hâlâ sivil toplum söyleminden devlet söylemini kurumsallaştıranları anlıyoruz. Gözle görülür bütün bu ayır edici belirgin farka rağmen de arafta durmakta ısrar ediyoruz. Ne yardan oluyoruz ne de serden. Devletine biat etmesini yurttaştan beklerken, Avrupa kapılarından adalet beklemesini de yasal mevzuat gereği kabullenmek durumunda kalıyoruz.
Belki bu bir geçiş dönemidir, ama hayli sancılı geçiyor. Çok canımız yanıyor. Doğal olarak bütün bu yaşatılanlar, yaşadıklarımız toplumsal travmaya sebep olabiliyor. İşin açıkçası hiçbir hukuki mevzuatla açıklanabilir, tarif edilebilir tarafı da yok içinde bulunduğumuz açmazın. Zamanın ve haklılığın en kuvvetli etken olmasından gayrı!
Sevgi, saygı ve birey olmanın erdemiyle kalın