Ayna: Baktığınızda Kendinizi Göreceksiniz
Almanların çocuklarını yetiştirirken sabırlı olmayı öğretiyor. Bizim inancımız da bize aceleciliği öğütlemiyor, bilakis sabretmeyi öğütlüyor. Aynayı şöyle kendimize tuttuğumuzda toplum olarak acaba nerede yanlış yapıyoruz diye sorgulamamız, düşünmemiz gerekiyor. Almanlar mı Müslüman yoksa Türkler mi? Roller neden değişmiş olabilir?
Ayna denilince aklımıza ışığı yansıtan, varlıkların görüntüsünü veren, cilalı ve sırlı cam gelir. Halk arasında “aynalar yalan söyler” deyimi yaygındır. Ancak Aynalar doğruları söyler, sadece görüntüleri ters çevirerek gösterir.
Bizler de hayata ayna gibi bakmalı ve görmek istediklerimizi anlayabilmek için görüntüleri ters yüz ederek sorgulayıcı bir anlayışla hareket etmemiz gerektiğine inanıyorum.
Şüphesiz sizlere uzun uzadıya bildiğiniz aynayı anlatacak değilim ancak hayatta karşılaştığımız olaylara ve yaşadıklarımıza hep birlikte ayna tutalım istiyorum.
Nasıl aynaya baktığımızda daha hoş, daha güzel görünmek için fiziksel görünümümüzde değişiklikler yapıyorsak, Toplumsal Olaylara ayna tuttuğumuzda da bizleri rahatsız eden, vicdanımızı huzursuz eden olaylarda da değişiklik yapma hakkımızı kullanmalıyız düşüncesindeyim. Her şeye gücümüz yetmeyebilir ama karınca misali tarafımızı belli ederek en azından bulunduğumuz ortamda yanlış yapanları yalnız bırakabiliriz kanaatindeyim.
İnsanoğlu Âdem ile Havva’dan bu yana hep bir savaş, bir mücadele içindedir ve bu mücadele kıyamete kadar da maalesef devam edeceğe benzemektedir.
Hepimiz yaşadığımız hayatta gördüğümüz veya içinde bulunduğumuz olaylara yönelik hep bir eleştirel yaklaşım sergileriz. Zira biz insanlar çoğunlukla elimizdeki, avucumuzdaki şeyden memnun olmayan, her zaman en iyiyi elde etme arayışında olan varlıklarız. Doğamız böyle.
Derler ki insanoğlu cenneti görüp dünyaya gelmiş bir varlıktır. Onun için bu dünyada gördüğü her şeyi öyle kolay kolay beğenmez, hep en iyiyi en mükemmeli ister. Gerçekten de insanoğlu tatminkâr bir yapıya sahip olsaydı ve daha iyiyi isteme gayretinde olmasaydı, şu anda insanlığın eriştiği yüksek teknolojik seviyeye erişemezdik. Örneğin dünya dışına çıkmayı, uzayda hayat var mı diye araştırmalarımızı yoğunlaştırmayı, dünya dışında yeni yaşam ortamları kurgulamayı düşünemezdik.
Bu çerçevede her insan hayatını bir süzgeçten geçirir, hatta günlük yaşantısı içerisinde akşam olduğunda hayatını farkında olarak veya olmadan sorgular. Kendini ve çevresini eleştirir, yeni yorumlar getirir.
İnancım odur ki hayatta eleştiri dediğimiz şey olacaktır. Eleştirmeden daha iyiyi daha güzeli bulamayız. Nihayetinde eleştirel bakış olumsuzlukları bir kenara koyarak ilerlemeyi, başarıyı getirdiği takdirde anlam kazanır, yaşantılarımıza fayda katar.
Olumsuzlukların bir kenara bırakılması bana “Güneşi Beklerken” isimli televizyon dizisini hatırlattı. Dizinin başrol oyuncusunun babası ile ilişkisi hiç iyi değildi ve hiçbir konuda anlaşamıyorlardı. Başrol oyuncusu Kerem karakteri “- Ben babamdan çok şey öğrendim.” dediğinde bir anlam verememiştim. Ancak devam eden konuşmasında “- Ben babamdan çocuğumla ilgilenmem gerektiğini öğrendim” demişti. Dizide geçen bu kısa konuşma beni düşündürdü, olumsuz durumlardan olumlu bir sonuç çıkarmanın mümkün olabileceğine ilişkin hatırlatıcı bir rol oynadı.
Eleştiri denilince aklıma şu çokça bilinen bir hikâye geldi. Hindistan’da “Renklerin Ustası” anlamına gelen Ranga Guru adında bir ressam varmış. Bu ünlü ressamın bir öğrencisi eğitimini tamamlamış, son resmini yapıp hocası Ranga Guru’ya götürmüş ve resmini değerlendirmesini istemiş. Ranga Guru resme bakmış ve şöyle demiş, “Sen artık büyük bir ressamsın, resmini halk değerlendirsin. Bu resmi al, şehrin kalabalık bir meydanına as. Yanına da bir kımızı kalem ile şu yazıyı bırak: Lütfen beğenmediğiniz, yerlere çarpı koyunuz.”
Öğrenci kendisine söyleneni yapmış ve birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki, emeğini ve yüreğini ortaya koyarak yaptığı güzelim tablonun üzeri kırmızı çarpılarla dolmuş, tablo kıpkırmızı olmuş. Öğrenci doğal olarak bu duruma çok üzülmüş. Tabloyu almış ve üzüntüyle hocasına götürmüş. Ranga Guru, öğrencisine üzülmemesini söylemiş ve aynı resmi yeniden yapıp yanına da yağlı boya ve fırçayla birlikte şu yazıyı not olarak bırakmasını söylemiş: “Lütfen beğenmediğiniz yerleri düzeltiniz.”
Öğrenci birkaç gün sonra gidip bakmış, tabloya kimse dokunmamış. Bu duruma çok sevinerek durumu hocasına anlatmış. Ranga Guru şöyle demiş. “Sen ilk seferde belki de hayatında hiç resim yapmayan insanlara bir fırsat verdin ve onların acımasızca yaptıkları eleştirileriyle karşı karşıya kaldın. Bu duruma haliyle çok üzüldün. İkinci seferde ise onlardan senin resminde yaptığın olası hatalarının onlar tarafından düzeltilmesini istedin. Gördüğün gibi kimse düzeltmeye cesaret edemedi. Çarpı koymak, beğenmemek, karalamak herkes için çok kolaydır. İnsanoğlu başkalarında kusur aramada pek aceleci ve pek de acımasızdır. Düzeltme yapma konusunda ise geri durur, aceleci olmaz!”
Kıssadan hisse diyeceğim. Eleştiri yapılırken empati kurmalıyız. Toplumumuzda yaygın olan “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” huyumuzdan, davranışımızdan vaz geçmeliyiz. Geçmişi bile yargıladığımızda öncelikle o günün, o zamanın şartlarını psikolojisini düşünerek yargılamalıyız. Acımasız olmamalıyız. Kişilere veya olaylara olumlu pozitif yönde destek olabilmeliyiz. Bu da nihayetinde bir eleştiridir. Bu tarz olumlu, yapıcı eleştiriler bir toplumda, memlekette güzel şeylerin yapılabilmesi, ortaya çıkabilmesi için uğraş verenlere manevi güç verir. Daha güzel bir toplum, daha mutlu insanlarla birlikte yaşamak istiyorsak, bu toplum için emek verenlerin emeklerine saygı duymalı, hiçbir şey yapamıyorsak, onları manen teşvik edici güzel sözler söylemekten, onları yüreklendirmekten geri durmamalıyız.
İçinizden, “Hayır ben kimseyi eleştirmiyorum!” dediğinizi duyar gibiyim ancak eleştirmek doğaldır. Önemli olan olumlu ve/veya olumsuz tüm eleştirilerin iyiyi güzeli ve en doğruyu bulabilmek için yapılması gerektiği bilinciyle hareket edelim.
Yönetici çalışanlardan, işveren işçiden, vatandaş yerel veya bölgesel yönetimden, astlık üstlük ilişkilerinden bu tür ikilemleri çoğaltabilir veya tersine de algılayabiliriz. Hayatımızda var olan toplumsal konumlandırmalar, iş veya sosyal yaşam içindeki ilişkiler içerisinde insanlar sahip oldukları konuma göre birbirlerine karşı memnuniyetsizlik ve eleştirel bir yaklaşım içinde bulunabilirler. Bu da hayatın doğal akışının bir sonucu olarak görülmelidir.
Günlük yaşantımızda hepimiz televizyon izlerken, sosyal medyada, gazete vb. yayın organlarında tanıklık etmişizdir veya bizzat olayların içerisinde bulunmuşuzdur.
Sosyal medyada veya kitaplarda güzel sözleri, sevgi ve aşk üzerine yazılmış birçok yazıyı okumuş, yazmış ve hatta söylemişizdir. Ancak hayatta gördüklerimizin ve okuduklarımızın yaşamımızda etkilerinin olduğunu biliyoruz. Okuduklarımız hep sevgi ve paylaşım üzerinedir ancak hayatta karşılaştığımız üzücü olayların hep ana nedeni maddi ve manevi her yönden nefis ve egomuzla, kibir dünyamızla mücadelemizi kaybetmemizden kaynaklanır.
Apple Kurucusu Steve Jobs’un söylediği iddia edilen, sosyal medyada dolaşan sözlere baktığımızda temel olarak zenginlik, mutluluk ve ölüm korkusunun ele alınmıştır. Sağlığın ve mutluluğun değerinin maddi bir ölçüsünün olamayacağını, ailemizin, yakın çevremizin ve dostlarımızın kıymetini bilmemiz gerektiğini bize öğütlemektedir.
Belki çevrenizde “Allah beni zenginlik ile sınasın, gerisi yalan!” diyen insanları bile duymuşuzdur. Ancak başımıza bir felaketin gelmesine gerek yok. Örneğin bir yerimizin ağrıması bile tüm dünyamızı karartır, güzümüz hiçbir şeyi görmez olur. Bunu hepimiz yaşayarak öğrenmişizdir.
Hayatta her şeyi anlık yaşıyoruz kıymetini bilmiyoruz. Okuyor, görüyor ve geçip gidiyoruz. Empati kurarak yaşamıyoruz. Oysaki bu kısacık hayatta yaşadığımız olaylara ayna tutarak, gördüklerimize karşı empati ile yaklaşmanın bu dünyada daha iyi yaşamak adına bizlere çok şeyler kazandırabileceğine, daha mutlu bir yaşantımızın olabileceğine inananlardanım.
Televizyonlarda izlediğimiz, kimimizin eleştirdiği, bazılarımızın olumlu baktığı toplumsal olayların işlendiği programlar hiç istemesek de içinde bulunduğumuz toplumun kitle iletişim araçları üzerinden bize yansıması, bize ayna tutması olarak görülmelidir. Bunların yayımlanmaması, gösterilmemesi ise “yanlış şeylerin” olmadığı, yaşanmadığı anlamına gelmez. Sadece klasik “görmedim, duymadım, bilmiyorum” üçlemesi içinde kalarak, üç maymunu oynamaya devam etmiş oluruz.
Bizler halkının çoğunluğu Müslüman olan, en azından kimliğinde bu şekilde yazan insanların yaşadığı bir ülkede yaşam sürüyoruz. Örneğin İslam inancımıza, gelenek ve göreneklerimize göre sokak ortasında bir kadını rahatsız etmek normal karşılanmaz ancak hepimizin gördüğü, duyduğu ve bildiği üzere toplumumuzda kadınlara yönelik yanlış yapanlar hiç eksik olmaz. Hatta sokak ortasında bir kadının canına kıyılması veya zarar verilebilmesi en azından dinen günah değilmiş, normalmiş gibi bir algı hile kenardan olanı-biteni seyredenler varsa durum vahimdir. Kendisine zarar verilen çaresiz kadın kadar toplum da zarar görüyor demektir. Zarar gören kadın maalesef yaşamını yitirirken, esasında o kadına sahip çıkamayan toplum da ölüme doğru gidiyor, çürüyor demektir.
Toplumun büyük bir kesimi dini inançlarını büyüklerinden gördükleri veya toplum tarafından yönlendirildiği şekilde yaşamaktadır. Toplumun dini inancına yönelik ayna tuttuğumuzda da toplumdaki bireylerin en basit dini bilgilere sahip olmadığını, eksik kaldığını, inandığını iddia ettiği dinini bile iyice araştırıp öğrenme alışkanlığının bulunmadığını görürüz.
Çağımızda hurafelerin toplumlarca sahiplenilmesinin önemli bir nedeni din ve onun kaynakları hakkındaki bilgisizliktir. İslam, insanı okumak, öğrenmek, düşünmek ve araştırmak suretiyle inancını temellendirmeye, akıl yürütmeye, akletmeye, güç ve kabiliyetini kullanmaya davet eder. Bilgiye ulaşmanın kolaylaştığı çağımızda, tam aksine bilgiden uzaklaşmanın izah edilir bir yanı yoktur.
Toplum olarak bankalarda, hastanelerde vb. kurumlarda hep bir aceleci yanımız vardır. Sabrımız yoktur, bir an önce işimizi halledip orayı terk etme isteğimiz vardır. Trafikte de anlamsız bir hız ve aceleci yönümüz vardır. Uzun yıllar Almanya’da yaşamış bir dostum ile yapmış olduğum bir söyleşide, Almanların çocuklarını yetiştirirken her şeyden önce sabırlı olmayı öğrettiklerini söylemişti. Bizim dinimiz ve inançlarımız da bize aceleciliği öğütlemiyor, bilakis sabretmeyi öğütlüyor. Aynayı şöyle kendimize tuttuğumuzda toplum olarak acaba nerede yanlış yapıyoruz diye sorgulamamız, düşünmemiz gerekiyor. Almanlar mı Müslüman yoksa Türkler mi? Roller neden değişmiş olabilir?
Hepimiz toplumun aynasında yanlışları görürüz ancak hep bir kurtarıcı, sihirli bir değnek bekleriz. Nedense o gücü, o sorumluluğu kendimizde görmeyiz, görmek de istemeyiz. Yolda gördüğümüz bir pet şişeyi bile çöp konteynerlerine atmayız, belediyeden, ilgili çalışanlardan bunu bekleriz. Yanılıyor muyum aslında hepimiz küçük de olsa bir şeyleri düzeltebilir ya da yön verebiliriz.
İnsan ömrü her şeyi test edip doğruyu yanlışı görebilecek kadar uzun değildir. Gördüklerimizden, duyduklarımızdan ve okuduklarımızdan çıkarttığımız kazanımlarımızı kendi hayatımızı kolaylaştırmak, daha iyi bir toplumda yaşayabilmek, içinde bulunduğumuz toplumun toplumsal yaşamına katkı sağlayabilmek için kullanabiliriz.
Şöyle de bir gerçek var. Yanlışlar toplumda kabul gördüğünde siz doğru da olsanız yanlış olarak algılanırsınız ve siz istemeseniz de toplum tarafından yanlışa sürüklenirsiniz. Bir zamanlar toplumda yaygın olan “Benim memurum işini bilir, nasıl olsa af gelir vergiyi ödemeye gerek yok, ben devletten zengin miyim” gibi insanları arafta bırakan görüş ve yaklaşımlar, yanlış anlayışlar toplumumuzun hızla bozulmasına, güven ve dürüstlük kavramlarının aramızda yok olmasına neden olmuştur.
Yazımın başında da belirttiğim gibi yanlışlıkları veya olumsuzlukları, üzücü olayları hep çevremizde görür, duyar, anlık yaşar ve onu orada noktalarız. Bu olayları duyduğumuzda, gördüğümüzde acaba bu durumu ben yaşasaydım ne olurdu? Bu pozisyonda benim davranışım ne olurdu diye düşünmemiz gerekir? Bu bağlamda aynayı kendimize tutup sorgulama yapıyor muyuz?
Ben değil biz kavramını hayatınızda düstur edinin derler. Karşınızdakinin yerine kendinizi koyun diye salık verirler. Bu tür şeyler özellikle sosyal medyada karşımıza çıkar. Bunları okuruz, hatta paylaşırız. Ancak nedense bu güzel tavsiyelerin hayatımızın bir parçası olmasını sağlayamayız. Zira ister istemez, Aman sen de, bana ne vb. tavırlar toplumda yaygın hale gelmiş, Paran çoksa kefil vaktin çoksa şahit ol gibi bizleri yanlışa yönlendiren sözlerin esiri olmuşuzdur.
Aslında hep demez miyiz? Bir lokma bir hırka diye, ancak insanoğlu cenneti görüp gelmiş, güzellik ve tatmin sınırı yok, hepimiz bu dünyadan göçüp gideceğimizi ve giderken yanımıza en sevdiğimizi bile alamayacağımızı biliriz ama gene sınır tanımayız, gene en sevdiklerimizi kırarız.
Bu topraklarda hepimiz kardeşiz diye türküler söylemiş ağıtlar yakmışız ama yine oyunlara gelip, birbirimizi üzmüşüz, türküleri ağıtları gene sözlerde bırakmış, hayatımıza katma becerisini gösterememişizdir.
Bir şehit çocuğunun mektubunu okumuş, okuduğum satırlarla beraber gözyaşı dökmüştüm. Çocuk “şehit olanın benim babam olmadığını duyunca çok sevinmiştim, benim değil ama bir başkasının babasıydı ve onun canı yanıyordu demiş ve ağlayarak mektubunun satırlarını tamamlamıştı.”
Şehit haberlerini bile televizyonlarda izlediğimizde, haberin artık 1 dakika bile sürmediğini hepimiz biliriz. Belki içinizden, peki ne yapabiliriz diyebilirsiniz? Tabii ki hiçbirimiz aynı acıyı istesek de yaşayamayız fakat ne yapabiliriz diye kendi kendimize demeliyiz. Acıyı yaşamayabiliriz ama paylaşabiliriz ilgili vakıflara üye olarak destek şehit ailelerinin yanında olabiliriz. Bir büyüğümün dediği gibi, belki kötülükleri bitiremeyiz ancak iyilikleri mutlaka çoğaltabiliriz.
Yukarıdaki paragrafımı sizlere halk arasında yazılan sözlerle de destekleyebilirim ama bunlar sadece sözlerde kalır, Ateş düştüğü yeri yakar, Cenaze yakınınız değil ise helva işte o zaman çok tatlı olur. Bu örnekleri çoğaltabiliriz ancak bu tür olayları anlık yaşamak istemiyorsak bizler de her olaya karşı bir farkındalık yaratabiliriz.
Belediyelerden şikâyet ederiz ama eskilerin dediği gibi evimizin veya iş yerimizin önünü süpürmek işimize gelmez. Hep Avrupa’yı örnek gösteririz onlar gibi yaşamak isteriz ama onlar gibi kurallara uymak istemeyiz.
Çeliği ile ünlü İsveç’te “kullandığınız jiletlerinizi lütfen çöpe atmayınız, bu kutuya atarak İsveç ekonomisine katkıda bulununuz” diye bir söz okumuştum. Bizler de önemsemediğimiz her türlü küçük kâğıt, şişe vb. parçaları evimizde biriktirip geri dönüşüm kutularına bırakarak ülkemiz ekonomisine geri kazandırabiliriz, çevreyi koruyabiliriz diye düşünüyorum.
“Beyaz Zambaklar Ülkesinde” kitabında günümüzün en mutlu ve refah seviyesi en yüksek ülkesi olarak gösterilen Finlandiya anlatılmış. Finler; kendilerine tutmuş oldukları ayna sonucunda elbirliği ile yanlış olan hoş olmayan tutum, davranış ve gidişatı terk ederek dünya üzerinde her yıl örnek gösterilen bir toplumsal yaşam seviyesini yakalayabilmişlerdir.
İnsanı Düzetmek-Dünyayı Düzeltmek konulu hikâyeyi sizlerle paylaşarak yazımı bitirmek istiyorum.
Adam, bir haftanın yorgunluğundan sonra, pazar sabahı keyifle eline gazetesini almış ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturma hayalini kurmuş ve tam bunları düşünürken oğlu koşarak gelmiş ve parka ne zaman gideceklerini sormuş.
Baba, oğluna söz vermiş; bu hafta sonu onu parka götürecekmiş fakat hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyormuş. Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişmiş ve önce dünya haritasını küçük parçalara ayırmış ve oğluna uzatarak;
– Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni parka götürürüm demiş.
– "En iyi coğrafya profesörünü bile getirsen bu haritayı akşama kadar düzeltemez!" diyerek oğlundan kurtulduğunu düşünmüş.
Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına koşarak gelmiş:
– Babacığım, haritayı düzelttim. Artık parka gidebiliriz! demiş.
Adam önce inanamamış ve görmek istemiş. Gördüğünde de hayretler içinde kalmış. Oğluna bunu nasıl başarabildiğini sormuş.
Çocuk şu ibretlik açıklamayı yapmış:
– "Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya kendiliğinden düzeliverdi babacığım!" demiş.
Değerli Dostlarım Aldous Huxley’in bir sözü ile hikâyeyi bitirmek isterim. “İnsanın tüm evrende kesin olarak düzeltebileceği tek bir şey vardır, kendisi ….”
Okuyan insan çevresine duyarlı ve özgür iradesi ile hareket edebilen insandır. Okumayan ve bilgi sahibi olmayanlar birilerinin etki alanında kalıp uydusu olmaya mahkumdur.