Bireysel ve Toplumsal Gelişimin İlk Adımı Yüzleşme
Hücreler hastalanıp bir canlıyı nasıl yavaş yavaş etkisiz, güçsüz hale getiriyorsa, insanların yapmış oldukları zincirleme hatalar da bir toplumun sahip olduğu öz değerlerinden, kültüründen yavaş yavaş uzaklaşmasına, içten içe çürümesine sebep oluyor.
Yüzleşme kelimesinin anlamlarına baktığımızda;
- Bir iddiayı ileri sürenle, inkâr eden kimselerin yüz yüze gelerek sözlerini tekrarlaması,
- Yüz yüze gelmek,
- Farkına varmak, iyice anlamak olarak birden fazla anlamının olduğunu görürüz.
Bu yazım siz değerli okur severlere insanın kendisiyle, geçmişiyle ve toplum ile yüzleşmesi gerekliliğini vurgulayan bir çağrı/davettir.
Bireysel Yüzleşme
Her canlı dünyada az veya çok bir yaşam sürecine sahiptir. Doğar, büyür, hayatta kalabilmek için mücadele eder ve nihayetinde hiçbir şeysiz olarak geldiği bu dünyadan yine hiçbir şeysiz olarak ayrılır.
Her insan bu hayat mücadelesinde birçok sevdiğinin hayata veda edişine şahitlik eder, kendisinin de bu nihai sona ulaşacağını, bir fani olduğunu bilir ancak ne yazık ki bu dünyaya kaçınılmaz vedayı hiçbir zaman ne kendisine yakıştırır ne de bu ebediyete intikal etme düşüncesini hayal dünyasında canlandıramaz. Belki de bu sebepledir ki bu hayatta yaşadıkları ile gerçek manada yüzleşemez, yüzleşme cesaretini bir türlü gösteremez, esasında göstermek de istemez. İnsan tabiatı böyledir.
Hayatın olağan akışı içerisinde, insan denen canlıyı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği; kendi yaşam kalitesini artırabilmek ve konforunu bir ömür devam ettirebilmek için çevresindeki canlı ve cansız tüm varlıklar ile mücadele içerisinde olmasıdır.
İşte bu mücadeleyi sürdürürken bazen hayatın akışında ekseriyetimiz kendimizle mücadele etmeyiz, kendimizi sorgulayamayız. Çünkü bu mücadele aynı zamanda da kendi nefsimizledir.
Canlıları oluşturan, canlılık özelliklerini taşıyan en küçük yapı birimi nasıl hücre ise toplumları oluşturan en küçük yapı birimi de insanlardır.
Hücreler hastalanıp bir canlıyı nasıl yavaş yavaş etkisiz, güçsüz hale getiriyorsa, insanların yapmış oldukları zincirleme hatalar da bir toplumun sahip olduğu öz değerlerinden, kültüründen yavaş yavaş uzaklaşmasına, içten içe çürümesine sebep oluyor.
Bizlere düşen görev aslında çok basit ama basit olduğu kadar da uygulaması zor bir davranış şeklini benimsemek, buna göre davranmaktır: Kendimizi sorgulamak ve kendimizle yüzleşmek.
Günün sonunda kendimiz ve çevremiz ile olumlu veya olumsuz tüm geçmişi, yapılanları gözden geçirerek, günahıyla sevabıyla öz eleştiri yapmamız, yaşadıklarımızla bir nevi yüzleşmemiz gerekiyor.
Bir rivayete göre Kanuni Sultan Süleyman devasa Osmanlı İmparatorluğunu yönetirken aldığı kararları her zaman Ebussuud Efendiye onaylattıktan sonra uygularmış. Sultan Süleyman vefat edince cenazesinin yanına vasiyeti gereği bir sandığın da defnedilmesini istemiş. Defin öncesi sandık açıldığında sandığın içerisinden yüzlerce fetva ve Sultan Süleyman’ın el yazısıyla, “Ben saltanatım boyunca hiçbir kararı kendi nefsim ile yapmadım, âlimlerden fetva aldım” satırlarının yazılı olduğu bir kâğıt görülmüş. Kıssadan hisse Cihan İmparatoru Kanuni Sultan Süleyman dahi aldığı her kararın arkasında kendisiyle birlikte alimlerin olmasını sağlayarak yaptıklarıyla tek başına yüzleşmekten kaçınmayı yeğlemiştir.
Toplumsal Yüzleşme
İnsan hayatı her şeyi yaşayıp, ders çıkartacak kadar uzun değildir. Hayattan ders çıkartarak bizlere yol gösteren, ışık tutan ve bunları gelecek kuşaklara rehber olması için sözlü ya da yazılı olarak bizlere aktaranlar, içinde bulundukları toplumların geleceğe daha güvenle ve sağlam adımlarla ilerlemelerini hedefleyen, bizlere zaman kazandıran adeta rol model kahramanlardır.
Bizlere rehber olacak bu anlatımların doğruluğunun ne kadar önemli olduğunu Atatürk şu sözleriyle ifade etmiştir; “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
Bu ifadeyi sadece tarih olarak algılamamak gerekir. Toplum içerisinde de gerçekleri yansıtmayan ifadeler, bireylerin ve toplumların huzurunun hemen olmasa da zamanla bozulmasına yol açabilir. Halk arasında gıybet, dedikodu olarak da tanımlanan ve ilgili kanunlar tarafından da yasaklanan bu davranış biçiminin gerekli tedbirler alınmadığında nasıl üzücü olaylara sebebiyet verdiğine hepimiz şahitlik etmişizdir.
Hasta olmamak için nasıl vücut sağlığımıza dikkat ediyorsak, toplum sağlığı için de bireysel eğitimimize ve davranışlarımıza dikkat etmemiz ve günahıyla sevabıyla kendi hayatımızın akışına, gidişatına ilişkin özeleştiri yapmamız gerekmez mi?
Rus Yazar Tolstoy’un; “Herkes insanlığın kötüye gittiğini kabul eder ama hiç kimse kendisinin kötüye gittiğini kabul etmez. Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez.” diyerek 100 yıl önce söylediği bu söz, insanın ahlakî körlüğünü en sade biçimde özetler.
Temel Gereksinim Eğitim
Dünyada, karşılaşılan tüm sorunların ana kaynağı birey ve bireyin eğitimidir. Bizler hep sorunu başkasında görür ve onların hatalarını düzeltmeye çalışırız ancak kendimiz ile hiç yüzleşmek istemeyiz.
İşte bunun gerçek sebebi de insanın eğitilmesidir. Bir Çin atasözünün, “Bir yıl sonrasını düşünüyorsan tohum ek, on yıl sonrasını düşünüyorsan ağaç dik ama yüz yıl sonrasını düşünüyorsan insan yetiştir.” ne kadar kıymetli olduğunu aslında hemen hemen tüm toplumlar bilir. Bundan dolayıdır ki insan için eğitime; ağaç yaşken eğilir misali çok küçük yaşlarda, 5-6 yaşlarında başlatılır ve sürekli iyileştirmeler yapılarak verilen eğitimin daha iyi seviyeye çıkarılması hedeflenir.
Eğitimin esas amacı; uzun vadede bireysel refahı, bu yolla da dolaylı olarak toplumsal refahı artıran bir araç olmasıdır. Ancak siz de takdir edersiniz ki başlangıçta eğitim doğrudan kişileri hedef almış gibi gözükse de dolaylı olarak toplumların yükselmeleri hedeflenmiştir. Ancak bu zorlu süreç bazen toplumların duraklama, gerileme ve dağılmasına da sebep olabilir.
Değerler ve Nesiller
Toplumun bir ferdi olarak hepimizin her geçen gün kaybolan değerlerimize karşı hayıflandığınızı ve ne yapılabilir diye düşündüğünüzü hisseder gibiyim. Yıllar önce Millî Eğitim Bakanlığı müfredatında Adab-ı Muaşeret dersi vardı. Bu dersin içeriğine bugün hepimizin hüzünlü gözlerle izlediğimiz toplumun kaybolan değerlerinin bizlere kazandırılmak üzere büyüklerimiz tarafından konduğunu gördüm, şimdilerde ise bu dersin okul müfredatından neden kaldırıldığına ise inanın hiçbir anlam veremiyorum. Toplumun özellikle çürümesi, yozlaşması istenmiyordur herhalde?
Günümüz gençliğinin özgürlük dedikleri kavramın, aslında gerçek manada bir özgürlük talebi olmadığını, bilakis bizleri değerlerimizden nasıl yavaş yavaş uzaklaştırdığını görüyorum. Sanıyorum hepimiz de bunun farkındayız.
Çocuklarımızın akademik eğitim sürecine verdiğimiz önem ve hassasiyeti, acaba topluma olan sorumlulukları konusunda da verebiliyor muyuz? Talim ve terbiye denen şeye ne denli önem veriyoruz?
Gençlerimizin hızla gelişen teknolojinin ürünlerinden biri olan sanal dünyada, doğru ve yanlışların kavram karmaşası içerisine girdiğini ve çoğu zaman yanlışları doğru olarak kabullendiklerine şahitlik etmişizdir. Bir insanı inandıklarından vazgeçirip başka değerlere inandırmak hayatın en zor kabul edilen bir uğraşısıdır. Sanal dünyanın gerçeğinin yerine geçtiği günümüz dünyasında, gençler de sanal bir hayat yaşıyorlar. Gerçek dünyanın değerlerini görmezden geliyorlar.
Şüphesiz her toplum kendi neslinin gençliğinin iyi yetişmesini ister, bunun için uğraş verir, vermesi beklenir. Çünkü toplumların istikbali, nesillerin eğitilmesi, çocukların millî ve manevî değerlerle donatılması, yeni nesillerin içinde büyüyüp geliştiği kültür ile yoğrulması ve toplumun tek bir vücut halinde tarihine, ortak değerlerine sahip çıkması ile mümkündür.
Konu eğitim, değerlerin gençlere aktarılması olunca, bu değerler aktarılamıyorsa, kabahati gençlere de yüklememiz olası değildir. Zira günümüzde yaşanılan sorunların esas kaynağı gençler değildir! Esas sorun erişkin bireylerin, yukarıda altını çizmeye çalıştığım tüm hassasiyetleri gençlere aktarmaması, hatta nasıl aktarılacağı meselesini kendilerine dert etmemeleri, bu sorumluluğun veya yükümlülüğün havada kalmasıdır.
İşte Prof.Dr. Nevzat TARHAN da tam bu noktaya dikkat çekiyor; “İyi insan olmayı öğretmezsek, o zekâ bir gün topluma zarar verir.”
Çocuklarımızın okul öncesi eğitimlerinde, önce iyi insan olmayı, söz vermenin önemini, elindekini paylaşmayı, yere düşürdüğünü almayı, çevresini temiz tutmayı, kısaca toplumu ayakta tutmanın kendisi ile mümkün olabileceğini en baştan evimizde, okulumuzda, oyun alanlarında, kurs ortamlarında vb. öğretmeliyiz. Buna mecburuz.
Atatürk’ün; “Küçük hanımlar, küçük beyler! sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız. Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizsiniz. Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız, sizlerden çok şey bekliyoruz.” diyerek eğitimin önemini ve “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” sözü ile de bizlere kendi tarihimizle ve kendi özümüzle yüzleşmemizin geleceğe sağlam ve emin adımlarla ilerleyebileceğimizi ifade etmiştir.
Bizlerin yapacağı her türlü olumlu ve olumsuz davranışlar, alacağımız kararlar, bizlerden sonra gelecek nesilleri şekillendirmektedir. Ya mutlu ya da mutsuz olmalarına sebep olacaktır. Konunun akışını bir fıkra ile toplayalım:
Parası olmayan, karnı aç vatandaşın biri, sokaklarda gezerken gözüne bir tabela ilişir. Lokantanın birinin tabelasında şunlar yazmaktadır. “Sen ye, torunun ödesin.” Yazıyı okur okumaz sevinçle lokantaya giren vatandaş, şaşkınlık içinde güzelce karnını doyurur, çayını içer, lokantadan çıkarken garsona torununun adresini, telefonunu yazdırır. Yazma, çizme işlemi bittikten sonra garson adama bir hesap pusulası uzatır. Adam şaşkınlıkla “Bu ne için?” diye sorar. Garson hiç bozuntuya vermeden, “Yemeğin hesabı amca…” der. Eline uzatılan hesap pusulası amcamızın bir anda keyfini kaçırır. Oysa hesabı kendisi değil torununun ödemesi gerekiyordu. Garsona itiraz eder, torununun adresini verdiğini, yemeğin parasını onun ödeyeceğini söyler. Garson bunun üzerine amcamızın yüzüne pişkince gülümseyerek, “Amca, haklısın, bu senin yemeğinin hesabı değil. Sizin biraz önce yediğiniz yemeğinizin hesabını torununuz ödeyecek. Ama benim sizden ödemenizi istediğim hesap sizinki değil. Ödemeniz gereken sizin rahmetli dedenizin yıllar önce size bıraktığı, sizin ödemeniz gereken ödenmemiş hesaptır. Sizin dedeniz de vaktiyle burada yemek yemiş ve hesabı sizin ödeyeceğinizi söylemişti. Doğal olarak sizin torununuz sizin hesabınızı, siz de dedenizin yediklerinin hesabını ödeyeceksiniz!”
Eskilerin temsil-i manevi dedikleri bu hikâye bize çok şeyler anlatıyor. Hikâyede anlatılan mide açlığının sonu ve faturası belki çok fazla önemli değil ama ruh açlığının, ihtirasların, adaletsizliğin ve ölçüsüzlüğün sonucu olarak yaşanan hataların faturalarını kimler, nasıl ödeyecek acaba?
Yüce Allah İsra Suresi 13. Ayette “Biz, her bir insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık…” diyerek de bizlere seçimlerimiz ile yaşayacağımızı ifade etmiştir. Sizlere yazının başında aktarmaya çalıştığım üzere, kendimizle yüzleşmek aslında kaderimizin bir parçasıdır.
Hayatımızı seçimlerimiz ve seçimlerimizi de önceliklerimiz belirler, her insanın önceliği kendince farklıdır. İşte bu önceliklerimiz doğrultusunda yaptığımız seçimlerimiz, bizim hayatımıza maddi ve manevi anlamda yön verir.
Seçimlerimizle yüzleşmenin gerçek manada sebebi, yaptığımız seçimlerin etki çemberinin sadece bizi değil sevdiklerimizi ve içinde bulunduğumuz toplumumuzun kaderini de etkileyeceği gerçeğidir. Geleceğe daha güvenli ve daha emin adımlarla yürümek istiyorsak, torunlarımıza arkamızda kendilerinin ödemekle sorumlu olmamaları gereken bir hesap bırakmak istemiyorsak, eğrisiyle doğrusuyla seçimlerimizle illaki yüzleşmek, yaşarken hesap vermek zorundayız. Bir toplum, toplumun bireyleri ancak bu şekilde gelişir, geleceğinden emin olabilir.
Tarih ile Yüzleşme
Aslında insanlığın yaşadığı tüm sıkıntılı günler veya savaşlar bir gün önce ya da bir gece de alınan kararlar ile başlamamıştır. Tarihin geçmiş sayfalarına göz attığımızda bu sıkıntılı durumlara sebep olan olayların uzun bir geçmişe dayandığı görülür. Tarihi olaylara bakıldığında; toplumları yöneten, öncülük eden kişilerin almış olduğu kararlar ve seçimler ile gösterdikleri çaba ve gayretlerin sonuçlarının, sadece bir milleti değil dünyanın kaderini etkilediği görülmüştür.
Onun içindir ki insan olarak bireysel yaşamımızda olumlu veya olumsuz tüm kararlarımızı, davranışlarımızı sorgulamamız ve yüzleşmemiz gerekiyor. Bu bir anlamda varoluş sebebimiz, insanlığa bir borcumuzdur.
Yakın Tarihimiz ile kısa bir yüzleşme
1’inci Dünya Savaşı ve Millî Mücadelemiz boyunca alınan kararları, zamanın şartları ve sahip olduğumuz imkansızlıklar ile değerlendirdiğimizde, ülke ve millet olarak nereden nereye geldiğimizi açık ve net olarak görürüz.
Ancak alınan bu kararlar, geçmişte ve günümüzde halen bazı kesimler tarafından sürekli sorgulanmakta, kötü manada toplum provoke edilmektedir.
1’inci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda millet olarak verdiğimiz büyük mücadele; olabildiğince dışardan satın alınan teknolojik silahların kullanımı, gerektiğinde akılcı tercihlerle, örneğin Rusların, Hint Müslümanlarının verdikleri desteklerin de etkisiyle, başarıyla verilmiştir. On yıldan fazla süren bu savaş sürecinden sonra Ekonomik Tam Bağımsızlığımız elde edildiğinde bizlere kalan bir mühendislik altyapısı, gelişmiş bir sanayi yapısı bulunmuyordu. Hatta yetişmiş insan nüfusunu uzun süren savaşlarda yitirilmişti. Kırık, dökük, insanları yorgun ama geleceğinden ümitli, ödenmesi gereken borçlarıyla elde bir avuç vatan toprağı kalmıştı. Canım Ülkemizin sadece sanayii alt yapısını kurmak bile yıllarımızı aldı.
Ernest Hemingway’in 1928 yılında yazdığı ve 1’inci Dünya Savaşı yıllarında geçen “Silahlara Veda” isimli kitabında geçen bir paragrafı sizlerle paylaşarak Avrupa’nın ekonomik durumu ile Devletimizin o yıllarda içinde bulunduğu ekonomik durumu sizlerin yorumlarına bırakıyorum: “… Ama bizim yoldaki buza da aldırdığımız yoktu çünkü pabuçlarımızın tabanı ve topukları çiviliydi. Çiviler buza saplanıyor, yolda yürümeyi de kolay ve diriltici bir deneyime dönüştürüyordu……Catherine iri çivili botlar giyiyor, pelerinine sarınıyor, elinde de ucu sivri çelik başlıklı bir baston taşıyordu…”
Bir örnek olarak söylüyorum. Millî uçak sanayimizin temelleri 1920’li yıllarda atılmış, ancak ekonomik ve siyasi sebeplerden kaynaklı bir müddet ara verilmek zorunda kalınmış olmasına rağmen günümüz uçak sanayisinin en üst tasarımlarından olmayı halen sürdüren F-16 Savaş Uçağının Hv.K.K.lığı envanterine girişi ülkemiz semalarında özgürlüğün sesi olması 1980’li yıllara dayanıyor. Belirli kesimlerin montaj diyerek küçümsediği TAI (Türk Uzay Sanayi) tesislerinde üretilen F-16 savaş uçağı altyapısı, bugünkü uçak sanayimizin yani KAAN’ın temelini oluşturuyor. Başka türlüsü mümkün olabilir miydi?
Bugün hepimizin övünç duyduğu ortaya çıkan savunma sanayisi ürünleri ve eserleri, öyle bir günde meydana gelmemektedir. Bizim geçmişte yaşanılan ve alınan kararlar ile yüzleşmemiz sonucunda, “Kendi uçağını kendin yap” projesi 1970’lerin başında başlatılmış, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonucunda haşhaş ekim kararına ABD’nin tepki göstermek istemesiyle birlikte bize uygulanan topyekün Ambargonun bir sonucu hız kazanmış bir proje, bir gelecek vizyonudur.
Aynadaki İnsan
Lütfen, şu an şöyle bir duralım başımızı iki elimizin arasına alıp düşünelim; neredeyim ve bu safhalara nasıl geldim, durumumdan memnun muyum? Olumlu ve olumsuz davranışlarımız ve seçimlerimiz ile yüzleşmek bizlerin daha huzurlu olmasını sağlayacaktır.
Aslında bu sorgulamayı sık sık yapmamız, bizleri hem dinlendirecek hem de içinde bulunduğumuz hayatımızı bu sorgulama süzgecimizden geçirerek, geleceğimize ilişkin yapabileceğimiz olası hatalarımızı azaltacaktır.
Güvenle yaşama tutunabilmek için; bir insanın ömrü tüm yanlışları yapıp, ders çıkartacak kadar uzun değildir.
Özeleştiri yapacak olursak, okuma alışkanlığı çok az olan bir toplumuz, sosyal medyanın yaygınlaşması ile bilgiye ulaşımın daha da kolaylaşması okumayı rafa kaldırmıştır.
Okuyarak yaşanılanlardan ders çıkartalım, hayata ve sevdiklerimize güvenle ve daha sıkı sarılalım, hatalarımız ile yüzleşmek zorunda kalmayalım desek de sanal dünyaya dalanlarımız için bunun bir anlamı olmayabilir. O zaman şöyle diyelim. İster sanalda ister hakikisinde mutlaka okuyalım, bizlerden önce yaşayanların veya bugünün aydınlarının yazdıklarından ders alalım. Hayatlarımıza çeki düzen verelim. Çevremizdekilere iyi örnekler olmaya, rol model işlevi görmeye gayret gösterelim. Hiç olmazsa bunu yapalım.
Meslek yaşamımdan bir kesitten alıntıyla, okumanın değerini ve bu doğrultuda verilen kararların insan yaşamını ve devlet çıkarlarına etkisini sizlerle paylaşmak isterim.
Amasya ilinin Merzifon ilçesinde bulunan 5’inci Ana Jet Üs K.lığı’nda görev yaptığım 1994 yılının bir yaz gününde, iniş takımları açılmayan bir F-5 uçağının pilotu uçuş kulesinde bulunan Uçuş Kontrol Amiri (UKA) tarafından verilen talimatlar doğrultusunda ana pist üzerinde tur atmaya başlamıştı. Uçak çeklistinde belirtilen her türlü seçenek denenmiş ancak havadaki uçağın iniş takımlarının açılması sağlanamamıştı. Son çare olarak pilotun üssün yanı başında yer alan Atış Sahası üzerinde atlama kumandası verip uçağı terk etmesi, çevreye böylece uçağın zarar vermeden emniyetli bir şekilde uçağın atış sahasına düşürülmesi amaçlanmıştı.
Ancak tam bu dakikalarda Üs Harekât Komutanımız Uçuş Kulesine gelerek pilota bir zamanlar There I was dergisinde okumuş olduğu usulleri uygulatarak, iniş takımlarının açılmasını sağlamıştı. F-5 uçağının piste teker koyup pilotun uçaktan inmesiyle tüm personel derin bir nefes almıştı. Görüldüğü üzere, faydalı, anlamlı okuma, bir gün mutlaka fayda sağlıyor.
Geçmişte yaşanılan olayları incelediğimizde bize yine güzel bir sözü hatırlatır. “Farklı kazalar yoktur, aynı kazaları yapan farklı insanlar vardır.” ifadesi aslında bizlere kendimizi ve çevremizi tanımamızı ve sık sık yaşanılan olaylar ile yüzleşmemiz gerektiğini anlatmak ister.
Bu söz bizlere Çanakkale Savaşlarında Mustafa Kemal’in aldığı başarılı kararların, ana kaynağının kendisinin Çanakkale Bölgesinde geçmişte yaşanmış savaşları okuyarak çıkardığı kazanımları referans almasını, buna göre yeni hareket tarzları belirleyerek savaşa tatbik etmesinin önemini hatırlatır.
Atatürk, “Ben çocukken yoksuldum. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiç birisini yapamazdım.” derken okumanın önemini bize bir kez daha ifade etmiştir.
Yaşadığımız anın daha kıymetli ve güvenli olmasını, sevdiklerimizin gelecekte daha güvenli olmasını teminen, kendimizle yüzleşerek okumaya daha çok zaman ayırmalı ve okuduklarımızı çevremizle paylaşmaya özen göstermeliyiz.
Daha yaşanabilir bir dünya için haydi her gün iki sayfa kitap okuyalım, yılda……. sayfa eder.
İlk yüzleşmemizi aynaya bakarak kendimizle yapalım, ne dersiniz?
Not: Sayın Selahattin ÇEVRİM’e bu yazıma değerli katkılarından dolayı teşekkür ederim.