Neden Yazamıyoruz? Eğitim Sisteminin Görmezden Geldiği Yetkinlik Sorunu
“Yazar olacağım!” derseniz, çoğu zaman uzun nasihatlerin başlaması işten bile değildi: “Yazarlıkta iş mi var? Para kazandırmaz ki… Yazar olup da ne yapacaksın?” diyenler çoğunlukta olabilir.
Çocukluğumuzda yetişkinler sohbeti açmak için sıkça “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sorardı. O soruya bir heyecanla “Yazar olacağım!” derseniz, çoğu zaman uzun nasihatlerin başlaması işten bile değildi: “Yazarlıkta iş mi var? Para kazandırmaz ki… Yazar olup da ne yapacaksın?” Bu bakış açısına katılmasam da ülke şartlarını ve eğitim sistemimizin yapısını düşününce, bu yaklaşımın kendi içinde bazı haklı noktalar barındırdığını kabul etmeliyim çünkü bizim eğitim sistemimiz büyük ölçüde çoktan seçmeli sınavların etrafında şekilleniyor. Şıklarla dolu sınavlara hazırlanmanın yolu da elbette yoğun test çözmekten geçiyor. Böyle olunca da yazma becerileri doğal olarak geri plana itiliyor; yazmak, düşünmek, ifade etmek bir “lüks” gibi görülüyor.
Oysa İngiltere’de tablo bambaşka. Yazma becerileri, ilkokuldan itibaren çocuğun öğrenme yolculuğunun merkezinde yer alıyor. Çocuklar yalnızca bilgi öğrenmiyor; düşündüklerini ifade etmeyi, hikâye üretmeyi ve dili bir araç olarak kullanmayı erken yaştan itibaren öğreniyorlar. Özellikle öğrencilerin eğitimlerinin sonunda girdikleri GCSE sınavına kadar uzanan süreçte yazma yalnızca bir dil becerisi değil, düşünmenin, analiz etmenin ve öğrenmenin temel aracı olarak görülüyor. Çocuklar okumayı ve yazmayı öğrendikten sonra, İngilizce dilbilgisini soyut kurallar halinde değil, doğrudan metinler üzerinden öğreniyorlar. Bir metni çözümlemek, bağlam içinde dil bilgisi edinmek ve yazı üretmek, ilkokul yıllarından itibaren düzenli bir pratik haline geliyor.
İlkokul 5. ve 6. sınıflarda yapılan uygulamaları incelediğimde, Türkiye’de ancak ortaokulun sonlarında ya da lisede kazandırmaya çalıştığımız birçok yazma becerisinin İngiltere’de çok daha erken yerleştiğini görüyorum. Bunun en önemli nedeni, yazmanın bir sonuç değil, adım adım ilerleyen bir süreç olarak ele alınması. Öğrenciler taslak oluşturuyor, geri bildirim alıyor, yeniden yazıyor ve ortaya çıkan ürünü sahipleniyorlar. Yazma, bir ödev değil; bir düşünme biçimi haline geliyor.
Bu noktada yakın zamanda dinlediğim Dr. Serkan Karaismailoğlu’nun beyin ve öğrenme üzerine yaptığı bir konuşmayı hatırlıyorum. Karaismailoğlu, dijital çağda kalem tutmanın giderek azaldığını ancak öğrenmenin kalıcı olmasının hala en güçlü yollarından birinin yazmak olduğunu vurguluyordu. Araştırmalar da bunu destekliyor: El yazısıyla yazmak, klavye ile yazmaya göre çok daha fazla beyin bölgesini aynı anda etkin hale getiriyor. Motor hareket, görsel işlemleme ve hafıza merkezleri birlikte çalıştığı için bilgi uzun süreli belleğe daha güçlü yerleşiyor. Yazarken çocuk yalnızca bilgiyi kaydetmiyor; aynı zamanda onu işliyor, sınıflandırıyor ve yeniden yapılandırıyor. Dolayısıyla yazma, düşünmenin bizzat kendisini güçlendiren bir eylem durumuna geliyor.
İngiltere’de yazmanın bu kadar güçlü bir şekilde desteklenmesinin etkisi çocuklarda çok erken yaşlarda hissediliyor. Örneğin altıncı sınıfın sonunda farklı şehirlerden, farklı okullardan öğrencilerin katıldığı bir projede öğrenciler ortak bir kitap yazdılar. Bu kitap basıldı ve bugün British Library de dahil olmak üzere önemli kütüphanelerin arşivlerinde yer alıyor. Yazmaya ilgisi ve sözcüklere sevgisi olan bir çocuk için bu deneyim son derece değerliydi. Bu tür uygulamalar yalnızca motivasyon yaratmakla kalmıyor; güçlü yazma potansiyeli taşıyan çocukların görünür olmasını da sağlıyor.
Bütün bu gözlemler, beni kendi çocukluğuma götürüyor. Ortaokul yıllarında okulumuzda düzenlenen küçük bir şiir yarışmasını şimdi bile çok net anımsıyorum. Yazmaya ve okumaya meraklı bir öğrenciydim. Yarışmanın sonuçları açıklanırken, İstiklal Marşı’ndan önce müdürümüzün ismimi okuyup beni sahneye davet ettiği an hafızama kazınmış durumda. Bana bir dolma kalem hediye etmişti. O kalem, belki de hayatımda aldığım en anlamlı ödüllerden biriydi. Küçük bir hediyeydi ama büyük bir tetikleyiciydi. Yazmanın hayatımdaki yerini güçlendiren, bana “Bu senin becerin, bunu beslemelisin” diyen ilk işaretti.
Bugün hem kendi deneyimlerime hem de farklı eğitim sistemlerinde yapılan uygulamalara baktığımda şunu çok net görüyorum: Yazmak, yalnızca bir beceri değil; öğrenmeyi kalıcı kılan, eleştirel düşünmeyi keskinleştiren, çocuğun kendini ifade etme gücünü artıran temel bir yol. Dolayısıyla yazmayı görünür kılmak, eğitimde atılacak en önemli adımlardan biri.
Peki biz kendi eğitim sistemimizde yazmayı nasıl daha güçlü hale getirebiliriz? Aslında yapılabilecek şeyler düşündüğümüzden çok daha erişilebilir:
Yazmayı bir sınav çıktısı değil, bir süreç olarak ele almak büyük fark yaratıyor. Öğrencinin taslak oluşturmasını, geri bildirim almasını ve metnini yeniden şekillendirmesini teşvik etmek düşünme becerisini derinleştiriyor. Yazmanın yalnızca Türkçe dersine sıkışmaması da önemli; fen bilimlerinde bir deney raporu, sosyal bilgilerde bir gözlem metni, matematikte bir çözümün sözel açıklaması bile öğrencinin yazma kasını güçlendiriyor. Bunun yanı sıra haftalık kısa yazı çalışmaları, serbest günlükler, mini hikâye tamamlama etkinlikleri gibi düzenli ve küçük uygulamalar, beynin öğrenme merkezlerini tekrar tekrar etkinleştirerek yazmayı kalıcı bir alışkanlığa dönüştürüyor.
Öğrencinin yazdıklarının görünür olması da motivasyon açısından çok güçlü. Sınıf gazeteleri, okul dergileri, küçük kitapçıklar veya dijital portfolyolar; hepsi öğrencinin “benim ürünüm bir yerlere ulaşıyor” duygusunu besliyor. Bunun yanı sıra öğretmenlere yazma pedagojisi konusunda destek sağlamak, sistemin bütününde yazmayı güçlendiren en önemli adımlardan biri. Çünkü yazmayı sevdiren çoğu zaman müfredat değil, öğretmenin yaklaşımı oluyor.
Sonuç olarak; yazmak, öğrenmenin en güçlü köklerinden biri. Çocuklar yazdıkça düşünür, düşündükçe öğrenir, öğrendikçe kendilerini ifade etme cesareti kazanırlar. Yazmayı ne kadar erken, ne kadar doğal ve ne kadar görünür hale getirirsek; sadece daha iyi öğrenciler değil, daha iyi düşünen bireyler yetiştirmiş oluruz.