Başyapıtın Zamansız Yankısı
Dünyanın neresinde olursa olsun insan, kaybolan zamana, dostluklara, sevgilere aynı hüzünle bakar. Başyapıtın gücü tam da buradadır: Yerelden evrensele uzanan bir duygu köprüsü kurabilmek.
“Shakespeare’in doğduğu şehre gidelim. Ben orayı çok seviyorum. Güven bana, sen de çok seveceksin.” dedi arkadaşım. Cevap vermeden içimden geçirdim: Elbette severim. Orada yeni hiçbir şey görmesem bile geçmişin hafızası, Shakespeare’in hatıraları bana yeter de artar. Sessizliğimi fark eden arkadaşım, ısrarla sürdürdü: “Ne o, yoksa gitmek istemiyor musun? Bak, gerçekten çok tatlı bir yer.”
Gülümsedim. Gidelim, tabii dedim. Böylece, onun heyecanıyla, benim merakımla başlayan tren yolculuğumuzda anılarım da yanıma eşlik etti. Birden çocukluk arkadaşım Ceylan düştü aklıma. Ben Türk Dili ve Edebiyatı okurken o, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümündeydi. Buluşmalarımızda derslerimizi, hocalarımızı, edebiyata dair öğrendiklerimizi paylaşırdık. Bir gün Shakespeare dersinden bahsettiğinde şaşırmıştım. Tek bir yazar nasıl olur da koca bir dersin konusu olur? Yapıtlarıyla nasıl olur da koca bir edebiyat yaratır? diye düşünmüştüm. Merakla Mina Urgan’dan önerdiği kitapları okuyup Shakespeare’in dünyasına adım atmıştım.
Mina Urgan, Shakespeare ve Hamlet adlı kitabına H. B. Charlton’dan yaptığı şu alıntıyla başlar:
“Shakespeare konusunda düşündüklerini söylemek her edebiyat öğretmeninin görevidir. Bundan kaçmak görev ahlakına aykırıdır. Ama bu görevi yerine getiren de, kendi değersizliğini açığa vurmuş olur.”
Bu sözler, yıllarca zihnimde yankılanan o soruyu derinleştirmişti:
Shakespeare’i değerli kılan neydi? Güçlü bir ülkenin yazarı olması mı, çağdaşlarından farklı olması mı, yoksa ulusunun edebiyata verdiği değerin onda vücut bulması mı? Belki hepsi, belki de henüz ayırt edemediklerim…
Stratford-upon-Avon’a vardığımızda güneşli bir gün bizi karşıladı. Şehrin ortasında Shakespeare’in büstü, evinin önünde fotoğraf çektirmek için sabırsız turistler… Sabırla bekledik; anılarımıza birkaç kare kattık, müze evlerini dolaştık. O an fark ettim: Yıllar önce zihnime düşen sorular, bu şehirde yavaş yavaş yanıt buluyordu. Anladım ki başyapıt yalnızca bir metin değil, çağların ötesine salınmış bir yankıdır. Yazıldığı gün, yazarıyla birlikte nefes alır; sonra kendi yolculuğuna çıkar ve okurun kalbinde yaşamaya devam eder. Zamana meydan okuyan bu eserler, insana hep aynı gerçeği fısıldar:
“İnsan değişmez, yalnızca suret değiştirir.”
Bir kral tahtında yalnız kalır, etrafını dalkavuklar sarar…
Bir genç, elindeki hançerle titrer: “Vurmalı mıyım, beklemeli miyim?” diye içinden konuşur…
Bir sevgili, kavuşamadığı aşk uğruna göğsünü ölüme açar…
Ve o cümle: “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu.”
Bu sahneler 1600’lerin Londra’sında Globe Tiyatrosu’nda canlandırılmış olabilir ama aslında hala bizimle değil mi? Hamlet’in kararsızlığı, sabah yatağımızdan kalkarken hissettiğimiz tereddütlerde; Macbeth’in hırsı, bir iş insanının masasındaki kararlarda; Juliet’in gözü kara sevgisi, bugünün gençlerinin kalp çarpıntılarında yeniden doğmuyor mu?
Shakespeare, insanın özünü tüm çıplaklığıyla kavramamızı sağladığı için ölümsüzdür. Bu yüzden her kuşak, her ülke, onun eserlerini kendi çağının aynası gibi görür.
Yahya Kemal’i hatırlayalım. Bir vapur dumanının ardında kaybolan İstanbul siluetine bakarken şöyle der:
“Birçok gidenin herbiri memnun ki yerinden / Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.”
Bu dizeler yalnızca bir Osmanlı beyefendisinin duygusu değildir. Dünyanın neresinde olursa olsun insan, kaybolan zamana, dostluklara, sevgilere aynı hüzünle bakar. Başyapıtın gücü tam da buradadır: Yerelden evrensele uzanan bir duygu köprüsü kurabilmek.
Nazım Hikmet’in taş duvarlar ardında yankılanan çığlığını hatırlayalım:
“Dünya adaletsiz çocuk! Dünya zorba… Ne diyeyim…”
Bu yalnızca politik bir isyan değil, insanlığın ortak adalet arayışıdır. Shakespeare’in Kral Lear’ında gördüğümüz pişmanlıkla, Nazım’ın bu haykırışı aynı yerde buluşur: İnsan, zulmün ve haksızlığın karşısında kırılgandır ama her defasında içinde umudu da taşır.
Orhan Pamuk’un romanlarında dolaşan eski eşyalar, dar sokaklar, apartman odaları da aynı evrensel yankının parçalarıdır çünkü aşkın bekleyişi, hatıranın yükü, kaybolmuş zamanın hüznü yalnız bize ait değildir. Paris’teki bir okur da Tokyo’daki bir genç de Pamuk’un kahramanlarında kendi kalp atışını duyar.
Bir başyapıt işte bu yüzden zamansızdır çünkü insan hangi çağda olursa olsun aynı soruyu sorar:
“Ben kimim? Ne arıyorum? Ne uğruna yaşıyorum?”
Her yüzyılda bu soruya farklı sözcüklerle, farklı dillerle ama aynı derinlikle yanıt verilir.
Görüldüğü gibi Shakespeare, insan ruhunun karanlık köşelerini açtı. Yahya Kemal, zamana karşı duyulan özlemi; Nazım, adaletin ve sevdanın çığlığını; Pamuk, hatıraların ince sızısını anlattı. Hepsi farklı toprakların evladıydı ama aynı gökyüzünün altında aynı hikayeyi anlattılar: İnsanın hikayesini.
İşte asıl başyapıt insana şunu söyler:
“Sen yalnız değilsin. Yüzyıllar önce de biri aynı acıyı hissetti, aynı sevinci yaşadı, aynı soruyu sordu. Senin için kelimelere döktü.”
Bu yüzden başyapıtların zamanı yoktur. Onlar, insanlığın hiç bitmeyen anlatısıdır.