II. Dünya Savaşında ABD’nin Japonya’ya Yönelik Hava Harekâtlarının Stratejik ve Tarihsel Arka Planı
Amerikalıların 1942 yılında B-25 stratejik bombardıman uçaklarıyla gerçekleştirdiği Doolittle Baskını, askeri planlamacılara uzun menzilli hava gücünün potansiyelini somut bir şekilde gösterdi. Bir ulusun savaş endüstrisini ve askeri-endüstriyel merkezlerini doğrudan hedef alarak savaşma yeteneğini felce uğratma fikri, bu baskınla birlikte daha ciddiye alınmaya başlandı.
II. Dünya Savaşı’nın son evresinde Japonya’ya karşı yürütülen hava harekâtları, yalnızca askeri bir üstünlük mücadelesi değil, aynı zamanda modern savaş doktrinlerinin yeniden tanımlandığı bir dönüm noktasıydı. B-29 Superfortress uçaklarıyla gerçekleştirilen yüksek irtifa bombardımanları, daha sonra özellikle alçak irtifa bombardımanları Tokyo ve diğer büyük şehirlerde yaratılan “ateş fırtınası” etkisiyle, savaşın seyrini değiştiren ve sivil-asker ayrımını tartışmalı hale getiren operasyonlara dönüştü. Bu yazı, söz konusu harekâtların stratejik hedeflerini, tarihsel gelişimini ve Japonya’nın savaş kapasitesi üzerindeki dönüştürücü etkilerini kapsamlı biçimde ele almayı amaçlamaktadır.
Kapak görseli B-29'lar, 1945'te Tokyo yakınlarındaki Fuji Dağı'nın yanından geçiyor. B-29 kuvveti, Avrupa'daki deneyimlerden edinilen yüksek irtifa, gündüz hassas bombalama taktikleriyle işe başladı, ancak kısa süre sonra gece yangın bombalama görevlerine geçti.
II. Dünya Savaşı Pasifik Cephesinin başlangıcında, Pearl Harbor saldırısının şokuyla sarsılan Amerika Birleşik Devletleri, hem askeri hem de psikolojik olarak savunma pozisyonundaydı. Bu ilk dönemde, Japon İmparatorluğu'nun Pasifik'teki hızlı ilerleyişi karşısında Amerikan halkının ve ordusunun acil bir morale ihtiyacı vardı. Bu ihtiyaç, askeri liderliği, o güne dek sınırlı görülen uzun menzilli hava gücünün potansiyelini yeniden değerlendirmeye itti ve savaşın seyrini değiştirecek stratejik bir arayışın fitilini ateşledi. Bu bağlamda hava gücü, sadece taktik bir unsur olmaktan çıkıp stratejik bir zafer silahı olarak görülmeye başlandı.
Doolittle Baskını, Nisan 1942'de Pearl Harbor'a sembolik bir karşılık olarak Tokyo'ya yapılan ilk Amerikan hava saldırısıdır. Temel amacı, Japonların yenilmez olmadığını göstermek ve Amerikan halkının moralini yükseltmekti. Baskın, modifiye edilmiş 16 adet orta bombardıman uçağının (North American B-25 Mitchell) bir uçak gemisinden (USS Hornet) kalkış için fırlatılmasıyla gerçekleştirildi. Plan, uçakların Tokyo'yu bombaladıktan sonra Çin'e inmesiydi. Taktiksel başarıdan çok, bu baskın Japonlara kendi topraklarında da vurulabileceklerini göstererek büyük bir moral ve psikolojik çöküntü etkisi yarattı. Operasyonda 16 uçak kaybı yaşanmış; görevle doğrudan bağlantılı mürettebat kaybı ise 6 kişi olarak kaydedilmiştir.
Ancak baskının stratejik ve psikolojik etkisi muazzamdı. İlk olarak, Amerikan halkının moralini yükselterek savaşın kaybedilmeyeceğine dair bir umut aşıladı. İkinci olarak, Japon askeri liderliğine ve halkına, ana vatanlarının da saldırıya açık olduğunu acı bir şekilde gösterdi. Bu olay, savaşın sadece uzak cephelerde değil, Japonya'nın kalbinde de hissedilebileceğinin ilk işaretiydi.
Doolittle Baskını, askeri planlamacılara uzun menzilli hava gücünün potansiyelini somut bir şekilde gösterdi. Bir ulusun savaş endüstrisini ve askeri-endüstriyel merkezlerini doğrudan hedef alarak savaşma yeteneğini felce uğratma fikri, bu baskınla birlikte daha ciddiye alınmaya başlandı. Bu olay, hem Amerikan stratejistlerinin gelecekteki B-29 gibi platformlara yatırım yapmasını teşvik etti hem de Japonların kendi ana adalarının hava savunmasına daha fazla önem vermesine yol açtı. Hava gücü, artık sadece savaş meydanlarındaki dengeyi değiştiren bir unsur değil, aynı zamanda düşmanın savaşma iradesini topyekûn kırma potansiyeline sahip stratejik bir araç olarak kabul ediliyordu.
Doolittle Baskını'nın ortaya koyduğu bu potansiyelin tam anlamıyla hayata geçirilebilmesi, menzil, taşıma kapasitesi ve teknolojik hassasiyet gibi alanlarda devrim niteliğinde ilerlemeler gerektiriyordu. Bu ihtiyaç, yeni nesil bombardıman uçaklarının ve daha yıkıcı mühimmatların geliştirilmesine yönelik yoğun bir çabayı tetikledi.
1- B-29 Programı ve Stratejik Zorunluluk
İkinci Dünya Savaşı'nın son aşamalarında, Amerikan savaş planlamacıları zorlu bir ikilemle karşı karşıyaydı: Japonya'nın ana adalarının kanlı bir kara işgaliyle ele geçirilmesi ya da ülkeyi teslim olmaya zorlayacak alternatif bir stratejinin bulunması. Pasifik'teki amansız çarpışmalar, olası bir işgalin korkunç insani maliyetini gözler önüne sermişti. Bu stratejik açmazın ortasında, B-29 Superfortress programı, teknolojik bir çözüm ve savaşı daha az Amerikan kaybıyla bitirme umudu olarak ortaya çıktı. Dört motorlu bombardıman uçaklarını geliştirmek için harcanan 3,7 milyar dolarlık maliyetiyle savaşın en pahalı silah sistemi projesi olan B-29, Amerikan endüstriyel gücünün bir sembolüydü ve tek başına Japonya'yı dize getirme beklentisiyle donatılmıştı.
Bu devasa beklentinin hayata geçirilmesi, benzeri görülmemiş bir mali ve insani bedel gerektirdi. B-29'ların Tokyo'yu vurabilmesi için Mariana Adaları'nın (Saipan, Tinian ve Guam) ele geçirilmesi şarttı. Bu adaların fethi, bir deniz piyadesinin ifadesiyle "sürekli bir kıyma makinesi"ne dönüşen, 25.000 Amerikan askerinin ölümü ya da yaralanmasıyla sonuçlanan vahşi bir muharebeye sahne oldu. Amerikan birlikleri, Japon askerlerinin savaş tarihindeki en büyük toplu intihar hücumlarından birini gerçekleştirmesine ve binlerce sivilin esir düşmemek için topluca uçurumlardan atlamasına dehşet içinde tanık oldu. Adaların kontrol altına alınmasının hemen ardından, mühendisler insan üstü bir çabayla, sürekli düşman ateşi ve zorlu iklim koşulları altında, devasa B-29'ları barındıracak pistler ve üsler inşa etmek için gece gündüz çalıştılar. Bu adaların ele geçirilmesi, Tokyo'yu ilk kez Amerikan bombardıman uçaklarının menziline sokarak hava savaşında tamamen yeni bir cephe açtı ve savaşın seyrini değiştirecek bir dönüm noktası oldu.
B-29 programına yüklenen bu muazzam beklentiler, onu sadece bir silah sistemi olmanın ötesine taşıdı. Program, General Henry "Hap" Arnold gibi liderlerin on yıllardır savunduğu bağımsız bir Hava Kuvvetleri'nin gerekliliğini kanıtlamak için bir test sahası haline geldi. B-29'ların başarısı, hava gücünün bir savaşı tek başına kazanabileceği doktrininin en büyük sınavı olacaktı. Dolayısıyla, Saipan'daki mercan pistlerden kalkan her bombardıman uçağı, sadece bomba değil, aynı zamanda Amerikan hava gücü doktrininin ve ordunun gelecekteki yapısının kaderini de taşıyordu.
2- İlk Strateji: General Hansell ve Hassas Bombardıman Doktrini
Superfortress, II. Dünya Savaşı'nın en gelişmiş bombardıman uçağıydı. Uzun menzili (3.250 mil) ve yüksek irtifada (25.000 feet) görev yapabilme kapasitesiyle öne çıkıyordu. Uçağın asıl tasarım felsefesi, gündüz saatlerinde büyük formasyonlar halinde uçarak düşmanın endüstriyel ve askeri hedeflerine karşı "hassas vuruşlar" yapmaktı. Bu doktrin, düşmanın savaş makinesinin kalbindeki belirli fabrikaları veya altyapı tesislerini yok ederek savaşma yeteneğini çökertmeyi amaçlıyordu.
Japonya'ya yönelik hava harekâtının ilk aşaması, General Haywood "Possum" Hansell komutasında yürütüldü ve "Hassas Gündüz Bombardımanı" doktrinine dayanıyordu. Bu doktrin, "Bombacı Mafyası" olarak bilinen bir grup hava gücü teorisyeninin temel felsefesiydi ve Hansell bu grubun önde gelen savunucularındandı. Teoriye göre, düşman ekonomisinin kilit endüstriyel tesisleri ("darboğazlar") hassas saldırılarla yok edilerek savaş makinesi felç edilebilirdi. Bu yaklaşım, sivil kayıpları en aza indirerek ve şehirlerin toptan imhasından kaçınarak savaşı kazanmanın ahlaki ve stratejik olarak üstün bir yolu olarak görülüyordu. Hansell, bu idealist doktrine derinden bağlı bir planlamacı ve teorisyendi.
2.1- Marianas Adalarındaki Operasyonel Zorluklar
General Hansell ve 21. Bombardıman Komutanlığı'nın Saipan'a konuşlanması, doktrinin uygulanmasından önce aşılması gereken devasa operasyonel zorluklarla başladı. Üslerin inşası ve operasyonel hale getirilmesi süreci, bir dizi ciddi engelle karşılaştı:
a) İnsan Üstü İnşaat Çabaları: Mühendislik birlikleri, tepeleri düzleştirmek, mercan ocakları açmak ve 4 milyon metreküp kaya taşımak için 24 saat aralıksız çalıştı.
b) Sürekli Düşman Tehdidi: İnşaat alanları, gizlenen Japon keskin nişancılarının ve sızma girişimlerinin sürekli tehdidi altındaydı. Sadece "tavşan avı" olarak adlandırılan temizlik operasyonlarında günde ortalama otuz beş ila elli düşman askeri etkisiz hale getiriliyordu.
c) Zorlu Koşullar ve Malzeme Kıtlığı: Tropik sağanaklar, yoğun sıcak, su kıtlığı ve dang humması gibi salgın hastalıklar personeli zorluyordu. Aynı zamanda çivi, kereste ve lastik gibi temel malzemelerde ciddi kıtlık yaşanıyordu; bir kamyon lastiği engebeli arazide sadece 17 gün dayanabiliyordu.
d) Altyapı Eksiklikleri: General Hansell adaya ilk B-29 ile indiğinde, vaat edilen iki tam teşekküllü hava üssü yerine, B-29'ların havalanması için gereken 8.500 fitlik pist uzunluğunun altında, kısmen asfaltlanmış tek bir pist buldu. Barakalar, atölyeler veya yemekhaneler henüz inşa edilmemişti.
2.2- İlk Tokyo Akını: Taktiksel Gerçeklik ve Halkla İlişiler Başarısı
24 Kasım 1944'te gerçekleştirilen ilk Tokyo görevi (kod adı San Antonio I), Hansell'in stratejisinin ilk büyük sınavıydı. 111 B-29'un katıldığı bu akın, taktiksel olarak büyük bir başarısızlıktı; atılan bombaların yalnızca küçük bir kısmı hedeflenen Nakajima uçak fabrikasının yakınına düşmüştü. Ancak görev, Amerikan kamuoyuna yönelik ustaca bir halkla ilişkiler kampanyasıyla muazzam bir zafere dönüştürüldü. Savaş Bakanlığı, "Tokyo bugün bombalanıyor" mesajını vererek, savaş yorgunu Amerikan halkının moralini yükseltti ve B-29 programına yapılan devasa yatırımın karşılığının alındığı izlenimini yarattı.
Bu görevi başlatma kararı, General Hansell için büyük bir kişisel riskti. Hem General Kenney gibi üstleri hem de görevi yöneten General O'Donnell gibi astları, Japon avcı uçaklarının ve hava savunmasının B-29'ları yok edeceği endişesiyle görevin ertelenmesi veya iptal edilmesi için baskı yapmıştı. Hansell, bu şüphelere ve insubordinasyona varan itirazlara rağmen, hava gücünün bağımsız hareket edebileceğini kanıtlamak ve Washington'dan gelen beklentileri karşılamak için görevi onayladı. Bu karar, onu "tarihteki en yalnız komutanlardan biri" haline getirdi.
2.3- Hassas Bombardıman Stratejisinin Başarısızlığı
İlk akının ardından gelen haftalar, Hansell'in hassas bombardıman doktrininin Japonya'nın kendine özgü koşulları karşısında neden yetersiz kaldığını acı bir şekilde ortaya koydu. Stratejinin başarısız olmasının temel nedenleri şunlardı:
- Aşırı Zorlu Hava Koşulları: Japonya üzerindeki jet akımı (jet stream), B-29'ların karşılaştığı en büyük ve öngörülemeyen engeldi. Saatte 200 mili aşan bu şiddetli rüzgarlar, yüksek irtifadaki bombardıman uçaklarının bombalarını hedefe isabet ettirmesini neredeyse imkânsız hale getiriyordu. Uçaklar ya rüzgara karşı uçarken hedef üzerinde neredeyse durma noktasına gelerek kolay av oluyor ya da rüzgarla birlikte sürüklenerek hedeflerini kaçırıyordu.
- Teknik Sorunlar ve Mürettebat Morali: B-29'ların Wright Cyclone motorları, aşırı ısınma sorunları çıkarmaya devam ediyordu. Bu mekanik arızalar, Iwo Jima'dan kalkan Japon uçaklarının Saipan'daki üslere düzenlediği gece baskınlarıyla birleştiğinde mürettebat moralini çökertti. Sadece beş görevden sonra bunalıma giren bir kuyruk nişancısının ranzasında tabancasıyla intihar etmesi, mürettebatın ulaştığı psikolojik kırılma noktasını gözler önüne seriyordu.
- Komuta İçi Çatışma: Hansell ve O'Donnell: General "Rosie" O'Donnell, Hansell'in en kıdemli astı olmasına rağmen, hassas bombardıman doktrinine en başından beri karşı çıkıyordu. O'Donnell, daha ilk görev uçmadan önce General Arnold'a yazdığı bir notta, yangın bombardımanını savunmuştu. Japon şehirlerinin ahşap yapısının yangına karşı savunmasızlığını görerek, geceleyin alçak irtifadan yapılacak yangın bombası saldırılarının daha etkili olacağını sürekli olarak savundu. Bu derin doktrin anlaşmazlığı, komuta kademesinde Hansell'in otoritesini zayıflatan ve moral bozan bir çatışmaya dönüştü. O'Donnell, günlüğüne "Onları çıldırtabilirdik," diye yazarak Hansell'in esnek olmayan stratejisi nedeniyle kaybedilen fırsatlara hayıflanıyordu.
General Arnold'un sabrı, sonuç alınamayan her görevden sonra tükeniyordu. Washington'dan gelen baskı artarken, Hansell'in stratejisi somut bir başarı getiremedi. Sonunda Arnold, Hansell'i görevden alma kararını verdi. Görevden alındıktan sonra Hansell'in, komutayı devralan LeMay'e söylediği şu sözler, aralarındaki felsefi uçurumu özetliyordu: "Savaş bittiğinde... onu nasıl kazandığımıza göre yargılanacağız." Bu karar, sadece bir komutan değişikliği değil, aynı zamanda hassas bombardıman doktrininin Japonya'ya karşı resmen iflas ettiğinin kabulüydü. Hansell'in görevden alınması, Amerikan hava stratejisinde acımasız ve radikal bir değişimin kapısını araladı.
3- Stratejik Dönüşüm: General LeMay ve Alan Bombardımanı
General Hansell'in görevden alınmasıyla sahneye, İkinci Dünya Savaşı'nın en acımasız ve sonuç odaklı komutanlarından biri olan General Curtis LeMay çıktı. Hansell'in bir teorisyen ve planlamacı olmasına karşın, LeMay tam bir "uygulayıcıydı". Avrupa semalarında B-17 filolarını yönetirken edindiği tecrübe, ona pragmatik, sert ve yenilikçi bir ün kazandırmıştı; bu özellikleri "Demir Göt" lakabıyla pekişmişti. LeMay'in göreve gelişi, sadece bir komuta değişikliği değil, aynı zamanda Amerikan hava stratejisinde ahlaki ve taktiksel bir devrimi de beraberinde getirdi. Onun için önemli olan tek şey sonuçtu ve bu sonuca ulaşmak için her türlü yöntemi denemeye hazırdı. LeMay, daha sonra bu acımasız mantığı şu sözlerle ifade edecekti: "O şehri yaktığımızda bir sürü kadını ve çocuğu öldüreceğimizi biliyorduk... Yapılması gerekiyordu."
3.1- Yangın Bombardımanı Konseptinin Gelişimi
Amerikan savaş planlamacılarının General LeMay komutayı devralmadan çok önce tespit ettiği gibi, Japon yaşam alanlarının ahşap yapıları nedeniyle yangına karşı aşırı bir savunmasızlığı bulunuyordu. Bu yapısal zafiyeti bir silaha dönüştürmek amacıyla kapsamlı araştırmalar ve detaylı testler yürütülmüştür. Yeni stratejinin temelini oluşturan unsurlar şunlardı:
Ateş Cephaneliği: Yangın Bombası Gelişmeleri Amerikan ordusu, savaş ilerledikçe, özellikle Japonya'nın yanıcı şehir yapısına karşı etkili olacak yangın bombaları geliştirmeye odaklandı. Bu alanda üç temel mühimmat öne çıktı:
a) M-47: 100 pound (45 kg) ağırlığındaki bu bomba, daha ağır ve büyük yapılara nüfuz etmek için tasarlanmıştı. Bir binanın çatısından girdikten sonra patlayarak yanan jöleleşmiş benzini geniş bir alana dağıtıyordu.
b) M-50: Sadece 4 pound(1,8kg) ağırlığındaki bu magnezyum kasalı bomba, daha küçük ve yanıcı binalar için tasarlanmıştı. Genellikle kümeler halinde atılır ve düştüğü yerde on dakika boyunca 2400 Fahrenheit derece gibi söndürülmesi son derece zor bir sıcaklıkta yanan bir yangın başlatırdı.
c) M-69: Vannevar Bush ve Ulusal Savunma Araştırma Komitesi (NDRC) tarafından geliştirilen bu 6.2 poundluk (2,8 kg) bomba, en sofistike olanıydı. Bir binanın çatısına nüfuz ettikten sonra, gecikmeli bir fitil, bir TNT patlayıcısını ateşlerdi. Bu patlama, basit bir yangın başlatmak yerine, bombayı "minyatür bir top" gibi çalıştırarak içindeki yanan jöleleşmiş benzin yükünü 100 feet uzağa fırlatır ve yangını yapının derinliklerine aktif olarak yayardı. Raymond Ewell gibi uzmanlar, M-69'un Japon şehirleri üzerindeki "olağanüstü potansiyel yıkıcılığına" dikkat çekerek, bu silahın stratejik önemini vurgulamışlardı.
|
Geliştirme/Analiz |
Açıklama ve Stratejik Önemi |
|
M69 Napalm Bombası |
Harvard Üniversitesi'nde Profesör Louis Fieser tarafından geliştirilen bu yeni yangın bombası, jel haline getirilmiş benzinden (napalm) oluşuyordu. Ahşap ve kâğıt ağırlıklı Japon yapılarında maksimum yıkım sağlamak üzere tasarlanmıştı. Patladığında yanan jeli geniş bir alana nüfuz ederek kontrol edilmesi zor yangınlar başlatıyordu. |
|
Dugway Deneme Alanı |
Utah çölünde, gerçeğine uygun olarak inşa edilen sahte Alman ve Japon köylerinde M69 bombasının etkinliği test edildi. Bu testler, M69'un "Japon yapılarına karşı güçlü bir silah" olduğunu kanıtlayarak yangın stratejisinin geliştirilmesinde kilit rol oynadı ve LeMay'in yeni taktiklerine olan güvenini pekiştirdi. |
|
Operasyon Analistleri Komitesi |
Bu komite, Japonya'nın endüstriyel üretiminin büyük fabrikalardan ziyade, şehirlerin içine dağılmış binlerce küçük, ev tipi atölyeye dayandığını tespit etti. Komitenin vardığı soğuk stratejik sonuç şuydu: "Konutların yok edilmesi, kayıplar ve idari çöküş işe devamsızlığa neden olur ve devamsızlık üretimi azaltır." Bu analiz, sivil yerleşim alanlarını hedef almanın stratejik bir mantığı olduğunu ortaya koydu. |
3.2- Dönüm Noktası: "Operation Meetinghouse" ve Tokyo'nun Yakılması
Alan Bombardımanı Doktrini Amerikan hava stratejisi, Avrupa'da, özellikle Dresden gibi Alman şehirlerinin bombalanmasından önemli dersler çıkardı. Bu operasyonlar, hedefin münferit fabrikalardan, düşman moralini kırmak amacıyla "savaş işçilerinin evleri ve temel hizmetleri" gibi daha geniş sivil alanlara kaydırıldığı bir doktrinel değişimi beraberinde getirdi. Bu "alan bombardımanı" konsepti, düşmanın sadece üretim kapasitesini değil, aynı zamanda savaşma iradesini de yok etmeyi hedefliyordu. Hava Kuvvetleri Generali Henry Arnold'un "Yumuşamamalıyız. Savaş yıkıcı ve bir dereceye kadar insanlık dışı ve acımasız olmalı" sözü, bu yeni ve acımasız doktrinin özeti niteliğindeydi.
LeMay, komutayı aldıktan sonraki birkaç hafta boyunca hassas bombardıman denemelerine devam etti ancak sonuç alamayınca radikal bir karar aldı. 9-10 Mart 1945 gecesi, "Operation Meetinghouse" kod adıyla Tokyo'ya yönelik bir saldırı emri verdi. Bu, LeMay'in oynadığı hesaplanmış bir kumardı ve hava savaşı tarihinde bir dönüm noktası olacaktı. LeMay, zafere ulaşmak için tüm konvansiyonel taktikleri bir kenara bırakarak şu cüretkâr değişiklikleri yaptı:
- Alçak İrtifa: Jet akımının etkisinden kurtulmak ve bombaların isabet oranını artırmak için saldırı irtifasını 25.000 fitten 5.000-8.000 fit arasına indirdi.
- Gece Saldırısı: Gündüz görevlerinde ciddi tehdit oluşturan Japon avcı uçaklarından ve radarlarından korunmak için saldırı geceye kaydırıldı.
- Savunma Silahlarının Sökülmesi: LeMay, en radikal kararını alarak, B-29'lardaki makineli tüfeklerin, mühimmatın ve nişancıların neredeyse tamamının sökülmesini emretti. Bu sayede uçaklar hafifledi ve daha fazla yangın bombası taşıyabildiler. Bu, Japonya'nın zayıf gece avcı kabiliyetine dayanan hesaplanmış bir riskti.
Bu kumar, yıkıcı bir şekilde sonuç verdi. 279 B-29, Tokyo'nun yoğun nüfuslu ahşap mahallelerine 1.665 ton yangın bombası bıraktı. Sonuçlar korkunçtu: Şehir, 150 mil öteden görülebilen bir "kaynayan kazan"a dönüştü. Yerde, saatte 170 mili bulan rüzgarların körüklediği ve sıcaklığı 1.500 dereceye ulaşan bir cehennem fırtınası oluştu. Asfalt eriyerek sokaklara döküldü ve kaçmaya çalışan sivilleri tuzağa düşürdü. Tek bir gecede şehrin 15.8 mil karelik bir alanı tamamen yandı. Yaklaşık 105.000 kişi hayatını kaybetti ve 1 milyon insan evsiz kaldı. Uçak mürettebatı, yanan şehrin üzerine sinen ve kabinleri dolduran "yanık etin mide bulandırıcı kokusu" ile geri döndü. Operation Meetinghouse, tek bir gecede tarihteki diğer tüm hava saldırılarından daha fazla can kaybına yol açmıştı.
Ah, o dehşet verici operasyon... Stratejik başarı kisvesi altında, masum sivillerin yüreğinde açtığı yara, tarifsiz bir insani feryada dönüştü. O anlara tanıklık edenlerin, o korkunç yıkımın kalıntıları arasından yükselen çığlıkların yankısı, bu tarifsiz maliyetin ne denli acımasız olduğunu haykırıyor. O yıkımın boyutlarını, ancak o felaketi bizzat yaşayanların titrek dudaklarından dökülen ifadeler anlatabilir, bunlardan sadece birkaçı;
Toshiko Higashikawa (12 yaşında): Ailesiyle birlikte sığındıkları okulda çıkan panik sırasında babasından ayrıldı. Kargaşanın ortasında, ceset yığınlarının altından küçük kız kardeşi Utako'yu kendi çabalarıyla kurtardı. O gece babasını ve iki erkek kardeşini kaybetti.
Koji Kikushima (13 yaşında): Ailesiyle birlikte kaçtığı Kototoi Köprüsü'nde mahsur kaldı. İnsanların ve eşyaların alev aldığı, izdiham nedeniyle yüzlerce kişinin nehre atlayarak veya yanarak can verdiği köprüde anne babasını, ablasını ve erkek kardeşini yitirdi. Yıllar sonra bile rüyalarında köprüdeki "ceset dağını" görmeye devam etti.
Sumiko Morikawa (24 yaşında): Üç çocuğuyla sığındığı parktaki havuza doluşan alevlerden evlatlarını korumaya çalıştı. Çocuklarının üzerine sürekli su dökmesine rağmen, dört yaşındaki oğlu Kiichi ve sekiz aylık ikiz kızları kollarında can verdi.
Masatake Obata (Uçak parçası üreticisi): O gün bir sivil savunma görevlisi olarak devriye gezerken, eşi ve dört çocuğu ateş fırtınasında can verdi. Kendisi, yakınında patlayan bir yangın bombası yüzünden ağır şekilde yandı. Tedavi edilemez kabul edilerek bir morgda ölüme terk edildi. Ancak hayatta kalma iradesiyle bilincini kaybetmeden saatlerce bekledi ve annesi tarafından bulunarak kurtarıldı.
Kimie Ono (19 yaşında): Alevlerden kaçarken yüzlerce insanla birlikte sığındığı, yanmaz olduğu düşünülen Meiji Tiyatrosu, bir ölüm tuzağına dönüştü. Bina alevler içinde kalırken, içerideki insanlar yanarak, boğularak veya ezilerek can verdi. Kendisi, binanın otomatik kepenklerinin aniden açılmasıyla dışarı hücum eden kalabalığın altında ezilerek baygınlık geçirdi ve mucizevi bir şekilde hayatta kaldı.
Shizuko Nishio(6 yaşında): Hava saldırısından önceki gece, şimdi 86 yaşında olan Nishio, ertesi gün altıncı yaş gününü kutlamayı ve ilkokula başlamayı dört gözle bekliyordu. Uyurken hava saldırısı sirenleri çaldı. Nishio, "Babam bize evimizin önündeki ilkokula kaçmamızı söyledi.
Hayatta kalma içgüdüsü ile hareket eden dört kişiydiler. Okulun sığınağı dolmuştu; bu nedenle Nishio ve annesi, başka bir okulun bodrum katına yönelmek zorunda kaldı ve kuzeniyle onun bakıcısını geride bıraktılar. Ertesi gün, kapasite yetersizliği nedeniyle giremedikleri sığınağın içinde, yangın bombalarının yol açtığı alevler arasında yaşamını yitiren yaklaşık 200 kişinin kömürleşmiş kalıntıları arasında kuzeni ve bakıcısının da bulunduğu tespit edildi. Nishio, 20 çocuğun bulunduğu anaokulu sınıfından sağ kurtulan tek öğrenci olarak kayıtlara geçti.
2025 yılında, 86 yaşındaki Shizuko Nishio, Tokyo’daki ‘’Tokyo Hava Saldırıları ve Savaş Hasarı Araştırma Merkezi’’ müzesinde, 10 Mart 1945 tarihli hava saldırılarında kullanılan E46 tipi bomba kapsülünün maketini inceliyor. II. Dünya Savaşı sırasında Japon şehirlerine yönelik yangın bombası saldırıları, toplam yıkıcılık açısından atom bombalarından yaklaşık 29 kat daha fazla tahribata yol açtı. Her biri 38 adet M69 bombasından oluşan yük, E46 tipi bomba kapsülüne yerleştirilmişti. B-29 Superfortress bombardıman uçağı tarafından bırakıldığında, zaman ayarlı fitil devreye giriyor; süre dolduğunda kapsül açılarak M69 bombalarını serbest bırakıyor ve bu bombalar şehir yapılarına çarparak iç kısımlara nüfuz ediyordu. Binaya girdikten sonra her M69, yaklaşık 1,2 kilogram Napalm içerikli yangın yükünü fırlatıyor ve kolay kolay söndürülemeyen geniş çaplı yangınlara neden oluyordu. Bu saldırılar sonucunda Japonya’nın şehir merkezlerinin yaklaşık %42’si yok edildi.
Fotoğraf: Kazuhiro Nogi / AFP / Getty Images
3.3-Yangın Bombardımanlarının Oluşturduğu Ateş Fırtınası: Mekanizma ve Etkileri
Bu bölümde düşen yangın bombalarının yerde tam olarak nasıl bir ateş fırtınası (firestorm) oluşturduğuna dair ayrıntılı ve çarpıcı açıklamalar sunulacaktır.
Ateş fırtınasının oluşumu, iki temel faktörle yakından ilişkilidir: Yüksek oranda yanıcı olan Japon şehir yapısı (özellikle kâğıt ve ahşaptan inşa edilmiş evler) ve General LeMay tarafından uygulamaya konan yeni bombardıman taktiği.
a) Ateş Fırtınasının Oluşumu ve Mekanizması
Bombardıman Stratejisi ve M-69 Bombaları: General LeMay, Japonya’nın endüstriyel kapasitesini felce uğratmak amacıyla, bombardıman hedeflerini askeri tesislerden sivil yerleşim bölgelerine kaydırmış ve alçak irtifadan M-69 yangın bombası kümeleri kullanmaya başlamıştır.
Yangınların Başlatılması: Uçaktan bırakılan bu bomba kümeleri, zaman ayarlı bir fünye sayesinde ayrılarak 6,2 poundluk tek tek bombaların Japon evlerinin çatılarının üzerine saçılmasını sağlamaktaydı. M-69 bombaları, güçlü yapışkan özelliğe sahip jelleşmiş bir benzin maddesi olan napalm ile doldurulmuştu.
Yüksek Rüzgarların Kritik Rolü: Hava saldırısının başarısında meteorolojik koşullar hayati önem taşıyordu. Tokyo'daki ilk büyük baskın (9 Mart 1945) sırasında, meteorologlar hedefin üzerinde yüksek rüzgarlar beklendiğini rapor etmişlerdi; bu, yangın bombalarının hızla yayılan büyük yangınlar oluşturacağı anlamına geliyordu. Bölgede yeterli yüksek rüzgâr olmaması, Nagoya baskınının başarısız olma ve ateş fırtınasına dönüşmeme nedenlerinden biri olmuştur.(yazının ilerleyen bölümünde daha ayrıntılı değinilecektir)
Yangınların Birleşmesi (Goryu Kasai): Yangın bombalarının evler arasına dağıtılması, itfaiyecilerin goryu kasai (birbirine bağlı yangınlar) adını verdiği, alışılmadık derecede büyük ve güçlü çok sayıda yangının ortaya çıkmasına yol açmıştır. General Thomas H. Power, küçük yangınların patlak verdiğini ve ardından hızla yüksek rüzgarların etkisiyle birleşerek devasa alev alanlarına dönüştüğünü gözlemlemiştir.
Ateş Fırtınasına Dönüşüm: Bombalama saldırısı, rüzgarların gerçek bir ateş fırtınasına dönüştürdüğü birçok büyük yangını tetiklemiştir.
b) Ateş Fırtınasının Yıkıcı Etkileri
Ateş fırtınası, yerde korkunç ve yıkıcı sonuçlar doğurmuştur:
-Aşırı Rüzgâr Hızı: Yüzeydeki yakıcı rüzgarlar saatte 80 kilometreyi (elli mil) aşan hızla esiyor, kıvılcımlar ve yanan nesneler taşıyordu. Görgü tanıkları, rüzgâr hızının saniyede yirmi metreye ulaştığını ve bu koşullarda nefes almanın neredeyse imkânsız hale geldiğini belirtmiştir.
-Yangın Girdapları (Alev Vorteksleri): Şiddetli rüzgârın etkisiyle oluşan alev girdapları (küçük hortumlar), telefon direklerinin üst kısımlarını havaya kaldırabilecek, hatta yanan yatakları gökyüzünde yüzdürebilecek kadar güçlüydü.
-Yoğun Isı ve Termal Etki: Hava aşırı derecede ısınmış durumdaydı. Rüzgârın tetiklediği bu korkunç ısıdan kaçış imkansızdı. Koşan insanların eşyaları ve hatta vücutları aniden alev alıyordu; bu durum, köprüdeki binlerce cesedin kısa sürede kara kömür yığınlarına dönüşmesine neden olmuştur.
-Alev Atlamaları: Yangın fırtınası o kadar güçlüydü ki, alevler yangın şeritlerinin ve nehirlerin üzerinden atlayarak yayılmaya devam ediyordu. Örneğin, Sumida Nehri kıyılarında insanlar, yakıcı ısıdan korunmak için nehre atlamış, ancak dumanla boğularak veya boğularak hayatını kaybetmiştir.
-Altyapı Tahribatı: Yollardaki asfaltın yandığı veya eriyerek çamur kıvamına geldiği gözlemlenmiştir.
-Hava Akımları (Updrafts): Yangınların yarattığı yukarı yönlü hava akımları (updrafts), General Power'ın B-29 uçağını dahi sallayacak kadar şiddetliydi ve diğer bombardıman uçaklarının dakikada 60 ila 90 metre (iki yüz ila üç yüz fit) hızla yukarı doğru tırmanmasına yol açıyordu.
Kaynak, görgü tanıklarının bu cehennemi olayı "ateş ejderhası" veya "kızıl tipi" gibi ifadelerle betimlediğini ve birçok kişinin yangın fırtınasından kaçmaya çalışırken yanarak veya dumandan boğularak öldüğünü kaydetmektedir.
10 Mart 1945 Tokyo hava saldırılarında kullanılan M69 yangın bombaları, binlerce sivilin yaşamını geri dönülmez biçimde değiştirdi. Yukarıdaki görselde, kendilerini ateş fırtınasından koruyabilecek her hangi sığınağa ulaşamayan bir Japon anne ve bebeğinin kömürleşmiş bedenleri, savaşın sivil üzerindeki yıkıcı etkisini çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor.
3.4- Yangın Bombaları Operasyonlarının Genişletilmesi
Tokyo'daki dehşet verici ilk saldırının "başarısı," General LeMay'e aradığı etkili formülü kanıtladı. Bunu takiben LeMay, "hava saldırısı" (air blitz) adını verdiği bir konseptle Japonya'nın diğer büyük sanayi şehirlerini sistematik olarak hedef aldı. Beklemeden, sonraki on gün içinde B-29'lar Nagoya, Osaka ve Kobe'yi ardışık gecelerde ateşe verdi. Özellikle Nagoya baskınında hiçbir B-29'un düşürülmemesi, LeMay'e Japonya üzerinde neredeyse rakipsiz bir bombardıman yürütebileceğini gösterdi. Bu strateji, Japonya'nın endüstriyel kalbini felce uğratarak sivil moralini çökertti ve milyonlarca insanın kırsala kaçmasına neden oldu. Savaşın sonunda, LeMay'in stratejisiyle sürdürülen operasyonlar sonucunda Tokyo'nun yaklaşık yarısı, yani 56.3 mil karelik bir alanı tamamen yok edilmişti.
a) Nagoya: Japon Uçak Sanayisinin Kalbi
Nagoya, Mitsubishi fabrikalarına ev sahipliği yapması nedeniyle Japonya'nın en önemli askeri sanayi merkezlerinden biriydi. Şehir, ülke'nin uçak motoru üretiminin yaklaşık %40'ını tek başına karşılıyordu ve bu nedenle B-29'lar için öncelikli stratejik bir hedefti.
Tokyo'dan sadece iki gün sonra, 11-12 Mart gecesi Nagoya'ya düzenlenen ilk büyük ateş bombası saldırısı, beklenenden daha az yıkıcı oldu. Bunun birkaç temel nedeni vardı: Tokyo'daki fırtınalı rüzgarların aksine Nagoya'da hava sakindi, General LeMay'in bombaların düşme aralığını artırma yönündeki taktiksel hatası yangınların birleşmesini engelledi ve en önemlisi, Nagoya "Japonya'daki en iyi sivil savunma sistemine" ve Tokyo şehrine göre daha geniş yangın şeritlerine sahipti.
İlk saldırının kısmi başarısızlığına rağmen, ABD pes etmedi. Sonraki haftalarda düzenlenen yoğun saldırılarla şehrin kalbi adeta "yutuldu". Mitsubishi'nin ana tesisleri büyük ölçüde hasar görmese de, LeMay'in stratejisi evrimleşmişti: Eğer birincil hedef yok edilemiyorsa, onu destekleyen ikincil sistem yani iş gücü, evleri ve küçük tedarikçi atölyeleri bütünüyle imha edilecekti. Bu yaklaşım, yıpratma savaşının acımasız bir uygulamasıydı.
b) Osaka ve Kobe: Ticaret ve Liman Merkezleri
Osaka ve Aldatıcı Broşürler
Osaka'ya düzenlenen saldırıdan önce, ABD uçakları şehre binlerce broşür atarak sivilleri uyardı. Bu broşürler, halkın askeri hedeflerden uzak durması halinde güvende olacağını iddia ediyordu. Ancak saldırı başladığında, bombardımanın doğrudan sivil yerleşim bölgelerini hedef aldığı anlaşıldı ve bu sözün "açık bir yalan" olduğu kanıtlandı. Saldırı sonucunda 8.1 mil karelik (21 kilometre kare) bir alan küle döndü.
Kobe: Liman Şehrindeki Trajedi
Japonya'nın en büyük limanı ve en yoğun nüfuslu şehirlerinden biri olan Kobe, ateş bombaları için ideal bir hedefti. Şehre düzenlenen saldırıda, söndürülmesi neredeyse imkânsız olan magnezyum bombaları kullanıldı. Saldırının en trajik anlarından biri Dai Wada Köprüsü'nde yaşandı. Kimiko Mikitani adlı bir kadın, sırtında taşıdığı bebeğiyle köprüden kaçmaya çalışırken, yangınların yarattığı bir alev kasırgası bebeğini sırtından kaparak alevlerin içine çekti. Bu olay, saldırıların sivil halk üzerindeki kişisel ve acımasız etkisinin sembolü haline geldi.
c)Küçük ve Orta Ölçekli Şehirlere Yönelim Harekâtın Yayılması
Tokyo, Nagoya, Osaka ve Kobe gibi büyük metropollerin büyük ölçüde yok edilmesinin ardından, ateş bombası harekâtı Japonya'nın geneline yayıldı. Aralarında Kawasaki, Yokohama, Tsu ve Aomori'nin de bulunduğu 57 küçük ve orta ölçekli şehir sistematik olarak hedef alındı. Bu şehirler, büyük endüstriyel hedeflere sahip olmasalar da, Japonya'nın toplumsal ve ekonomik dokusunun önemli bir parçasını oluşturuyordu.
d) Psikolojik Savaş: Uyarı Broşürleri
ABD, bu dönemde sık sık saldırı düzenleyeceği şehirleri önceden broşürler atarak bildirme taktiğini benimsedi. Bu, bir yandan sivil kayıpları azaltma iddiası taşırken, diğer yandan halk üzerinde yoğun bir baskı yaratan psikolojik harp unsuruydu. Hangi şehrin bir sonraki hedef olacağını bilmenin yarattığı dehşet ve belirsizlik, sivil halkın moralini kırmak ve onları askeri liderlikten koparmak için kullanılan bir savaş aracı idi.
Bu noktada ateş bombası harekâtı, artık sadece stratejik hedefleri değil, Japonya'nın kentsel dokusunun tamamını yok etmeye yönelik topyekûn bir yıpratma savaşına dönüşmüştü.
4- Japon Tepkisi: Propaganda, Savunma ve Moral Çöküntüsü
Bu amansız Japonya'nın ateş bombalarıyla eşi benzeri görülmemiş bir yıkıma uğraması, Japon askeri ve sivil otoritelerini çaresiz bir ikilemle karşı karşıya bıraktı. Bir yanda, halkın sarsılan moralini ve savaşma azmini propaganda yoluyla ayakta tutmaya çalışırken, diğer yanda bu yeni ve karşı konulmaz tehdide karşı yetersiz kalan fiziksel savunma mekanizmalarını güçlendirmeye çabalıyorlardı. Ancak bu çabaların her ikisi de, ateş fırtınalarının yarattığı muazzam yıkım ve toplumsal çöküntü karşısında büyük ölçüde etkisiz kaldı.
Resmi Söylem ve Propaganda
1-"Katliam Bombardımanı" Söylemi; Japonya'nın resmi yayın organı Radyo Tokyo, ABD saldırılarını sert bir dille kınadı. Bu yayınlarda, saldırılar "katliam bombardımanı" olarak nitelendirildi ve "Nero'nun Roma'yı yakmasından daha kötü" olduğu iddia edildi. Propagandanın temel amacı, Amerikan saldırılarının barbarlığını vurgulayarak Japon halkının düşmana karşı nefretini ve savaşma azmini pekiştirmekti.
2-Askeri Otoritelerin Moral Çabaları; Japon askeri makamları, halkın moralini yüksek tutmak için B-29 kayıplarını abartarak ve Amerikan bombardıman programının sürdürülemez olduğunu iddia ederek bir karşı propaganda yürüttü. B-29'ların maliyeti, üretim hızları ve Japon savunması tarafından düşürüldüğü iddia edilen uçak sayıları üzerinden yapılan karmaşık hesaplamalarla, bu programın yirmi ay içinde çökeceği gibi gerçek dışı öngörülerde bulunuldu.
5. Sivil ve Askeri Savunmanın Yetersizliği
a) Etkisiz Sivil Savunma Yöntemleri; Japon sivil savunması, geleneksel yangınlarla mücadele etmeye yönelikti. Kova, su ve paspas gibi ilkel yöntemler, napalm bombalarının yarattığı ve kendi rüzgar sistemini oluşturan ateş fırtınaları karşısında tamamen etkisiz kalıyordu. Bu durum, sivil halk arasında büyük bir çaresizlik hissine yol açtı.
b) Zayıf Hava Savunması; Japon hava savunması, B-29'ların alçak irtifadan ve gece gerçekleştirdiği baskınlara hazırlıksız yakalandı. Başlangıçta neredeyse hiçbir direniş gösteremeyen savunma sistemleri, zamanla sınırlı bir gelişme gösterse de, B-29 akınlarını durdurmaktan çok uzaktı. Bu başarısızlık, halkın askeri liderliğe olan güvenini ciddi şekilde sarstı.
c) Sivil Moral Üzerindeki Etki; Bombardımanların en somut etkilerinden biri, savaş üretimindeki düşüş oldu. Sürekli hava saldırısı tehdidi ve şehirlerin yok edilmesi, fabrikalardaki devamsızlık oranlarını %40'a kadar çıkardı. Bu, LeMay'in stratejisinin, Japonya'nın savaş makinesini insan gücü üzerinden zayıflatma hedefine ulaştığını gösteriyordu. Yangın bombaları operasyonları, Japonya'yı askeri, endüstriyel ve toplumsal olarak tam bir çöküşün eşiğine getirdi. Hansell'in hassas bombardımanla başaramadığını, LeMay birkaç hafta içinde yangın ve terörle başarmıştı. Bu sefer, Japonya'yı teslimiyetin kaçınılmaz olduğu bir noktaya getirerek savaşın son perdesini hazırladı.
Stratejik ve etik miras yangın bombası operasyonları, askeri hedeflerine ulaşmada son derece etkili olsa da, ardında derin bir stratejik ve etik miras bıraktı. Operasyonların mimarları bile sebep oldukları yıkımın ahlaki ağırlığı altında ezildi. Atom bombasının geliştirilmesinde kilit rol oynayan J. Robert Oppenheimer, ABD'de bu "toptan katliama" karşı hiçbir protesto olmamasını "dehşet verici" bulduğunu ifade etti. M-69 yangın bombasının geliştirilmesine liderlik eden Vannevar Bush'un ise bir arkadaşına göre, savaştan sonra yıllarca "Tokyo'yu yaktığı için geceleri çığlık atarak uyandığı" söylenir.
Okinawa Savaşında Japonların gösterdiği fanatik direniş ve her iki tarafın verdiği korkunç kayıplar (100.000'den fazla Japon askeri ve yaklaşık 60.000 Amerikan zayiatı), Japon ana karasına yönelik olası bir işgalin ne denli kanlı olacağının bir habercisiydi. Bu senaryodan kaçınmak, atom bombalarının kullanılması kararında önemli bir etken oldu. Daha da önemlisi, yangın bombası operasyonları, tüm şehirlerin ve sivil nüfuslarının yok edilmesini meşru bir savaş aracı olarak çoktan normalleştirmişti. Tokyo, Nagoya ve diğer şehirlerdeki baskınlar, askeri planlamacılar için daha da güçlü bir şehir yok etme silahı olan atom bombasının kullanılmasını daha az radikal bir stratejik sıçrama haline getiren psikolojik bir emsal oluşturdu. Bu iki faktörün birleşik etkisi, nihayetinde İmparator Hirohito'nun teslim olma kararını almasında belirleyici rol oynadı.
Savaşın ardından Japonya'da "Şeytan LeMay" olarak anılan General Curtis LeMay, 1964 yılında, Soğuk Savaş ittifakları çerçevesinde Japonya'nın Öz Savunma Kuvvetleri'nin kurulmasına yaptığı katkılardan dolayı Japon hükümeti tarafından en yüksek onur nişanı olan "Yükselen Güneş Nişanı Büyük Kordonu" ile ödüllendirildi. Bu olay, savaşın acımasız gerçekleri ile uluslararası politikanın pragmatizmi arasındaki derin ironiyi çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.
Yangın bombalarının kullanılma stratejisi, askeri hedeflerine ulaşmadaki acımasız etkinliği ile sivil nüfus üzerinde yarattığı orantısız ve korkunç yıkım arasında bir gerilim yaratmıştır. Bu durum, Tokyo bombardımanını modern savaş etiği ve sivil hedeflerin meşruiyeti konusundaki tartışmaların merkezine yerleştirmeye devam etmektedir.
6- Sonuç: Hava Harekâtının Stratejik Etkinliğinin Değerlendirilmesi
Japonya'ya yönelik Amerikan hava harekâtının analizi, savaşın zorunlulukları altında stratejik doktrinin ne kadar hızlı ve acımasız bir evrim geçirebildiğini göstermektedir. General Hansell'in idealist "hassas bombardıman" yaklaşımı ile General LeMay'in pragmatik ve yıkıcı "alan bombardımanı" stratejisi, iki farklı savaş felsefesini ve bunların sahadaki etkinliklerini ortaya koymaktadır. Hansell'in teorisi, Japonya'nın öngörülemeyen hava koşulları ve dağınık endüstriyel yapısı karşısında çökerken, LeMay'in stratejisi bu zayıflıkları bir silaha dönüştürerek yıkıcı bir başarı elde etmiştir.
Aşağıdaki tablo, iki stratejinin temel farklılıklarını ve sonuçlarını özetlemektedir:
|
|
Hassas Bombardıman (Hansell) |
Alan Bombardımanı (LeMay) |
|
Temel Varsayım |
Savaş, kilit endüstriyel hedefleri yok ederek ve sivil kayıpları en aza indirerek kazanılabilir. |
Savaş, düşmanın savaşma iradesini ve kapasitesini toptan yok ederek kazanılır. Sivil nüfus ve ev-atölye ekonomisi meşru hedeflerdir. |
|
Karşılaşılan Zorluklar |
Jet akımı, kötü hava koşulları, B-29 motor sorunları ve komuta içi doktrin anlaşmazlıkları. |
Alçak irtifa hava savunma ateşi ve gece saldırısının riskleri. Ancak bu riskler, Japonya'nın zayıf gece avcı kapasitesi nedeniyle beklenenden düşük çıktı. |
|
Nihai Sonuç |
Stratejik hedeflere ulaşılamadı. Japon endüstrisine minimum hasar verildi. Komutanın görevden alınmasıyla sonuçlandı. |
Japonya'nın büyük şehirlerinin endüstriyel ve sivil altyapısı yok edildi. Sivil moral çöktü, üretim durma noktasına geldi ve ülke teslim olmanın eşiğine getirildi. Stratejik hedeflere yıkıcı bir bedelle ulaşıldı. |
Yangın bombardımanı seferinin Japonya'nın teslim olma kararındaki rolü kritikti. Başbakan Kantaro Suzuki gibi liderler, B-29 baskınlarının ülkeyi umutsuz bir duruma soktuğunu ve savaşın devam etmesinin topyekûn bir yok oluş anlamına geleceğini kabul etmişlerdi. LeMay'in saldırıları, yüz binlerce Amerikan askerinin hayatına mal olacağı tahmin edilen planlı kara işgalini (Operation Downfall) önlemede belirleyici bir faktör oldu. Bu bağlamda, atom bombalarının atılması, zaten çökmekte olan bir düşmana indirilen "son darbe" olarak görülebilir. Japon Donanma Bakanı Yonai Mitsumasa'nın ifadesiyle, atom bombaları ve Sovyetlerin Japonya ile savaşa girmesi, yangın bombardıman operasyonlarının zaten kaçınılmaz kıldığı bir yenilgiyi kabul etmek için siyasi bir gerekçe sağlayan "tanrılardan gelen hediyeler" idi. General Arnold'un da belirttiği gibi, "Japonların durumu ilk atom bombası atılmadan önce bile umutsuzdu."
Bu bağlamda Atom bombası kullanımına karşı çıkan stratejistler ve eleştirel analizler, Japonya'nın savaşın sonuna doğru kesin bir yenilgiye yakın olduğunu ve alternatif askeri veya diplomatik yollarla savaşın sonlandırılabileceğini ileri sürmektedir. ABD atom bombası kullanılmadan önce Japon liderlere, onurlu bir barış anlaşmasını kabul edebilecekleri bir çıkış yolu sunulmamıştır. Japon İmparatorluk geleneklerini ve İmparatorun otoritesini sarsmayacak herhangi bir barış fırsatı yerine, kendilerine yalnızca kayıtsız şartsız teslimiyet seçeneği dayatılmıştır.
Bu görüşler ışığında, bombaların kullanım kararının birincil olarak askeri bir gereklilikten ziyade, etik dışı bir güç gösterisi ve özellikle Sovyetler Birliği'ne karşı siyasi bir tercih olduğu tezi desteklenmektedir. Mevcut savaş koşulları dikkate alındığında, atom bombası kullanımına ihtiyaç olmadığı yönündeki bu değerlendirmeler, Amerika Birleşik Devletleri'nin küresel gücünü sergileme amacıyla, II. Dünya Savaşı sırasında Atom Bombalarını sırasıyla 6 Ağustos 1945'te Hiroşima'ya ve 9 Ağustos 1945'te Nagazaki'ye attığı sonucunu güçlendirmektedir.
Sonuç olarak, İkinci Dünya Savaşı'ndaki Amerikan hava harekâtı, stratejik hedeflere ulaşmak için doktrin ve taktiklerde acımasız bir adaptasyon sürecini gözler önüne sermiştir. Savaşın idealist teorilerle değil, sahadaki acı gerçeklerle kazanıldığı bu süreçte, ahlaki sınırların nasıl esnetildiği yok sayılabileceği ve sivil nüfusun nasıl doğrudan hedef haline geldiği açıkça görülmüştür. B-29'ların Japon şehirleri üzerinde yarattığı ateş fırtınaları, modern hava gücünün yıkıcı potansiyelini geri dönülmez bir şekilde ortaya koymuş ve savaşın karakterini sonsuza dek değiştirmiştir.
Bu yazıyla doğrudan ilişkili diğer çalışmamı henüz okumadıysanız, aşağıdaki bağlantıya göz atmanızı öneririm.
B-29 Superfortress: Uzun Menzilli Bombardımanın Doğuşu ve Küresel Etkileri
Kaynakça
https://blog.nuclearsecrecy.com/2013/08/30/who-made-that-firebomb/
https://www.youtube.com/watch?v=kLN3TCvrdU8
https://en.wikipedia.org/wiki/M69_incendiary
Edwin P. Hoyt(2000)- INFERNO: The Firebombing of Japan March 9–August 15, 1945
James M. Scott (2022) -Black Snow - Curtis LeMay, the Firebombing of Tokyo, and the Road to the Atomic Bomb
Charles River Editors-The Firebombing of Tokyo: The History of the U.S. Air Force’s Most Controversial Bombing Campaign of World War II